Bugünlerde konuştuğum çoğu kişinin aklında bir deli rüzgar esiyor.

Türkiye ve dünya gündeminin üzerimizde kurduğu baskı ile uzun zamandır duygusal türbülanstayız. “Her an taş düşebilir, ayı çıkabilir” modu psikolojik olarak sarsıntılar geçirmemize, sebebini bilmediğimiz şekilde mutsuzluk ve güven kaygısı hissetmemize neden oluyor. Elbette psikolog ve yaşam koçlarının bu konuda söyleyecek daha fazla sözü vardır yine de bir durum tespiti yapabiliriz.

Dünyadaki hızlı değişim kuşaklar arası farklılıkların artmasına, anlayış ve değerlerimizin tepetaklak edilmesine yol açtı. Eskiden, kesinlikle doğrusu budur, şu davranış ayıptır, bu davranış günahtır dediğimiz olaylar için şimdi durup bir daha düşünmek ihtiyacı hissediyoruz. Muhatap olduğumuz insanlara tahammül seviyemiz düştü, her biri için ayrı maske takıyoruz, “az insan çok huzur” motto haline geldi ve aklımızdan çok duygularımızla karar verecek yüzeyselliğe çekildik. Normalde büyük tepkiler vermemiz gereken olaylara, bir film izler gibi sadece bakıyoruz. Ülkeler arasında savaşlar çıkıyor, insanlar dramatik şekillerde ölüyor/öldürülüyor biz ise, o da belki biraz, dedikodusunu yapıyoruz.

Hayat daha yavaşken, düşünerek, emek verilerek yapılan her davranışın kıymeti vardı. Bugünlerde ise tam tersi. Bir işi mümkün olan en kısa zamanda yapmamızı sağlayan her teknoloji kıymetli. Evlerde temizlik yapan robotlar, envai çeşit mutfak aletleri hem dolaplarımızın içini dolduruyor hem de kafamızın içini boşaltmamızı engelliyor. Metro, metrobüs, hızlı tren, uçak gibi ulaşım araçları bizi en kısa sürede varacağımız yere götürürken yolda kimse kimseyle konuşmuyor, komşularımızla asansörde bile karşılaşmıyoruz, hoş karşılaşsak da tanımıyoruz. Tüm ihtiyaçlarımızı tek tuşla giderebilmemiz, insan ilişkilerini de sadece menfaat odaklı hale getirdi.  Hep kavuşmak istediğimiz teknoloji bizi birbirimizden ayırdı. Alışverişe gitmek yerine online sipariş veriyor, yemek yapmak yerine fast food ya da gurme lezzetler deniyoruz(!). Çocuklarımızı okula servisle gönderiyor, ödevlerini internetten yapmaları için faturaları ödüyoruz. Daha rahat bir hayat yaşamak için tahammül etmek zorunda olduğumuz işlerimize gidip, asla karşılığı olmadığını düşündüğümüz, ücretimizi almak için gün sayıyoruz.  

Bu günlerde sıkça duyduğumuz, alma verme dengesi de kendi lehimize epeyce bozuk. Herkes almanın peşinde hem de ucuza hatta mümkünse tamamen karşılıksız. Başkaları tarafından onaylanma isteğimiz hezeyan haline geldi, instagram, twitter gibi sosyal mecralarda, tanımadığımız insanların beğenilerini almak için model ya da grafik tasarımcısı olmaya çalışıyoruz. Savruluşlarımıza çareyi yine sosyal medyadan aldığımız hap niyetine özlü sözlerde ya da bizi polyanna haline getiren depresyon ilaçlarında arıyoruz.  

Büyük hayallerimiz vardı ama küçük şeylerle de mutlu olabilen insanlardık. Oysa şimdilerde hayallerimiz küçüldü, mutluluk sebeplerimizde ise çıta epeyce düştü.   İnsanlardan kaçıp bir dağ başına ya da deniz kenarına yerleşme isteği, aslında doğamıza aykırı olan rutin hayata karşı bir başkaldırış haline geldi. Keşiş hayallerini gerçekleştiremeyenler, geçmişte ütopik olarak görülen haz nesnelerine yöneliyorlar. Aşırı uçlarda aranan mutluluklar, ulaşılınca hayal edilen tatmini olsa olsa çok kısa süreli veriyor, sonrası yine derin uçurumlar.

Teknoloji bize zaman yaratmak için gelişmiyor mu, yoksa başka amaçları mı var? Farkındaysanız, bu hızlı gelişimi biz sadece izliyor gibiyiz. Büyük fedakarlıklar yaparak satın aldığımız zamanı, üretmek ve daha iyi nasıl yapabilirim diye kafa yormak için değil, bizi neyin mutlu edeceğini düşünmek veya değer verdiğimiz insanlara vakit ayırmak için de değil, peki ne için harcıyoruz?

Sahi siz boş vakitlerinizde ne yapıyorsunuz?

Twitter’dan bir iki önemli isim ne demiş diye bakmak, son zam haberlerini okumak, en aşağı seviyede birbirlerine laf söyleyen ünlüleri, siyasetçileri, günün dedikodu malzemesi yapmak veya içtiğiniz kahveyi, dinlediğiniz şarkıyı hikayenize atmak ne çok zaman alıyor değil mi?

En son kime “yaa hep aklımdasın ben de tam seni arayacaktım” dediniz? Bireyselliğin yüceltilmesi sonucu ortaya çıkan bu iletişim kopukluğunu ve duygusal türbülansı nasıl aşabiliriz? Düşünmeliyiz.

“Bir gün belki hayatta, geçmişteki günlerde bir teselli” ararız ama o zaman da elimize alıp bakacağımız fotoğraflarımız bile olmayacak. (Ya eski telefonumuzda kalmış ya da yanlışlıkla silinmiş olacaklar) Düşünmeli, maskelerimizi çıkarmalı, insan olmanın onuru, gururu ve her şeye rağmen yaşamanın güzelliğini duyumsamalıyız. Belki de daha çok sevgi, daha çok anlayış ve bence daha çok tevekkül iç huzurumuz için kurtuluş olabilir.