Aile boyu hırsızlık..
Elli yaşına merdiven dayadım. Şu dünyada gördüğüm bir şey varsa o da şudur: Eğer bir iyi hırsızsa bu özel sektörde olabilir kamuda olabilir. Sana destek olacak kan bağı olan ya da kuvvetli hısımlık ve çıkar bağı olan yoldaşların veya paydaşların olacak.
Konumuz son gözaltı ve görevden el çektirme. Antalya Belediyesi soruşturmaları neticesi polis şefine uzandı. Antalya İl Emniyet Müdürü görevden alındı. Antalya İl Emniyet Müdürü İlker Arslan'ın görevden el çektirilmesinin nedeni rüşvet.
Arslan, bir süredir mercek altındaydı. Kuvvetli delillerden sonra durum Emniyet Genel Müdürlüğü'ne bildirildi. Eşinin çalışmadan maaş aldığı şirkete Antalya Büyükşehir Belediyesinden iş verdirtmiş ve hem komisyon almış hem de Büyükşehir yetkililerine rüşvette aracılık yapmış.
Genel Müdürlük tereddüt etmeden derhal gereğini yapıp görevden el çektirdi.
Gözaltı kararından sonra Arslan telefonlarını kapatıp ortadan kayboldu.
Kendisine henüz ulaşılmış değil.
Son olarak kendisine ait araç Niğde otoyolunda durduruldu ancak içinden eşi ve kardeşi çıktı.
Haram yeme de bir aile geleneği anlaşılan. Aile boyu hırsız. Hırsızlık için eşin ve kardeşin olmazsa zor. Tek başına zor.
Bizim evliya gibi kanaatkar eşlerimiz ve Allah’tan korkup ahirete iman eden kardeşlerimiz olunca şükürler olsun bu işlerden uzak kalabildik şükürler olsun. Allaha şükretmek lazım hırslı avradımız ve yolsuz kardeşlerimiz olmadığı için. Tüm hırslarını bizi ele geçirince kaybetmişler görünüyor hanımlarımız. Kardeşlerimizi ise rahmetli anam iyi yetiştirmiş. Yoksa ödül cazip. Para tatlı.
Güney Kore:
1997 Asya krizi sonrası Güney Kore’de siyasetin ve iş dünyasının iç içe geçtiği yolsuzluk ağları sert şekilde kırıldı. Dev şirketlerin (chaebol) hesap verebilirliği artırıldı, dijitalleşme yoluyla kamu ihaleleri şeffaflaştırıldı. Türkiye de benzer şekilde krizleri fırsata çevirebilir; teknoloji tabanlı şeffaflık sistemlerini hızla hayata geçirebilir.
Yolsuzluk ve rüşvet çarkı yalnızca en tepede değil, en aşağıda da yeniden üretiliyor. Devletin en tepesinde yaşanan bir yolsuzluk, en alttakine cesaret veriyor. Küçük bir “iş hızlandırma bahşişi” ile başlayan çark, milyarlarca dolarlık ihalelere kadar büyüyor. Bu zincir kırılmadığı sürece, yozlaşma bütün toplumsal dokuyu çürütecek.
Elbette sıfır yolsuzluk hiçbir ülkede mümkün değil. Fakat yolsuzluğu besleyen kök nedenler —ekonomik krizler, gelir adaletsizliği, hukuksuzluk, denetimsizlik— azaltılabilir, kontrol altına alınabilir. Bunu yapmadığımızda, rant kültürü üretim kültürünün önüne geçiyor, gençler inovasyona değil “nasıl pay alırım” sorusuna kafa yoruyor.
Türkiye’nin Çıkışı İçin Beş Adım
1.Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik
Kamu ihaleleri, teşvikler ve krediler dijital ortamda herkesin erişimine açık olmalı. Denetim bağımsız ve uluslararası standartlarda yürütülmeli.
2.Bağımsız ve Güçlü Yargı
Yargının siyasetten arındırılması şart. Yolsuzluk davaları hızlı, adil ve caydırıcı sonuçlar doğurmalı.
3.Etik ve Eğitim Reformu
Eğitim müfredatına dürüstlük, hesap verebilirlik, etik iş kültürü entegre edilmeli. Genç kuşaklara rüşvet değil, üretim ve inovasyonun değerli olduğu gösterilmeli.
4.Özel Sektörde Denetim ve Sorumluluk
Şirketler, aldıkları krediler ve teşviklerle ilgili şeffaf raporlama yapmalı. Devlet kaynaklarını lüks tüketime harcayan iş insanları toplumda itibar değil, yaptırım görmeli.
5.Bağımsız Medya ve Sivil Toplumun Rolü
Yolsuzluk vakalarının ortaya çıkarılması ve toplumsal farkındalık için medya ve STK’ların özgürlüğü güvence altına alınmalı.
Kısa Vadede Üç Uygulanabilir Politika Önerisi
1.Dijital İhale ve Kamu Harcama Sistemi
Tüm kamu ihaleleri ve harcamaları anlık olarak dijital bir platformda, toplumun erişimine açık hale getirilmeli. Estonya ve Güney Kore örneklerinde olduğu gibi blokzincir tabanlı ihale sistemleriyle manipülasyon ve kayırma ihtimali en aza indirilebilir.
2.Kamu Görevlileri İçin Zorunlu Mal Varlığı Beyanı
Milletvekilleri, belediye başkanları, üst düzey bürokratlar ve kamu şirketi yöneticileri için düzenli mal varlığı beyanı zorunlu hale getirilmeli. Bu beyanlar bağımsız kurumlarca denetlenmeli ve kamuya açık şekilde paylaşılmalı. Böylece şeffaflık kültürü kökleştirilir.
3.Bağımsız Yolsuzlukla Mücadele Ombudsmanı
Hükümetten ve parlamentodan bağımsız, doğrudan halkın şikâyetlerini değerlendiren güçlü bir “Yolsuzluk Ombudsmanı” oluşturulmalı. Bu kurum, tıpkı Singapur’un Özel Soruşturma Bürosu (CPIB) ya da Hong Kong’un ICAC modeli gibi, tam yetkiyle yolsuzluk vakalarını soruşturabilmeli.
Güvenin ve Dürüstlüğün Yeniden Tesisi:
Türkiye’nin geleceği, rüşvet ve yolsuzluğun normalleştiği değil; dürüstlüğün, üretimin, inovasyonun ödüllendirildiği bir toplumda yatıyor. Yolsuzluğu tamamen ortadan kaldırmak belki mümkün değil; ama kök nedenlerini azaltmak, sistematik hale getirmemek ve toplumsal bilinci güçlendirmek mümkün.
Kısa vadeli adımlar —dijital ihale sistemi, mal varlığı beyanı ve bağımsız ombudsman— hayata geçirildiğinde, yalnızca ekonomide değil, siyasette ve toplumsal dokuda da yeni bir güven zemini oluşacaktır.
Bu konuda Singapur’un sıfır tolerans yaklaşımından, İskandinavya’nın toplumsal güven kültüründen, Güney Kore’nin kriz sonrası şeffaflık reformlarından öğreneceğimiz çok şey var.
Türkiye’nin yeni kuşak liderleri, bu dersleri hayata geçirmek zorunda. Aksi halde bedeli yalnızca bugünkü kuşaklar değil, gelecek nesiller de ödeyecek.
Not 1: Paris, aşkın, romantizmin ve sanatın başkenti olarak hayal edilir. Şanzelize’de bisiklet süren zarif kadınlar, Eyfel Kulesi’nin ışıltısı ve Chanel kokulu sokaklar. Ancak bu romantik imaj, gerçekle karşılaştığında çökebiliyor.
Paris Sendromu, özellikle Japon turistlerin, bu aşırı idealize edilmiş şehir imajıyla Paris’in kaotik, kalabalık ve kimi zaman kaba gerçekliği arasındaki uçurumu fark ettiklerinde yaşadıkları psikolojik rahatsızlıktır. Baş dönmesi, halüsinasyonlar, hatta intihar düşünceleri gibi ciddi belirtilerle kendini gösteren bu sendrom, hayallerle gerçekler arasındaki çatışmanın ne kadar derin olabileceğini gösteriyor.
Not 2: Türkiye, bugün dünyada en yüksek ikinci kredi faizini uygulayan ülke. Birincilik, yıllardır ekonomik iflas içinde debelenen Venezuela’da. Sefalet endeksinde Türkiye, savaş bölgelerinin hemen yanında yer alıyor; hatta Filistin’in bile daha iyi durumda olması, ekonomik çöküşün vahametini anlatmaya yetiyor. Yüksek faiz, işsizlik ve enflasyon üçgeni, toplumun bütün kesimlerini kıskaca alırken, iktidar medya gücü ve kimlik siyasetiyle hâlâ belli bir tabanı konsolide edebiliyor. Ancak rakamların gösterdiği çıplak gerçek şu: Türkiye, hızla iflas etmiş devletler ligine doğru sürükleniyor ve yargının siyasallaşması, bu gidişatı hızlandıran bir etken haline geliyor.
Türkiye bugün tam da bu noktada duruyor: Yargı eliyle siyasetin budandığı, toplumun geleceksiz bırakıldığı, uluslararası imajın yerle bir olduğu bir süreçten geçiyor.
Not 3: Barış o kadar sihirli bir kelime ki, savaş planları yapanlar “baskın basanındır” derken bile toplarını-tüfeklerini barış güvercinlerine taşıtırlar. Bu yüzden gürültülü barış laflarından tedirgin olmanız normal.
Tarihte tecrübe ettiğimiz üzere aslolan maalesef savaş hali. Kavga ederek geçirdiğimiz hayat maceralarımızda, yorgun düştüğümüz aralıklara barış adını veriyoruz. Barış hali bir istisna, sadece hayallerimizi süsleyen bir umut. Bir cennet tasavvuru gibi.
Not 4: Türkiye bugün seçim kararı alsa, Süreç gibi çok hayati bir konu müstakbel iktidarın inisiyatifine ve iradesine bırakılsa, yap-boz tahtasına dönen mevcut durumdan daha sağlıklı bir ilerleme ve sonuçlar elde edilebilir. Asıl atılması gereken adımlar, infaz yasası, kayyım meselesi, yargı kararlarının uygulanması gibi ilerlemeler daha kolay sağlanabilir.
Not 5: Bana sorarsanız Suriye Kürtlerinin yönünü döneceği iki kıble var. Birincisi Diyarbakır, kültürün ve kimliğin yuvası, ikincisi de refahın köprüsü olarak İstanbul. Öcalan’ın kapsamlı bir şekilde fark ettiği, Kürt aydınlarının bir kısmının da derinden sezdiği üzere bütün Kürtlerin güvenliği ve geleceği için Türkiye dışında bir melceleri yok. Türkiye’nin bölge Kürtlerine yönelik şu son Devlet Projesi’nin dayanağı da bu yalın gerçek.
Türkiye’nin Suriye politikası, Şam üzerinden Kürtleri kontrol altına almak değil, Kürtler üzerinden bölgede barışı tesis etmek olmalı. Gerçekçi olan politika bu.
Bu ana strateji Devlet Projesi içinde mevcut, ancak çoğu kimse durumun farkında değil. Şam üzerinden Kürtleri kontrol altına alma projesi, gerçekte bilerek veya bilmeyerek Çözüm Süreci’ni baltalama teşebbüsüne dönüşür.
Meclis Komisyonu’nun ikna etmeye çalıştığı Türk Kamuoyu artık uyanmalı. “Nasıl olsa devlet bu işlere vaziyet ediyor” konforu, sürecin yürümesine engel oluyor. Türkler arasında gerçekçi, tutarlı ve kararlı bir duruş ve muhataplar gerekiyor.
Not 6: Bana ne Paris'ten
New York'tan Londra'dan
Moskova'dan Pekin'den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den
Kucağıma dökülen
Altın leylak
Not 7: “Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
“Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.”
Edip Cansever, “Eylülün Sesiyle” şiirinde sonbaharın gelişini böyle anlatmıştı. 1981 yılıydı, yani 12 Eylül Darbesi’nden bir yıl sonra; kimilerine göre bu zaten bir darbe şiiriydi. Aradan 40 yıl geçtikten sonra yeniden okuyunca eylül ayına dair can sıkıntısı şiirinden başka bir şey olmadığını düşündürüyor insana oysa. Cansever Kapalıçarşı’daki antika dükkanının asma katına oturmuş (Çarşı’da babasından kalan dükkanı ortağıyla birlikte işletiyordu), genellikle olduğu gibi can sıkıntısını dizelere dökmüştü. “Baylar! Bin dokuz yüz seksen birdeyiz” dizeleri dışında şiirde 12 Eylül’ü çağrıştıran hiçbir şey yoktu…
Not 8: Edip Cansever ömrünü Kapalıçarşı Sandal Bedesteni’ndeki dükkanında geçirdi ve bu ülkede yaşamanın can sıkıntısını anlatan şiirler yazdı. Mendilimde Kan Sesleri’nde şöyle demişti:
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına”
Türkiye piyasaları da bu ülkeye benziyor işte…
Not 9: Bir ülke düşünün… Sabah televizyonlarını açıyorsunuz; ekranlarda birbirini aldatan eşler, rezil testler, sahte kahkahalar. Reyting için aileyi pazara çıkarmış bir toplum… Evdeki çocuk bunu izliyor. Yarın kendi yuvasını kurduğunda neye benzetecek? O ekranlarda gördüğüne. Yani biz aileyi kaybettik, farkında bile değiliz.
, Bir çarşı düşünün… Kasabın terazisi pas tutmuş, bakkal kepenk indirmiş, manav dükkânını devretmiş. Yazıda “geçici kapalıyız” yazıyor ama aslında sonsuza kadar kapalı. Çünkü esnafın defterine tefeci çökmüş. Çünkü borç kapısını mafya çalmış. Çünkü artık adaletin yolu adliyeden değil, karanlık arka sokaklardan geçiyor.
Bir sokak düşünün… Çocuk parkından kahkaha değil, kurşun sesi geliyor. Bir evde düğün var, yan sokakta cenaze. Ağıt ve müzik karışıyor. Fail belli: işsizlik, çaresizlik, yoksulluk. Ama faili görmek istemiyoruz, çünkü aynaya baktığımızda kendi suretimiz çıkıyor.
Not 10: Ve bir perde düşünün…
Perdenin adı: Alışkanlık.
Biz her şeye alıştık. Enflasyona alıştık. İflaslara alıştık. Mafyaya alıştık. Cinayetlere alıştık. Rezil televizyonlara alıştık.
Alışa alışa çürüdük.
Bugün en büyük düşmanımız, bize kurşun sıkan eller değil;
her gün gördüğümüz rezalete alışan gözlerimizdir.
Perde kapanıyor.
Ama biz hâlâ seyirci koltuğunda alkış tutuyoruz.
Unutmayın:
Oyun bittiğinde sahnede kimse kalmayacak.
Geride sadece, kendi sessiz çöküşünü izleyen bir millet kalacak.
Not 11: İnsanların görünüşlerine bakarak onlarda üstünlük bulmaya çalışanlar hep kaybetti.
Not 12: Sevgili kalbim
Neden seni böylesine görmezden gelen birine karşı böyle çarpıyorsun..
Not 13: Gerçek din, ilan ettiğimiz inancımız değil, sürdürdüğümüz hayattır.
Sezai Karakoç
Not 14: Başını eğmiş zalimleri dinlersin
Dersin 'lokmam ellerinde'
Filistin bir sınav kağıdı
Her mü'min kulun önünde
De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır
De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine
Cahit Zarifoğlu
Not 15: Birinin ayrıcalığı diğerinin yüküdür.
Not 16: Benim beğenmediğim kişilerin beni beğenmesini istemiyorum.
İsmet Özel
Not 16: Türkiye’deki zenginler vatan hainidir. Çünkü paralarını Türkiye’nin aleyhinde iş yaparak kazanmışlardır. Peki, zenginler vatan haini de, fakirler vatanperver mi? Hayır. Bunlar da vatan haini olamayan insanlardır. İhanet edecek fırsat ellerine geçmemiştir.
İstiklâl Yürüyüşleri/ İsmet Özel
Not 17: "Türkiyeli" tabiri çelişkilidir. Çünkü Türkiye diye bir yerin olabilmesi için Türk'e ihtiyaç var. Yaşadığım, egemen olduğum topraklara ben Türk'sem Türkiye denir. "Ben Türkiyeliyim, ama Türk değilim." Bunu ancak gayri-Müslimler söyleyebilir.
İsmet Özel
Not 18: Türkiye’de İslâm’ı o hale getirdiler ki “Allah rızası” sözü bir dilenci beyanı haline getirildi.
İsmet Özel
Not 19: Andre Gide “Etik, estetiğin bir şubesidir.” der.
Güzellik konusunda hususi tercihler yapmayı başaramamış insanların ahlâkî tercihlerinin isabetli olacağını düşünmemiz mümkün değil.
İsmet Özel
Not 20. Hiçbir kadın bir günde fahişe olmaz. Ama bütün ömrünü fahişelikle geçirmiş bir kadın bir günde iffetli bir kadın olabilir. Ölünceye kadar da iffetli kalır. Türkiye'de herkes bir anda doğru konusunda kararlı olmaya karar verebilir. Bundan ümitliyim.
İsmet ÖZEL
Not 21: Türkiye'de yaşayanlar vatan hainlerinin, asker kaçaklarının çocuklarıdır. Biz İstiklâl Harbi'ni bir avuç Müslüman eliyle yürüttük.
İsmet Özel
Not 22: İsmet Özel: Anayasadan Türk kelimesini çıkarmaya yelteniyorsan ben seni tehdit ederim.
Not 23: Ben “Türk’üm ve üstünüm” dediğim zaman diyorlar ki; “İslâm’da kavmiyet yoktur, Arab’ın Acem’e üstünlüğü yoktur.” Biz de zaten bunu söylüyoruz. Biz “Türk’üz ve üstünüz” derken zaten takvayı öne sürüyoruz. Dünyada İslâm’ın bayrağını yükselten Türklerden başka kim ki?
İsmet Özel
Not 24: “Her kim bir milyon okuyucu beklemezse” demiş, Johann Wolfgang von Goethe, “bir tek satır bile yazmasın.” Ben bu görüşün tam tersini savunuyor ve diyorum ki, her kim “Beni okuyacak bir kişi vardır.” diye düşünüyorsa hemen yazmaya başlasın ve imkân bulursa ciltler dolusu yazsın.
Not 25: Tek başına bir şey değilsen başkalarıyla bir şey olamazsın. Tek başına bir şey olmak zorundasın.
Not 26: 40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun.
Not 27: Şu soruyu sormaktan kaçındık ve kaçınıyoruz: Acaba nasıl olmuş da bazı müteahhitler hırsızlıklarına elveren bir ortamda faaliyet gösterebilmiş?
İsmet Özel
Not 28: Tatil yapan herkes ahlâken düşük bir insandır. Kim ki tatil yapıyor, o insanı sefil kabul etmemiz lâzım.
İsmet ÖZEL
Not 29: 'Türkiye' sözüne itiraz ediyoruz. Bu topraklara 'Türkeli' demeyi teklif ediyoruz.
İsmet Özel
Not 30: Gurbette ömrüm geçecek
Bir daracık yerim de yok
Oturup derdim dökecek
Bir vefâlı yârim de yok
Gönlüm bir güzele düştü
Sarf edecek mâlım da yok
Özendim derviş olmağa
Hırka ile şalım da yok
...
Karacaoğlan
Not 31: Kendim vereceğim hesabı esasa alarak, "öleceğim gideceğim bir şeyleri söylemem lazım", adam bunları söyleyebileceği halde söylemedi denmesin diye konuşuyorum. Yoksa bir işe yarayacağından değil.
İ. Özel
Not 32: Ömrünüzün herhangi bir ânında bir kez olsun, "Ben neyimle Müslümanım?" sorusunu sordunuz da, buna kesin bir cevap sağlayabildiniz mi?
İsmet Özel, Cuma Mektupları
Not 33: Turgut Özal'ı anlayan beni anlayamaz.
İ.Özel
Not 34: 1 kg elma 120 TL. En büyük banknot 200 TL 2 kg elma almıyor. Korkunç bir gıda enflasyonu var. Yıllık enflasyonun %32 olduğuna halkın ikna olması için sepetteki kalemlerin yıllık değerleri mutlaka şeffaf bir şekilde açıklanmalı.
Not 35: Başka birine yapabileceğiniz en acımasız şeylerden biri, onları gerçekte olduğundan daha fazla önemsiyormuşsunuz gibi davranmaktır... (DOUGLAS COUPLAND / Hey Nostradamus)
Not 36: Atamıyorum üstümden yorgunluğu, ne kadar dinlensem... Bizim yorgunluğumuz gövdemizde değil, ruhumuzda olsa gerek...
Not 37: Bazen durup kendi kendinize şöyle söylendiğiniz oluyor mu?
"Etrafta ne çok mitoman var yahu? Hep mi böyleydi yoksa pıtrak gibi çoğaldılar mı?"Mitoman...
Seri yalan söyleyenler...
Yalan söyleme hastalığına tutulanlar...
Hep yazdım: Eskiden yalancılar yalanlarından utanırlardı, mitomanlarseriye bağlıyorlar ve bu becerilerinden çok memnunlar.
Evet! Bu yeni ve toplumu içeriden dağıtan bir salgın...
Not 38: Batılı popçular, rockçılar, sinema yıldızları "Gazze'yi unuttuğumuz tek bir gün bile yok" türünden açıklamalar yapıyorlar.
Ya bizimkiler?
Çoğu Gazze'yi bilmiyor bile, bazıları da işitmek bile istemiyor.
Korkunç!
Not 39: Gençlere iş hayatını ve başarıyı sadece "Çok çalışan kazanır" ile açıklamaya çalışanlar bunu halis bir kalple yapıyorlarsa, sözüm yok, anlarım ve içimden "Keşke öyle olsaydı" diye geçiririm.
Diğerlerine gelince...
Hep çok varlıklı ya da başarıları art arda sıralamış tipler oluyor...
Dikkatimi çekiyor...
Bu teze en çok inananlar da aile mirasını yiyip bitiremeyenler...
İlginç değil mi?
Ama çok çalışıp yine de kazanamayan ve başaramayanları hiç mi hesaba katmayacağız?
Bize "Çalışın" diyen büyük sistemler ve vahiy söylemi aynı zamanda sürekli adalete de vurgu yapıyor.
Var mısınız adalet üzerinde durmaya?
"Fırsat" ve "başarı" denilen şeyin de bir adaleti var elbette...
Ama ortalarda pek görünmüyor.
Not 40: "Hiç değişmemişsiniz" dedim. Saçlarının rengini, yüzünün kırışıklığını söylüyorum sandı. "Adam olamamışsınız" demek istedim oysa... (KEMAL TAHİR / Yol Ayrımı)
Not 41: Dün akşam yaşamaya biraz ısınırım umuduyla gezmiştim, bütün gece gördüklerim, artık bu bencil insanlardan kurtulmak gerektiğini anlattı. (KEMAL TAHİR / Esir Şehrin Mahpusları)
Not 42: Şimdi eğitim dönemine yaklaştık ya...
TV'lerde ve Youtube'da "Gençleri geleceğe nasıl hazırlamalı" başlıklı sohbetler çoğaldı.
Şimdi bana kızacaksınız ama konuşmacıların çoğunun "yeni gelecek"ten haberleri yok.
Hâlâ eski kriterlere göre üniversitede bölüm falan öneriyorlar.
Cümlelerinin içinde "yapay zekâ" terimi geçmese, 90'larda kaldıkları şıp diye anlaşılır, öyle bir tuhaflık.
Peki tavsiyelerini sundukları gençleri tanıyorlar mı?
Tamam! Tamam! Sustum.
Not 43: Yaz plaj ve güneşten ibaret bir mevsim değildir. Bunlar insanlık serüveninde topu topu 150 yıllık bir hikâye!
Yaz, akşamlardır.
Ürpermeden, üşümeden, karanlıktan korkmadan uzatabildiğimiz gecelerdir.
Yaz mevsimini gerçekten seven biri, onu her şeyden önce akşamlarıyla seviyordur.
Güzelim yaz gitmeye hazırlanıyor.
Akşamlarının değerini bilin.
Not 44; Bir arkadaşım da şöyle anlattı geçen gün: "Babamın artık yürümesi çok zorlaştı, sürekli bakım gerektiriyor; eh, ihtiyarlık tabii, kapris de yapıyor, kardeşler arasında birer aylık süreyle dolaştırıyoruz, kimse uzun ilgilenmek istemiyor, adamcağız bir eve alışınca, toparlanıp ötekine gitmek ağırına gidiyor."
Sonra da kocaman bir "off" çekti, "Çok zor abi, çok!" dedi...
Not 45; Kendimize soruyorum, gelecek plancılarına, siyasetçilere soruyorum...
Hoş ve özlü sözlerle nereye kadar?..
Ömürler uzadıkça uzuyor ama bin türlü düşkünlük, hastalık eklenerek...
Kent yaşamı ve gündelik hayat iktisadı ihtiyarların düşkün hâllerine uygun düşmüyor.
Not 46: Geçen gün ne göreyim?
Resmi Gazete'de yayınlanan kararla 8 yıl aradan sonra stüdyo dairelere, yani 1+0konutlara yeniden izin çıkmış.
Herkes aklındakiyle bakıyor olaya tabii...
Hemen "Buralar ahlakı bozar" diyenler var, "Ucuz olur, yatırım için almalı" diyenler var.
Ben de içimden şöyle mırıldanıyorum:
"İhtiyarlara yer yok bu gidişle!" Stüdyo dairede kim kime bakar?
Düşünün, 2+1 konutlarda oturan kardeşler bile birbirleriyle kavga ediyorlar; "Ben annemi nereye alayım da bakayım, çocuklar ve bizden geriye evde yer kalmıyor" diye...
Müteahhitler mi?
Onlar memnun tabii, sistem hep onlara çalışıyor.
Not 47: Stüdyo daireler...
1+1'ler...
Ne bunlar, yüzleşmeye var mısınız?
Hayatı otele çevirmece...
Kenti toplama kampı kılma...
İnsanın gerçeğini iktisat halısının altına tıkıştırmaca...
Gerçek şu:
Müreffeh sınıflar hariç, insanlığımız, merhametimiz, aile bağlarımız sürekli erozyona uğruyor...
Not 48: Şen olmak, eğlenmekle aynı şey değildir. Şen insanın mutluluğu, doygunluğun, kemalin mutluluğudur. Özel bir andan çok daha fazlasını barındırır. Çocuğun mutluluğuna benzer. (WILHELM SCHMID / Sakin Kalmak)
Not 49: Gözüm dalar uzaklara/ Bir hayal rüya olmuşum./ Bize benzemez buralar/ Kendime diyar olmuşum..
Not 50: Aşkın anlam arayışındaki trajik boyutu Tristan ve Isolde’nin hikâyesinde de görünür. Onları birbirine bağlayan iksir, kavuşmayı değil imkansızlığı getirir. Ne birlikte yaşayabilir ne de ayrılabilirler ve bu aşk, varoluşun insan ruhundaki eksikliğini açığa çıkarır. Wagner’in operasında da aynı gerilim derinleşir. Aşk, iki kişinin bağı olmaktan çıkar, sınırları aşma isteği ve aynı anda ölümle yüzleşme arzusu hâline gelir. Tristan ve Isolde, aşkın hem yüce bir arayış hem de dipsiz bir çıkmaz olduğunu hatırlatır.
Not 51: Anlam aramak huzura varmak değil, hiç kapanmayacak bir yarayla yaşamak. İnsan bu. Birlikte-varlığa muhtaç olduğunu bilir ama bu karmaşanın hiç bitmeyeceğini de sezgisel bir ürpertiyle hisseder.
Anlam, insana tamamlanmış bir bütün olarak değil, eksikliğin gölgesinde taşınacak bir yazgı olarak verilir. Geç kalmalar, imkansızlıklar ve keşkelerle dolu bir yazgıyla…
Not 52: Peyami Safa’nın da anlatmaya çalıştığı o insan, tıpkı Samim gibi akıl ve sezgi, Meriç’in idealleri ile Selmin’in cazibesi arasında daima parçalanmış kalmaya mahkûm. Bu gerilimin bir gün biteceğini sanmak de en büyük yanılgı. Çünkü anlam arayışı çözümlenerek nihayete erecek bir denklem değil. Kendi içinde sürekli çatışan ve her defasında insanı biraz daha yalnız bırakan bir yazgı. İvan’ın isyanı da Alyoşa’nın teslimiyeti de aynı kırılmanın farklı yüzleri. Samim’in çıkışsızlığı da bizim payımıza düşen hakikatin çıplak yüzü...
Not 53: Galatasaray Üniversitesi profesörü Aylin Ataay emekli olmuş, diploma iptalinden dolayı. Türkiye’de yapılan üniversite sınavında Türkiye’deki mevcut üniversitelerinden birini kazanamayacak kadar puanı düşük olan biri prof olabiliyor Galatasaray Üniversitesine. Bu da üniversitelere akademisyen alımının geçmişten günümüze tamamen torpille yapıldığını ispatlıyor.
Maalesef, Akademia çok iddialı olacak ama en kirli alanlardan biri ülkemizde, akrabalık ve uçkur işleri üzerinden gider..
Not 54: Lisansa giren öğrenci sayısı 133 bin olmuş, % 30 azalmış. Yetmez ama evet. Daha da azalmalı. Maksimum 100 bin üniversite öğrencisi alınmalı her sene ve üniversite öğrenci sayısı hiçbir zaman 450 bini geçmemeli. Üniversite okuyan maksimum 1 sene uzatabilmeli. Yoksa atılmalı. Milletin parasıyla yan gelip yatılmamalı öğrenci kantinlerinde.
Not 55: Kadın ve çocuk cinayetleri, trafik kazaları, ‘yan baktın’ kavgaları insanlarda ruh beden zelzelesi yaratırken bu karanlık tablodan uzaklaşmak için rahmetli Anamın çok sevdiği Malatya Arguvan’dan bir türkü çığırdım:
Kayanın dibinde mal mı yayılır Döşeğin üstünde nar mı soyulur Bir gün görmeyinen yar mı sevilir Gecesi gündüzü bir olmayınca..
Kayanın dibinde mal yayanlar neyse de döşeğin üstünde nar soyan birinin olduğunu hayal etmek bile kabus gibi!
Not 56: Oysa biliyordum ki ne gelirse başa sevdadan gelir. Türkü diyor ya;
Deli gönül abdal olmuş gezer deryada Bir nefeslik yolum kalmış varamam sana (…) Ne gelirse benim de başa sevdadan gelir..
Not 57: Kamu bankalarının kasalarından krediler aktı. İmzalar atıldı, dosyalar açıldı, protokoller yapıldı. Kasadan çıkan paralar geri dönmedi. Batık krediler büyüdü, dosyalar kalınlaştı, halkın sırtına borç yazıldı. Bir kişinin serveti, milyonların vergisiyle şişirildi.
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında kapanmış dükkânlar, yarım kalmış inşaatlar, boş tencereler, gözyaşıyla dolu evler var. Herkes aynı fısıltıyı duyuyor: Üç yıldızlı ihtişam, aslında haramın gölgesinde büyüdü.
Defterler saklanabilir, bilançolar makyajlanabilir, krediler ertelenebilir, tehditlerle ağızlar kapatılabilir. Ama vicdanın terazisi ertelenmez. Bir gün gelir, gölgelerin altındaki sırların hesabı açılır.
Unutulmasın: Üç yıldız gökte parıldar; ama yere düştüğünde yalnızca karanlık, korku ve utanç bırakır.
Not 58: “Bu yaşam, her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.”
Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı
Baudelaire’in bu sözleri, modern insanın mekânla kurduğu karmaşık ilişkiyi ve ruhsal göç sancısını en güzel şekilde özetler. Pandemi günlerinde bu durum çok net gözlenmişti. İnsanlar evde sıkıştığında koltukları pencere önüne taşıdı, mobilyaların yerini değiştirdi, balkonlu veya manzaralı dairelere taşınmayı hayal etti. Psikolojik olarak bu, bir kontrol yanılsaması yarattı: “Çevremi değiştirdiğimde, içsel huzurum da sağlanacak.” Oysa çevresel değişikliklerin yalnızlık ve kaygı üzerindeki etkisi kısa sürelidir. Hayat, yalnızca fiziksel yer değiştirmekten ibaret değildir; insanlar ruhlarını taşırken, duygularını ve kaygılarını da beraberinde sürükler.
Not 59: Yolculuk, mutsuzluğun ilacı değildir.
Not 60: Baudelaire:
“Ruhum, pencere kenarında hâlâ eski yaralarını sayıyor,
Ve her yeni manzara, bir başka düş kuruyor.”
derken ruhun, mekâna asi bir şekilde kendi saltanatını sürdürdüğünü şiirle anlatır.
Gerçek iyileşme mekânda değil, içsel farkındalıkta ve sosyal bağların güçlenmesinde yatıyor. Ama insan, ihtimalin peşinden koşmayı bırakmıyor. Yeni bir iş, yeni bir ev, yeni bir sokak, yeni bir şehir… Her biri kısa süreli de olsa umut veriyor ve ruhun göç sıkıntısını hafifletiyor.
Not 61: Halkların ve insanların birbirlerini anlamadıklarını için dalaştıklarını ileri sürmek hatadır. Halklar ve insanlar birbirlerini anladıkları için dalaşırlar! (EMILE AJAR / Yalan-Roman)