Her ne kadar artık klişe de olsa , “içimizdeki çocuk” diye bir gerçek var ve bu çocuk doğduğu günden beri susmuyor, sürekli bir şeyler fısıldıyor, senin her yaptığına, düşündüğüne karıştığı gibi istekleri de bitmiyor. Öyle de masum istekler ki (eğlenmek, sevilmek, değer görmek, hatırlanmak, gülmek..vs) mecbur dinliyorsun. İlk doğduğumuz andaki o masum, kusursuz, günahsız çocuk sanki herkesin içinde saklanmış, kirlenmemiş duruyor. Kimileri vicdan diyor, kimileri içses. Genelde fısıldadığı şeyler hep doğru çıkıyor, “içime sinmemişti zaten”, “hissetmiştim aslında en başta” diyorsun.

Çocuk sahibi olmadan anlaşılamayan ebeveynlik, saf sevgi ile bile olsa bilinçsiz yapıldığında “içimizdeki çocuğu” öldürüyor.  Çocuğumuza dünyanın bin türlü çirkinliğine karşı sağlam bir zırh giydirmek için uğraşırken; onun en masum ve haklı yanlarını gizlemesini, yersiz isteklerini dizginlemesini, her davranışta mantık aranmaması gerektiğini ve daha bir çok şey gibi boş hayaller de kurmamasını tembihliyoruz.

Dünyadaki gelişime baktığımda, icatlar yapan, tasarlayan, organize eden insanların, hayal dünyaları gelişmiş ve kimsenin ne düşündüğüne kafasını takmayan kişiler olduğunu görüyorum. Bilime en fazla katkı yapan ülkeler sıralamasında ilk akla gelen Amerika’nın, “özgürlükler ülkesi (land of free) olarak anılmasının sebebinin demokrasi olmadığını, kölelik ve ırkçılık geçmişinden biliyoruz. Aynı şekilde bilim ve teknolojinin en üst düzeyde ama insan haklarının yerle bir edilerek ilerlediği Çin için de, demokrasiden bahsedemeyiz ama kamu gücünün devletçilik anlayışı ile bilimsel özgürlüğe son derece destek vermek için kullanıldığını söyleyebiliriz. Amerika’da adına özgürlük denilen kavram daha çok fikirsel anlamda, mistik öğretilerin yaygın olduğu Çin’de ise ruhsal bilinç ve farkındalık ön plana çıkıyor. Yaratıcılık ve hayal gücünü teşvik eden ister devlet ister çevresel faktörler olsun sonuçta ortaya çıkan şey yetenek adını alıyor.

Peki o halde çocuklarımızı, içlerindeki çocuğu öldürmeden, kendilerini oldukları gibi ifade edebilecekleri şekilde hem başarılı hem de mutlu insanlar olarak yetiştirmek için ne yapmalıyız?

Zihnimiz yaşantımız boyunca önümüze çıkan yol ayrımlarında aslında doğru yolu biliyor ancak çevresel etkenler sebebiyle, genellikle herkes için doğru ama kendimiz için yanlış olan, aslında o kadar da çok istemediğimiz yolu seçiyoruz. Mutsuzluğumuza sebep olan şey özellikle ekonomik kaygılarla dolu bu çemberin gittikçe daralması.

Hadi söyleyin, bankada 10 milyon dolarınız olsaydı yaşamınızda neleri değiştirirdiniz?

Sanırım bu parayı harcarken en son düşüneceğiniz şey başkalarının ne düşündüğü olurdu. İçinizden geldiği gibi harcamalar ve seyahatler yapar, belki dış görünüşünüzü belki ruhsal enerjinizi değiştirmek için dünyanın öbür ucuna bile giderdiniz.

Elbette hayallerimizin gerçekleşmesini sınırlayan başka etkenler de var: toplum baskısı, ebeveynlerin beklentileri, gelecek endişesi ve daha birçok kişisel tereddütlerimiz içimizdeki çocuğu susturuyor. “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, yine de bir baltaya sap olamadı” sözü, söyleyen kadar duyanı da yaralıyor; diğer yandan hayallerinin peşinden gidip zor şartlarda başarıyı yakalayan kişileri takdir ediyoruz. Muhtemelen bu başarılı kişiler, hayallerinin peşinden giderken, arkasında kendisine inanmayan ve hiçbir beklentisi kalmamış bir insan güruhu bırakmıştır. Çocuğunuzun tercihlerini onun gönlüne bırakırsanız, kendisi için en iyi olanı seçemeyeceğini sanıyorsunuz. Şahsi fikrim nerede ve ne şekilde mutlu olacaksa öyle olsun. Maalesef yaşadığımız coğrafya ( ki evet çoğunlukla kaderimiz) çocuklarımızın kafasına örümcek ağları örmeye devam ediyor. Sistem, sanatçı ruhlu bir insanı mühendis yapmaya, iyi bir sporcu olacakken masa başı bir devlet memuru olmaya teşvik ediyor. Maslow’un 1943 yılında ortaya attığı, ihtiyaçlar hiyerarşisinde, en sonda yer alan ama doğru bildiğimiz herşeyin yıllar içinde terz yüz olmasıyla bence artık birinci sırada yer alması gereken bir kavram “kendini gerçekleştirebilmek”.

İyi bir gözlem, çokça anlayış ve sevgi ile hem kendimizin hem de çocuklarımızın içindeki sesi duyabilir ve hayatlarımızı daha güzel hale getirebiliriz. Bu anlayış, inançlarımızı, etik değerlerimizi, bizi biz yapan kültürel zenginliğimizi hiçe saymak anlamına gelmiyor. Hayata bir kez geliyorsak, mevcut yaşantımız dışında seçeneklerimiz olduğunu bilmeli ve tek mecburiyetimizin (yaşantımızın erken ya da geç döneminde olsa bile) bu farkındalığa varmak olduğunu görmeliyiz.