Yosun gözlerinden yayılan çıngılar sevdiğim

Gözlerinde gemiler yüzüyor sanki;

Hangi denizin maviliğini getirdin bana

Hangi rüzgarın fırtınası saçların

Nerden geldin buralara güneye, yüreğime kadar...

Aşağıdan yukarıya attığın o bakış yok mu

Kalbimi fırlatmıştı yerinden yosun gözlerinden yayılan çıngılar

Ceylan gibi sekip uzaklaşmıştın yanımdan

Fazla söze hacet yok nasılsa diye

Birazda hissetmiştin gönlüme bıraktığın kor ateşin

Gizliden gizliye zevk aldığın belliydi yaşattığın eziyetten

Gözü uzaklara dalmış adamların sevdaları büyük olurdu

Sen de bunun farkındaydın..

Ve üstelik çoktan benimsemiştin

Güzelliğin de bir iktidar biçimi olduğunu..

Çağdaş Türk şairi Mustafa Akgül adlı şairimizin son şiirini paylaştık köşemizde. Kalemine ve yüreğine sağlık yüce gönüllü şairimizin ve şiirlerinin devamını dört gözle bekliyoruz.

Not 1: Asgari ücretin 22 bin 104 TL olduğu ve çalışan kesimin yarısından fazlasının bu parayla hayatlarını sürdürmek zorunda olduğu bir ülkede, Galatasaray Osimhen’e 4 yılda 150 milyon avro, Fenerbahçe kiralık Duran’a yıllık 20 milyon avro ve Beşiktaş’ta Orkun Kökçü’ye 5 yılda 55 milyon avro vermesi nedeniyle-ülkede olağan üstü bir sevinç süreci yaşanmaktadır! Ve bu sevinci yaşayanların büyük bir kısmı da asgari ücretli olması da muhtemeldir.

Not 2: Sosyolojinin kurucu babalarından Marx, Alman İdeolojisi isimli eserinde şu ifadeleri kullanır: Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir; yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder; öyle ki, bu ki, bu olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri o sınıfa tabidir. (2013, s.52). Marx’ın sözlerini spor ve eşitsizlik üzerinde konuştuğumuz pek çok noktada yeniden ve yeniden hatırlamakta fayda var. Yazarlar da bu noktada eleştirel bir açıdan sporun eşitlik mitine yaklaşmaktadırlar. ‘Birçok insan, sporun ve spora katılımın herkese açık olduğuna ve para, konum ve nüfuz ile ilgili eşitsizliklerin, oynadığımız ve izlediğimiz organize oyunlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığına inanır. Ancak formal olarak organize edilen sporlar ekonomik kaynaklar olmadan geliştirilemez, programlanamaz veya sürdürülemez. Parayı ve ekonomik gücü kontrol edenler, onları sporu organize etmek ve desteklemek için kullanırlar. Bunu yaparken, kendi değerlerini ve çıkarlarını yansıtan ve sürdüren spor biçimlerini tercih ederler. Sonuç olarak, spor eşitsizliğin kararları ve kaynakların tahsisini şekillendirdiği bir bağlamda ortaya çıkar. Bu süreçte spor birçok insanın onlar tarafından susturulduğunu düşündüğü eşitsizlikleri yeniden üretir’ (s.406). Aslında durum sadece söz konusu eşitsizliğin üretilmesi ve yaygınlaştırılması ile sona ermez.”

Bana göre de bir sınıfsal tahakkümüdür.

Futbol, kapitalist üretim biçimini desteklemek amacıyla sermaye birikimini sağlayabilen bir kültür endüstrisi ürünü haline gelmiştir. Bu nedenle futbol, kapitalizmin ekonomik, siyasal, ideolojik ve özellikle de kültürel amaçlarını üretmeye yönelik örgütlü etkinlikler bütünüdür.

Not 3: Yeryüzünde belki en soylu davranış, bir insanı utanç verici bir duruma düşmesi durumunda utandırmamaktır. Rekabetçiliği ve hasedi elimizin tersiyle iterek, birbirimizin yüzünde Tanrıyı selamlıyor gibi; saygı, empati ve aynalamaya dayalı sosyal ilişkiler kurabilmeliyiz.

Not 4: Hiç olurken duyduğum yüksek acı beni iyileştiriyor.

Cahit Zarifoğlu

Not 5; Her nasip vaktine esirdir.

Not 6: Zaman zaman ayaklarımız bizi hiç fark ettirmeden mezarlıklara götürür. Kimimiz bir dua, kimimiz bir alışkanlık, kimimizse bir hatırlayış için gireriz o sessizliğe. Fakat mezarlıklar çoğu zaman, ne söylediğimizle değil, neyi sustuğumuzla ilgilenir. Orada kelimeler değil, kalp konuşur. Çünkü toprağın üstünde kurulan bütün anlamlar, sonunda toprağın altındaki sessizliğe teslim edilir.

Yaşarken abartıyoruz pek çok şeyi. Bir sözün ağırlığına fazla anlam yüklüyoruz. Birinin bakışı, bir eşyanın eksikliği, bir olayın zamanlaması... Düşüncelerle yoruluyoruz, duygularla şişiyoruz. Kalbimiz, dünya telaşıyla şişmiş bir balon gibi, her an patlayacak gibi. Oysa hayat, bu kadar karmaşık değil belki. Belki de biz onu susmamız gereken yerde konuşarak, yavaşlamamız gereken yerde hızlanarak, bırakmamız gereken yerde tutunarak bu hale getiriyoruz.

Mezarlıklar, bu tür yanlış anlamaların en iyi ilacıdır. Bir taşın ardına yazılmış bir isim, bir tarih, bazen sadece “ruhu için” ifadesi... Hepsi bize bir şey söyler: “Geçicisin.” Ve bu hakikat, ruhun aslında en çok sükûnet bulduğu yerdir. Ölümden değil, fazlalıklardan korkmamız gerektiğini fısıldar. Her şeyin çok geldiği yerde, sadelik kendini kurtuluş gibi gösterir.

Kur’an’daki o ayet gelir akla: “Onlar, sağlam kalelerin içinde olsalar bile, ölüm onları bulur.” (Nisâ, 78) Ne çok kale inşa ediyoruz kendimize... Maddi güvenlikler, sosyal kimlikler, başarılar, ilişkiler... Oysa ölüm, kale tanımıyor. Ve belki de tam bu yüzden, en büyük özgürlük, en büyük huzur, “kalesiz” kalmayı göze alabilmektir.

Tasavvufun dediği gibi: Kalbin üzerinde her ne varsa, bırak. “Lâ” ile başla. Yoklukla, hiçlikle, sade bir var oluşla. Çünkü asıl dirilik orada başlar. Kendi içimizde, suskun ama canlı bir alanda. Dünya o zaman geriler; gündelik telaş, bir perde gibi yırtılır. Geriye sadece hakikat kalır. Ve o hakikat, genelde kelimesizdir.

Sade yaşamak, dünyayı terk etmek değil; dünyayı olması gerektiği gibi görmek demektir. Aşırı ciddiye almamak. Olana olduğu gibi bakmak. Gidenin ardından yürümek ama yükünü almamak. Ve sonra bir çay demlemek mesela, ağır ağır. Hayat, o buharın içinde gizlidir. Hiçbir şey hiçbir şeye yetmeyecek belki. Ama belki de mesele, yetmek değil, tanıklık etmektir. Olduğuna, geçtiğine, gittiğine...

Not 7: “Bülbüle gül yarar, deveye diken

Çiledir âşıkın boynunu büken

Tarlasına haram tohumu eken

Helal mahsulünü biçer mi bilmem.”

(Âşık Seyrani)

Not 8: “İnsan, dünyadaki en plastik varlıktır.”

(İsmet Özel)

Bir kelime, bir hakikati açabilir: plastik. Esneyen, biçimlenen, değişen... Bu kelimenin bugünkü çağrışımı yapaylığa, sahte olana meyletse de, insanın doğasına dair en doğru tespitlerden biridir bu. İnsan, koşullarla şekillenir, arzularla yoğrulur, acıyla kabuklanır. Bir kimlikten ötekine geçer; zaman zaman kendi suretine bile yabancılaşır. Ve belki de bu yüzden, insana dair düşünmek, sabit olanı değil; dönüşen, çarpışan, kırılan yanları anlamaya çalışmaktır.

Not 9: Jean-Jacques Rousseau, özgürlüğü “canının istediğini yapmak” olarak görmez. Ona göre özgürlük, “yapmak istemediğini yapmama kudreti”dir. Bu tanım, modern insanın içine düştüğü tüketim ve haz kültürünü tersyüz eder. Bugün arzunun kendisi, bir özgürlük simülasyonu olarak dolaşımdadır. Daha fazlasına erişmek, daha çok görünmek, daha yoğun hissetmek... Oysa gerçek özgürlük, reddetme yetisindedir. Kalabalığın yöneldiği yöne sırtını dönebilmekte, arzunun değil vicdanın sesine kulak verebilmekte gizlidir. Bu da ancak bir içsel bağımsızlıkla, bir bilinç disipliniyle mümkündür.

Not 10: Honoré de Balzac, Vadideki Zambak’ta insani zaafların sürekli ödün istediğini, bu zaafların ödünle beslendiğini anlatır. Bugün de durum farklı değil. Zaaflarımızın dili artık daha kurnaz, daha cilalı: "Biraz daha çalışırsan hak edeceksin." "Biraz daha susarsan seni sevecekler." "Biraz daha değişirsen kabul göreceksin." Her 'biraz' kendinden kopardığın bir parçadır. Ve insan, kendisinden ödün verdikçe, geriye ne kaldığını bilmeden yaşar.

Not 11: Ivan Gonçarov’un Oblomov’unda birlikte yaşamanın zorluğu anlatılırken, modern bireyin yalnızlıkla sınavı da satır aralarından sızar. “Birbirinin kötü yanlarına kızmamak için akıl olgunluğu gerekir” der Gonçarov. Ancak biz, çoğunlukla başkasının değil, kendi eksikliklerimizin gölgesinde yaşarız. Tahammül dediğimiz şey, yalnızca başkasını katlanılır kılmak değil, kendimizi anlamaya da yönelmelidir. Fakat insan, en çok kendine katlanamaz. Belki de bu yüzden hep bir başkasında kaybolmayı, bir başkasına tutunmayı arzular.

Not 12: İranlı yönetmen Abbas Kiarostami, bu arayışın başka bir katmanına işaret eder: “Bir çerçevenin içinde olmadıkları sürece, burnumuzun dibindeki şeyleri bile görmediğimizi fark ettim.” Modern insan, çerçevesiz bakamaz. Anlamlandırmak için çerçeveye, sınıra, yapıya ihtiyaç duyar. Dışına bakmaz, çünkü dışarısı tanımsızdır. Tanımsız olan korkutucudur. Bu yüzden kendi hayatımızda bile başkalarının çizdiği çerçeveleri benimsiyoruz: toplumun onayladığı başarı kalıpları, ailelerin yüklediği rol tanımları, medya tarafından parlatılmış güzellik ölçütleri... Fakat çerçevenin dışına bakmadığımız sürece, neyi kaçırdığımızı fark edemeyiz.

Not 13: Kiarostami, bir yerde şöyle der: “Hayır, her şey düzelmedi. Ama ben değiştim. Böyle olunca elbet her şey değişmeye başladı. Çünkü düşüncelerim değişmişti.”

Bu, insanın en kıymetli deneyimlerinden biridir: dönüşüm. Dış dünyayı kontrol edemediğimiz anlarda, içimizde başlattığımız küçük değişimler büyük yankılar doğurabilir. Belki olaylar değişmez, ama onlara verdiğimiz anlam değişir. Bu da çoğu zaman yeterlidir. Çünkü dünya, algımız kadar vardır. Ve algı, düşüncenin izinden gider.

Not 14: Kalbin temizliği olmadan iyi niyet; aklın sağduyusu olmadan doğruluk; estetik zevk olmadan güzellik eksik kalır. Her şeyin merkezinde irfan vardır: Bilgiden öte bir farkındalık, görgüden öte bir seziş, deneyimden öte bir derinlik. Ahmet İnam’ın dediği gibi: "Kırgınlık, ince bir duyarlık insanlara karşı." Bu kırgınlık, çoğu zaman bir incinme değil, bir anlama halidir. Eşyayı, insanı, sözleri ve sessizlikleri anlayan bir yüreğin durak noktasıdır kırgınlık. Çünkü artık hissedilmeyen, ama derinden fark edilen bir yalnızlıktır. "Sen de mi Brutus?" derken aslında "Sen de mi anlamadın?" der gibi... Anlamak üzere olanın sessiz feryadıdır kırgınlık. Herkes konuşurken, anlayan susar.

Not 15: Varlığın anlamına kulak kesilmeden yapılan her iş, eksik kalır. Kalbin, aklın, zevkin ve edebin harmanlandığı yerde ise sadece iyi işler değil, güzel insanlar da ortaya çıkar. Belki de bugün en çok ihtiyacımız olan bu: Kırılmaktan korkmayan ama kırmamayı bilen; anlamaktan yorgun düşen ama anlamaktan vazgeçmeyen insanlardır.

Not 16: Herkes gücünün yettiğine efeleniyor. İlişkiler hiyerarşik, dikey ve otoriter. Birbirimize saygıdan değil, korkudan mesafe koyuyoruz. Oysa korkunun hüküm sürdüğü yerde güven gelişmez. Yasalar toplumun en güçsüzünü korumuyorsa, en güçlüyü sınırlamıyorsa, o toplum çöker. Güven duygusunun erozyona uğradığı bir yerde insan, sadece fiziken değil, ruhen de yaşama sevincini yitirir. Toplum dediğimiz şey, sadece birlikte yaşamak değil; birbirine tahammül etmek, birbirini korumak, güçsüzü kollamakla anlam kazanır. Aksi hâlde bir ormana, daha kötüsü bir av sahasına dönüşür. Bugün yaşadığımız şey tam da budur: gücün hukuk hâline geldiği bir orman hâli. Bu ormanda ayakta kalmak için insanlığımızdan feragat etmeye zorlanıyoruz.

Not 17: Yarış atları, yalnızca hız ve kısa mesafe performansına odaklı yetiştirildiklerinden; sosyal içgüdüleri körelir, doğal hareket çeşitlilikleri bastırılır, zihinsel esneklikleri zayıflar ve erken fiziksel tükenme yaşarlar. Doğal çiftlik ortamında yetişen atlar ortalama 25 yıl yaşarken, sürekli yüksek koşu performansına göre yetiştirilen yarış atlarının ortalama 18 yıl yaşadıkları bilinmektedir. Yüksek yoğunlukta, uzun süre boyunca test odaklı yetiştirilen öğrenciler de, sınav başarısı dışında tüm beceri alanlarından koparılır, merak ve keşfetme dürtüleri köreltilir, eleştirel düşünme yönleri ve özgünlükleri gelişmez, empati duyguları ve işbirliği refleksleri zedelenir. Bu bağlamda, özgüvenleri test puanları yoluyla dışsal uyaranlara ve araçlara bağımlı hale gelirken; uzun vadede kişilik zayıflığı, toplumsal aidiyet eksikliği ve mesleki kırılganlık gibi çok yönlü sorunlar ortaya çıkar.

Sürekli test başarısına endekslenmiş, hayatın anlamını testlerde aldıkları puanlarla özdeşleştiren öğrenciler, sosyal çevrelerinden koparak yalnızca bireysel performans sıralamasında varlıklarını tanımlayan, çevresel duyarlılık ve toplumsal aidiyet hislerinden uzaklaşan, empati ve paylaşım refleksleri körelmiş, kollektif üretim ve takım sinerjisi oluşturma becerileri ciddi biçimde zedelenmiş bir yapıya sürüklenirler. Bu kişilerde, sistemin sürekli rekabet ve kıyaslama baskısıyla beslediği görünmez narsistik eğilimler derinleşirken, başarıyı kişisel üstünlük kalkanına dönüştüren; birlikte hareket etmeyi “zayıflık,” yalnız ilerlemeyi “üstünlük” olarak kodlayan sağlıksız bir karakter yapısı şekillenir. Oysa bu durum; hayatın gerektirdiği, sosyal uyum, takım çalışması, birlikte üretme ve “grup aidiyetinin paydaşı olma” ilkelerine bütünüyle ters düşmektedir.

Ebeveynlerin, bir sendrom olarak nitelendirilebilecek “çocukları üzerinden kendilerini gerçekleştirme” yaklaşımı; temelde çocuklarının sınav başarısını kişisel sosyal statülerinin uzantısı olarak algılamalarıyla ifade edilebilir. Türkiye’de ailelerin LGS ve YKS sınavlarına marazi derecede abartılı yaklaşımlarına bakıldığında; sınav sonuçları, çocukların değil, ailelerinin sınıfsal aidiyetlerinin ve toplumsal statülerinin göstergesi hâline getirilmiş durumdadır. Bu bağlamda sınav süreci, çocukların sağlıklı gelişme alanı olmaktan uzaklaşıp, ebeveynlerin narsistik ihtiyaçlarını tatmin arayışına girdiği bir zemine dönüşmüş bulunuyor.

Toplumun sağduyulu olması beklenen yetişkin kesiminin (ebeveynler, eğitimciler, bürokratlar, siyasetçilerin), bu gerçeğin tersine davranarak sınav puanını insanın bütün hayatını şekillendiren “mutlak başarı ölçütü” gibi görmeleri; “kollektif akıldışılık” ve “toplumsal bilinç geriliği” olarak tanımlanabilir. Devletin ve eğitim sorumlularının, böylesine dejenere edici bir sakatlığı, ortadan kaldırmak yerine kabullenmesi, hatta savunması; Türk eğitim sisteminde kitle psikolojisinin yozlaştırıcı gücünü ve toplumunuzun büyük bir illüzyonun etkisi altında olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Test odaklı eğitim sistemlerinin ürettiği temel çıktı, kısa vadede sınav kazanma becerisi yüksek; ama uzun vadeli düşünme, özgün değerler üretme, eleştirel sorgulama ve duygusal dayanıklılıkta ciddi zaaflar taşıyan bir insan profilidir. Bu da makro düzeyde, “niteliksiz beşeri sermaye” problemine yol açar. Nitekim Türkiye, eğitimli insan sayısını arttırsa da, nitelikli insan yetiştirmede dünya sıralamasında geri planda kalmaktadır. PISA testlerinde Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında en son sıralarda yer alması, bu gerçeğin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Yarışma odaklı yetiştirilmiş, ama değer üretme becerisi olmayan öğrenciler, AR-GE faaliyetlerinde ve yüksek teknoloji geliştirmede yetersiz kalmakta; sonuçta bu durum ülke ekonomisinin düşük katma değer sarmalından ve “orta gelir tuzağından” çıkmasına engel olmaktadır. Türkiye’nin, Küresel Yenilikçilik endekslerinde sürekli geri sıralarda kalması, “bilgili ama üretken olmayan insan kaynağı” yetiştirmesiyle yakından ilgilidir.

Not 18: Ne olup bitmektedir böyle, dünyanın son üç asırdır kültür, medeniyet adına dönüp baktığı, gıpta ettiği ülkelerde kötülük gittikçe para çiçeği misali çoğalma eğrisi çizmektedir. Gelecek on yıllar içinde kötülüğün pek çok koldan ülkeleri, insanları, kültürleri saracağını, kötülerle iyiler arasında değil, kötülerle kötüler arasında çatışmaların artacağını hissetmek kehanet değil artık. Kapitalizmin kimi dinlerle kol kola girip şu veya bu ülke görüntüsüyle düşman üretmesi, komşusuna göz koyması, insani değerler adına hemen hiçbir öncelik taşımaması üzerinde düşünmeyi mecbur kılıyor vicdan sahiplerini. Para ve silah gücünün yanına nüfus üstünlüğünü de koyan en doğudan en batıya, en eski kültürden en yeni küresel güçlere değin odaklar, el birliğiyle kötülüğün gerekçelerini büyütüyorlar. Şu anda, dünya ölçeğinde, kimsenin güvenle dönüp bakabileceği küresel bir güç yok. İspanya, İrlanda, Güney Afrika hatta İtalya gibi duyarlı ülkeler sadece ses çıkarabiliyorlar. O kadar.

Not 19: Pilea çiçeğine Çin Para Çiçeği ismini de koymuşlar nedense. İlkin pek anlam veremiyorsunuz bu yavru fil kulaklı bitkiye hangi sebeple bu ismin verildiğine. Sonra, onun yerini sevip yavaş yavaş kendi içinde gönenip adeta bir iç koloni ruhuyla büyüdüğünü görünce anlıyorsunuz. Hele soğan erkeği gibi tohum direkleri çıkarıp kendi dibinden pıtrak pıtrak can bulduğuna şahitlik ettiğinizde aranız daha bir sıkı fıkı oluveriyor. Haydi gel, bak ben kendimi kendi içimde doğurup çoğalttım bir parçamı saksımdan ayır başka saksıya koy. Göreceksin bir süre sonra o da aynısını yapacak. Damarlarını bir duygu efekti gibi saklayan büyüdükçe yeşilin doygun maneviyatına bürünün yapraklar göz kadar gönül de doyurur bizde. Sonra da düşünürsünüz bu çiçeğin yarınında hep geçmişi barınır. Tıpkı hayatın geleceğinde dünün dokusunun yaşaması gibi olup biter her şey. İnsana buradan bir pay bir işaret düşer gibidir. Hayat zaten bir sürekli çağrışımlar silsilesidir.

Pilea’ya ‘para çiçeği’ ünvanını layık bulanlar içten içe bir çoğalma, zenginleşme imasında da bulunurlar belli ki. Hatta para parayı çeker cinsinden bir görüş bile köklendirirler. Halk zihin kumaşını hangi iplikle ve ne tür desenle dokuyacağını bilir. Lakin, dünyamızın gidişinde de Pilea’nın huyuna benzer bir kötücül çoğalma nicedir almış başını gidiyor. Bitkiler, hayvanlar kendi tabiatları içinde masumdurlar. Biz sadece insan denilen karmaşık varlığın hallerini değerlendirmek için onlara başvururuz. Haklarını ödeyemeyeceğimiz gibi onları da varlıklarından sapıttığımız doğrudur. Umulur ki onların cins çoğulluğu uzun vadede insana da kurtuluş olur. Kötülüğün yarının geleceği adına attığı adımlar tez vakitte iyilik tarafından çelmelenir.