Bir evlat için ana, ilk sığınılacak limandır.

Hayatın en güçlü bağlarından biri, belki de en anlamlısı ana ile evlat arasındaki bağdır. Kimi zaman mesafelerle, kimi zaman suskunluklarla, kimi zaman da gururla örülse bile, derinlerde hep bir ihtiyaç, hep bir tamamlanma hali gizlidir.
Çünkü ana ile evlat birbirlerinin aynasıdır aslında.

Bir evlat için ana, ilk sığınılacak limandır. Çocuk, dünyayı tanımadan önce anasının avuçlarında güveni öğrenir.

Düşerken uzatılan el, korkarken duyulan o derin ve kararlı ses…

Evlat için ana, gölgesinde serinlenilen bir çınar gibidir.
Gücüyle korur, duruşuyla yol gösterir.

Ama işin bir de diğer yüzü vardır.
Zannedilir ki sadece evlat anaya muhtaçtır.
Oysa bir ana da evladıyla yeniden büyür, yeniden hayatı öğrenir.

Evladının gülüşünde kendi gençliğini görür, yürüyüşünde kendi adımlarını…
Bir ana, evladıyla geleceğe tutunur, yaşama dair umudunu diri tutar.
Ana, evlada geçmişini
bırakır; evlat da anaya geleceğini gösterir.
Biri kök olur, diğeri filiz. Kök olmadan filiz yeşermez; filiz olmadan kök yeşermeye devam edemez.
İşte tam da bu yüzden birbirlerine ihtiyaç duyarlar.

Ne var ki bazen gurur, bazen inat, bazen de yanlış anlaşılmalar bu bağı zedeleyebilir.

Oysa ana ile evlat arasındaki ihtiyaç; sözlerle değil, kalplerle hissedilir. Bazen bir bakış, bazen bir sessizlik, bazen de küçük bir dokunuş bile bu bağı anlatmaya yeter.

Hayat, ana ile evlat arasındaki ilişkinin ne kadar kıymetli olduğunu bize acı tecrübelerle de hatırlatır. Eksildiklerinde anlarız; aslında birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu.

Bu yüzden ana hayattayken evlat onun elini bırakmamalı, evlat hayattayken ana onun gözlerinin içine bakmayı unutmamalı.

Çünkü ana ve evlat, birbirlerinin hem geçmişidir hem geleceği…

Hem gücü hem umudu… Hem eksik yanı hem tamamlayan parçasıdır.

Analar candır can..

Sahte büyüme:

Türkiye’nin 2. Çeyrek büyümesi kâğıt üzerinde parlak görünüyor ama gerçeği çok farklı!

İnşaat %10,9 büyümüş → Kamunun şatafatlı projeleri ve deprem konutlarıyla…
Sanayi %6,1 büyümüş → Savunma sanayine kamu siparişleriyle…
Hanehalkı tüketimi artmış → Çünkü negatif reel faizle zenginleşen 15 milyonluk kaymak tabaka hâlâ lüks tüketiyor.

Peki ya geri kalan?
Kamu eğitimden, sağlıktan, personelden kesiyor.
70 milyon dar gelirli, fakir ve ücretli enflasyonun altında eziliyor.

Büyüme var lakin aslında büyüyen kamu kaynaklı işler ve yaşanmaya devam eden servet transferi…

Enflasyonla böyle savaşılmaz!

Bu düzende bedeli hep aynı kesim öder: Halkın ezici çoğunluğu.

3 Eylül Öncesi UYARI!:

Esas mesele manşet enflasyon değil, çekirdek enflasyon!

Zaten orta direğin yok olduğu Türkiye’de dar gelirli için enflasyonun adı barınma, beslenme, haberleşme.

TÜİK 3 Eylül’de şapkadan tavşan çıkarsa, mesela ağustos enflasyonunu %1,4 hatta %1,2 açıklasa bile asıl bakılacak yer hizmet + kira olacak. Çünkü çekirdek enflasyon %35’e yapıştı ve oradan inmiyor.

Kirada çare bulamayan ekonomi yönetimi, çözümü ücretlilerin cebine göz dikerek arıyor: “Beklenen enflasyona göre zam” diyerek işçi ve memuru fakirleştiriyor, hizmet enflasyonunu bu yolla baskılamaya çalışıyor.

Ama böyle bir mücadele enflasyonu düşürmüyor, yalnızca istatistiği makyajlıyor. Büyüme verisiyle tutarsız hale gelen bu tablo, artık sadece para politikasıyla değil, reformist maliye politikalarıyla düzeltilmek zorunda.

3 Eylül’de açıklanacak enflasyon bu haliyle; geniş kitlelere değil, finans kesiminin cebine para koyan bir faiz indirim döngüsünü başlatacak gibi görünüyor.

Son söz: “Bana ney’i ver ve şarkı söyle zira nağmeler ölümsüzlüğün sırrıdır.
Vücut yok olduktan sonra geriye neyin iniltisi kalır?”. Halil Cibran.

Tadımlık: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"İnsanın göklerle bağı kopunca, koparılınca
Başlar yavaş yavaş taşlaşma.
Yürekler mi önce sertleşir, beyinler mi bilmem.
Bildiğim, hızla taş kesilir en narin incelikler.
“Oysa nice taşlar vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır,
… Allah’ın haşyetinden yuvarlanan taşlar vardır.”
Meryem oğlu İsa’nın nefesini taşa hapsedenler,
Aldanmışlardır, aldatmışlardır.
Gazabı hak edenlerdir onlar.
Musa’nın buyruğunu taşa hapsedenler,
Aldanmışlardır, aldatmışlardır.
Sapkınlardır onlar, karanlıklardır.
Göğün yüce ayetleri daima parlayacaktır."

Kudüs Ey Ey/İbrahim Demirci-Hasan Aycın

Ustalardan: Vakt-i Şerifleriniz Hayrolsun.

"Düşüncem; günün birinde -ki bu uzak bir gelecek olmayabilir de- hepimizin yiyecek ekmeği ve işi olacak, belki az çalışıp çok mal sahibi olacağız; ama tüm bunlar bir yana belki hâlâ mutsuz ve tatminsiz kalmaya devam edeceğiz. İnsanlarla ve insanlar için ortaklaşa ve birlikte yaşamaya dini gerçeği bir kenara atıp unutmuş olmamız nedeniyle sadece kendimiz için yaşayıp sadece kendimizle meşgul olduğumuzdan, biz istesek de istemesek de yavaş yavaş yavaş yalnız yaşayıp öleceğimiz, heyecanın yerini can sıkıntısı ve hissizlik, tefekkür ve duanın yerini ise hayat ve ölümün anlamsızlığına lanet okumanın alacağı bir umursamazlık dünyası yaratıyoruz..."


İslami Yeniden Doğuşun Meseleleri/Aliya İzzetbegoviç

Filistin liderlerine: Alnınız en soylu isyandır demir külçelere

Erdem Bayazıt

Not 1: Baharın kokusu, taze domatesin kokusu, sofraya gelen zeytinin kokusu, her evin kendine özgü kokusu, mehtaplı bir gecenin, serin bir seher vaktinin kokusu, yağmurun ve yağmurla kucaklaşan toprağın kokusu, sokakları tutan ıhlamur ağacının kokusu, yeni doğmuş bir bebeğin kokusu, sevgilinin başka hiç kimsede olmayan kokusu, taze bir simidin, demini almış bir çayın, mutfaklardan gelen yemeğin kokusu, tezgâha dizilmiş elmaların kokusu… Her şey kokusuyla yer ediyor ve kalıyor hafızamızda. Bir kokuyu, bir eski hatıranın içinde, sanki o an kokluyormuş gibi yıllarca hatırlamak ne kadar olağanüstü bir şey!
Çiçekleri kokularıyla bilen, birbirinden ayırt edebilen biri belki bütün hayatın değil ama o işin bilgesidir. İçinde çiçeklerle geçirilmiş zamanlar, o zamanları çiçeklerle dolduran ilgiler, meraklar vardır. Hayata karşı özen vardır. Tabiatın bir parçasıyız biz ve tabiat çoğu zaman kokularla konuşur. Anlamak için o dili bilmek lazım. Neden lazım? Çünkü yeşerdiğimiz toprak aynı, ağaçlarla, bitkilerle, çiçeklerle kardeşiz biz. Öz yurdumuz tabiattır. Oraya yabancı kalarak asla serpilip yeşeremez, sağlıklı büyüyüp yaşayamayız.
“Sokaklara çıkıp eski kokuları arıyorum bazen” dedi beyaz saçlı adam, “birine rastlasam çocuk gibi seviniyorum!”

Not 2: Eskiden, dümdüz bir okumayla “şehrin çeperi” dediğimiz yerlere mahsus ve kısıtlı bir sorundu “reşit olmayan suçlular” sorunu. Fakat şöyle oldu zamanla. Şehrin çeperi, şehrin merkezi haline geldi. Şehir merkezleri çeperleşti. Seviyesini tekno yaşamın belirlediği gündelik yaşam, bilhassa sosyal çöküntü alanlarındaki umutsuz bebeleri “tas kafa” olarak istihdam edildiklerinde bir şansları olabileceğine inandırdı.
DEM Partili vekil, avukat bilmem ne takımının “suçlu çocuk yoktur, suça itilmiş çocuk vardır” diye gevelemelerini de bir kalem geçelim. Çünkü modern hayatın uydurduğu “18 yaşına kadar her birey çocuktur” palavrası artık çalışmıyor. Çocuklar çok çabuk büyüyor ve kendileri hakkındaki kararları çok çabuk alabiliyorlar. Eh, bunun suçlusu da “geleneksel yaşam” değil, modern hayat.

Not 3: Bugün Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de ve hemen her şehirde karşımıza çıkan “suç çetelerinin istihdam ettiği tas kafa bebeler” sorunu doğrudan doğruya sosyolojik ve hukuki sorunlardır ve bu sorunların asıl müsebbibi tekno yaşamdır. Ve evet, dolaysız biçimde söylüyorum, şehrin çeperlerinde ya da çeperleşen merkezlerinde istihdam edilen “tas kafalar” bugünden tezi yok paket edilmezlerse memleketin başına çok büyük belalar açılacaktır.
“İstihdam” dedim evet. “Yatmazsın ama yatarsan sana içerde bakarız” cümlesiyle sigortalayan, ölen ya da yaralanan çocukları “iş kazası” olarak sınıflandıran, “az para çok emek” denklemini çoktan çözmüş; bu yanlarıyla da turbo kapitalizmi çok iyi sindirmiş suç örgütleri sosyolojik ve hukuki boşlukları pek güzel kullanarak gemilerini yürütmektedir.
Uyuşturucuyu reşit olmayan çocuğa sattırmak, infazı ya da yaralamayı reşit olmayan çocuğa yaptırmak ve “nasılsa yatarın yok” cümlesiyle sektörünü ayakta tutmak. Suç çetelerinin yaptığı budur.

Not 4: Tekno yaşamın vadettiği hayatları asla yaşayamayacağını düşünen çocuklar, “lan belki burada hayatta kalırım da yırtarım” diye düşünerek girmektedir sektöre. Başka çaresi olmadığından değil, çareyi gayrimeşruda gördüğünden. Bunu bir sorun olarak tanımlayıp çözme şansımız var mı? Var elbette ama sivil toplumla var. Türkiye’de sivil toplum var mı peki? Elbette ve kesinlikle yok. Dolayısıyla bu sorun orada, bulunduğu yerde büyümeye devam eder durur.

Not 5: Türkiye’de mevcut ceza yasalarından sadece bu cezaları alma ihtimali çok düşük insanlar korkmaktadır. “Benim polisle, mahkemeyle ne işim olur” diyen sıradan vatandaşın dışında Türkiye’de yasaların caydırıcılığından korkan tek bir Allah kulu yoktur. Çünkü ortada korkulacak bir yasa yoktur. Yatarı olmayan suçlar, düdük gibi infaz yasalarımız, uyum-muyum derken hani “cürmü meşhud ile adam vursan 10 yıl yatıp çıkıyorsun” cümlesine bağladık meseleyi. Adalet Bakanlığı ha babam de babam yasa düzenliyor, iyi de yapıyor ama “reşit olmayan bireylerin işlediği suçlar” konusunu adam gibi ele alıp bu istihdam edilen tas kafaları ve onların patronlarını hapiste çürütmezsek bu konuyu çözme şansımız yok ülke olarak. Bize yasalardan korkulan bir ülke lazım.

Not 6: WhatsApp gruplarında iyi eğitimli, hali vakti yerinde, ne konuştuğunu bilen koca koca adamlar “Ruhsatlı da olur ruhsatsız da, bir silah taşımak lazım mutlaka” diyorlarsa bu olgu da olsa algı da olsa durum çok ama çok ciddi demektir.
Unutmadan: Kendi kendisinin halkla ilişkilerini yapmayı pek seven, 5816 ihlallerine plastik kelepçe takmaktan vakit bulursa bu sorunla da arada sırada ilgilenen İçişleri Bakanımız açısından bu tas kafa sorunu pek işlevsel değil herhalde. Ortada ciddi bir mücadele görünmüyor zira. Ne yapsa tas kafalar acaba? İnsan öldürmek, ofis taramak, uyuşturucu satmak yerine arada bir 5816’yı ihlal mı etseler? Belki dikkatini çekerler Sayın Bakan’ın.

Not 7: Karsan sıcakla, ersen aşk ile erirsin.

Not 8: Günümüzde her şey kopuyor. Aralar açılıyor. Gönüller arasında kurulan köprüler yıkılıyor. Soğuk ve donuk yüzler çoğalıyor. Hissiyatsızlaşıyoruz. Sinemizde hasret yerine metalaşan geçici hevesler yer alıyor.
Uzun zamandır konuşmadığımız isimler oluyor. Bazen rehberi inceliyoruz. Bayramlar gelip geçmiş ama sesi çıkmayan bu isimleri biz aramamışız. O isimler de bizi aramamış. Sonra aklımıza geliyor, içimizi birden başka bir duygu kaplıyor ve arıyoruz. İşte bu sırada ne oluyorsa oluyor. Aradığımız isim yerine başkası açıyor telefonu. Soruyoruz, nerede diye. Ve içimize oturan acı ve ağır sözü duyuyoruz: “… sizlere ömür, kaybettik.” Sesimiz kesiliyor, duruyoruz, yutkunuyoruz, boğazımız yanıyor, içimiz yanıyor, kalbimiz sızlıyor, gözlerimiz doluyor. Dünya, diyoruz, dünya… Bu kadar!
Şimdi siz de rehberinizi inceleyin. Kimler sessiz kalmış, bakın. Ha, bir de sessizliğinin sebebini bildiğiniz ama silemediğiniz numaralar vardır. Bunlar da farklı sebeplerden olabilir. Kimisine kızmış, küsmüş olabilirsiniz. Kimisini de engellemiş olabilirsiniz. Belki sizi engelleyenler de vardır. Dünya hâli. Hiçbir şey tek taraflı değildir. Öyledir de. Hayat alır, verir; tecrübe edersiniz, yanıla yanıla geçer ömür. Sessizdir o isimler ama yine de bir sürpriz bekleyip durursunuz. İnsan böyledir.

Not 9: Ve ölüm… "Ölüm geliyor aklıma birden ölüm/
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.." diyordu Cemal Süreya. Selam olsun.

Not 10: Hangi kademede olursan ol, yöneticiliği seçmek ateşten gömleği giymek oluyor. Yönetici olmak devleti omuzlamak anlamına geliyor. Zordur ama birileri yine de yönetici olmak için çırpınıp durur.

Bir iş niye yapılır? Tek cevap vereceğim: Ekonomik sebepler. Evet, hiç lafı eğip bükmeden söyledim. Şimdi zihnimizi birlikte çalıştıralım. Birlikte düşünelim, birlikte öneri sunalım. Oradan birisi içinden, “Ben yüce devletime gönülden bağlıyım, her işte gönüllüyüm.” diyor mu? Diyebilir ama hâlinden de memnun değildir. Böyledir bizim memurumuz. İtiraz, eleştiri, eylem, karşı duruş, hak arama, haksızın karşısında durma, haklının yanında yer alma ve dik duruş sergileme bizim en zorlandığımız hâllerdendir. Ekonomik şartları beğenmez, hak ettiğini alamaz ama bu duruma itiraz da edemez. Sindirilmiş, susturulmuş, köşesine sıkıştırılmış bir şekilde işini yapar. Yöneticilerimiz bilhassa böyledir. Hiç kusura bakılmasın, durum tam da böyledir. Çünkü biz itaat kültüründen besleniyoruz. Hatta birisi itiraz edecek olsa onu da sustururuz. “Aman ha, duymasınlar, defterini dürerler.” deriz. Deriz de çıkış yolu bulamayız. Ha, şu da var: Birisi çıkıp delikanlılık yapsın. Evet, o delikanlı birisi sizin adınıza da konuşur ama siz yine açıktan ona destek veremezsiniz. Böyle bir durum, hangi kurumumuzda yok, haksız mıyım? Buyurun bakalım!

Not 11: Konumuz eğitim, eğitimin liderleri. 81 Millî Eğitim Müdürü, 922 İlçe Milli Eğitim Müdürü var. Ayrıca il müdür yardımcılığı, şube müdürlüğü; okullarımızda müdür, müdür başyardımcısı, müdür yardımcısı gibi görevler var. Bir ordudan bahsetmek mümkün. Bu kadar büyük organizasyonu yönetmek için de Bakanlıkta bir teşkilat var. Orada da birçok yönetim kademesi var.
Sistem içindeki yöneticilerin çoğu hâlinden memnun değil. Memnun olanların memnuniyeti geçici. Şöyle ki çok yukarılarda adamı olanda geçici bir güven ve motivasyon var. Bizde enteresan bir yaklaşım vardır. Yukarıda sizin görüşünüzden birileri varsa sesiniz soluğunuz çıkmaz. Hep olumlu bakarsınız. Sabırdan, şükürden bahsedersiniz. Ama şöyle esaslı bir itiraz, eleştiri yapamazsınız.

Not 12: Yani bizde aklın kayıtsız şartsız çalışması zor. Hep bir bağ, bağlantı ve ilerisi için bir hesap yapılır. Durum böyle olunca yukarıyı yani otoriteyi elinde bulunduranları tedirgin edecek çıkış yapılamaz. Yukarıdaki de bildiğini okur. Her icraatın ilk kez uygulandığını, müthiş yenilik olduğunu, ülkeyi kalkındıracak çözümün kendilerinde olduğunu söylerler. Söylerler işte…
Şimdi içinizden başladınız konuşmaya. Bir sürü sorununuz birikti. Kendi aranızda konuşuyorsunuz. Çayların nasıl bittiğini bile anlamıyorsunuz. Konuşun ama meydana çıkıp da bir laf edemeyin! Olur mu böyle! Olur, derseniz daha bir şey yazmayalım. Ama olmuyor işte, olmuyor! Tamam, tamam! Yazayım bari, bakın benden vebal gitti, sonra çıkıp da niye böyle konulara girdin, ne gerek vardı, demeyin. Sorarlarsa bir bir sayarım o hâlinden şikâyet edenleri. Yok yok, hemen endişelenmeyin, ele vermem kimseyi, şaka yaptım. Siz daha iyi yerlere geleceksiniz, bunca yıl boşuna mı beklediniz elbet bir gün karşılığını alacaksınız. Şimdi planınızı bozmayalım. Sizin adınıza birileri en ön safta hak arar, eylem yapar, kendini afişe eder. Siz de sessizce yükselirsiniz (!) ve daha yüksek göstergeli koltuklara gömülürsünüz. Ne güzel dedim ama “gömülmek” işte. Durum tam da böyledir. Bürokrasimiz gömülenlerin elindedir. Ne çıkar bundan, nasıl ilerleme olur? Olmuyor da.

Not 13: Siyaset, bürokrasi, ticaret üçgeninde şekillenen bu yapı bize çok zarar veriyor. Ülkenin kaynakları boşa harcanıyor. En çok da hak ettiği yere gelemeyen liyakat ehlinin harcanması zorumuza gidiyor. Ama biz oralı değiliz. Herkes klimalı ve gösterişli makam odalarında deri koltuklarına gömülmüş devlet yönetiyor. Maşaallah! Bu zevatın ajandası hep kendisi için notlarla doludur. Kurduğu irtibatı kendi ikbali için kullanır. Allah sonumuzu hayretsin.
Yöneticilik ciddi bir ihtisası gerektiriyor. Bu dikey yapılanma iyi ayarlanmazsa yatay kısımda sular hiç durulmaz. Bir atama, görev değişimi herkesi tedirgin etmemeli. Sistem sağlam olmadığından olsa gerek. Kişiye göre tavır, yönetim anlayışı ne yazık ki şâkulümüzü bozuyor. Şimdi elinde şâkulü bozuk usta misali çok yönetici var. Kimler sayesinde var? Bir de bunu soralım, cevabını siz benden daha iyi biliyorsunuz. Ah, bir de bu bildiklerinizi söyleseniz. Hep çay sohbetlerinde kalıyor tespitleriniz. Neyse siz çay içmeye devam edin, biz yazmaya devam edelim. Gerçi yazıyorsunuz da kim okuyor? Olsun, biz yine herkes okuyacakmış gibi yazalım. Kim bilir, ta yukarılarda birileri bile okuyabilir. Canımıza okur onlar, diyorsunuz anladım, anladım. Burada gülelim bari. Çaylar tazelensin, yeni tutulan demlikten olsun.

Not 14; Millî Eğitimden örnek vermiştik, oradan devam edelim mi? Edelim, şöyle esaslı ve cesur bir ses çıkaralım mı? Kim var? Arkamıza dönüyoruz, kimse kalmamış. Çay söyleyelim, çay! Çaysız olmuyor, en iyisi çayın demini konuşalım. Çünkü demini almadan konuşmak iyi değil. Anlayacağınız üzere bizim Millî Eğitimdeki yöneticilerin sorunlarını konuşmak da böyle. Demlenmesi gerek bazı şeylerin. Bardakların dolusu gelip boşu gidiyor. Sanki bürokrasimiz gibi. Öyle dolu dolu (!) tipler geldi ki. Biz yine bardağın dolu tarafına bakalım. Çay söyleyelim.

Not 15: Bir dostun çıkıp gelmesi…Yağmurun ansızın yağması…Bir mektubun getirdiği tarifsiz mutluluk…Baharın gelmesi… Bütün gelişlerin ayrı bir heyecanı, başka bir güzelliği vardır.
Uzak diyarlarda büyüyen özlem, bir rüya şaşkınlığında kalbimize misafir olur. Birden bire çarpar ve kapımızdan içeri girer. Girdiği gibi yayılır içimizde. Bir duanın kabulü misali huzur bırakır içimize. Yüklerimizden kurtulur gibi kurtuluruz. Unutturur her sıkıntıyı. Hafifleriz. Umduğumuzu bulmuş, andığımızı çağırmışız demektir.
Gelmek, bulmaktır da. Gelemeyenler, bir türlü bulamayanlar değil midir? Davet beklemeden de olsa size biri gelmişse muhakkak bilinmeyen, görülmeyen bir canın, varlığın daveti üzerinedir. Çünkü bazı buluşmaların, karşılaşmaların, görüşmelerin sebebini çözemeyiz. Bundandır işte. Biz onun hikmetini bir türlü idrak edemeyiz. Belki böyle kalmalı, bu muammayı çözmemek iyidir. Yalnız inanmak ve teslim olmak gerek.

Not 16: Bir de istenilmeyen gelişler vardır. Kötü gelmek, iyi gelmemek gibi. “Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız/Hatırası bile yabancı gelir” diyordu Cahit Sıtkı. Yabancı gelmek, tedirgin etmez mi? Unutulmak böyledir. Hatırası bile yabancı gelmek aslında kabullenilmesi öyle zor ve öyle acı olan bir hâldir ki. Kim ister hatıralarının yabancı gelmesini? Hayatın kestiği en büyük ceza değil midir?

Not 17: Sular durulmuşken, gönül otağı kurulmuşken gelmek, gelişlerin en hoşça olanıdır. O sebeple “Hoş geldin!” denir, baharı yaprağında taşıyan bir çiçeğe.
Gelmek; er veya geç bir müjdeydi, bahar çiçeklerinin içimizi kapladığı en güzel manzaraydı, kalbimizi teskin eden laleydi. Tüm bunlar sen gelinceydi.

Not 18: İyi olanın, güzel olanın imtihanı zordur. Tahammül gerek, sabır dağlardan yüksek, gönül ovalardan engin olmak zorunda. Güzele çirkin, iyiye kötü, dürüste sahtekâr, sağlama çürük… Ne tezat değil mi? Öyledir hayat. Taşı yontar eser çıkarırsınız ama insan öyle mi? Maya bozuksa ne yaparsanız yapın elinizde kalır. Emek verdiğiniz, sahip çıktığınız, koruyup kolladığınız insanlardan çektiğinizi kimden çekmişsinizdir, kimlerden bu kadar muztarip olmuşsunuzdur? Emek ve ömür verdiğiniz insandan eliniz boşa çıkmışsa büyük bir yatırımcının iflasından daha beter, daha fecî. Ancak tüm bu menfî şartlara rağmen kendini muhafaza etmiş bir dostunuz varsa Allah’ın sevgili kulusunuz ve şöyle dersiniz: “İyi ki varsın.”
“Unutma dostumsun sen, neredeysen orda ölmek isterim!” diyordu Ahmet Telli. Ölümünü kimin kucağında ister insan, son nefesini kimin gözüne, yüzüne bakarak vermek ister? Muhakkak sevdiğinin. Dünyaya son bakışta kimi kimi görmek, kime sarılmak ister insan? Ömür tartılır, elenir tüm yaşanmışlıklar. Bir daha gelinecek olunsa dünyaya ve onunla yaşamak ihtimali varsa gelmek istersiniz. Çünkü hayatı ve fâni dünyayı anlamlı kılan ve güzelleştiren gerçek, sonsuz bir sadakatle söylenecek şu sözde saklıdır: “İyi ki varsın.”

Not 19: 81 ilde nükleer sığınak inşa edilme kararı alındı. Neden biliyor musunuz?
2030'a kadar tüm dünyayı değiştirecek nükleer bir olay bekleniyor! Büyük ölçüde sahte bayrak operasyonu olacak! Bu olaydan sonra gıda güvenliği bahanesiyle tüm gıda üretim tekeli ellerinde olacak.

Not 20: Nerede olursan ol
Kim olursam olayım
Sesimi bir dağ zannet

Cahit Zarifoğlu

Not 21: Ağlamak ki, zekatıdır tüm anlatamadıklarımızın..

Not 22: Arkanı dönüp gitmek kolaydır. Zor olan arkana dönüp bakmamaktır.

Not 23: 2. çeyrek itibariyle elektrik tüketimindeki yıllık artış MWh cinsinden %4,3. Bunun enflasyona duyarlılığı sıfır. Yani bence 2025 2. çeyrek reel büyüme de %4 civarında. Sanayi öldü krizdeyiz söylemleri tamamen hikaye. Bu kadar yüksek pozitif büyüme varken TCMB neden faiz indirsin?

Not 24: Hizmet sektörü neden bu kadar pahalı? Bunun altında yatan şu: Örneğin adam bir otel yapmak için 1 milyar TL harcamış. Ben bu parayı faize yatırsam ayda 35 milyon TL kazanırdım, o halde her ay en az 40 milyon TL kar etmem lazım diyor ve fiyatları ona göre belirliyor.

Not 25: Türkiye'de şu anda
16,8 milyon emekli
5,9 milyon devlet personeli
6,8 milyon üniversite öğrencisi var. Toplam yaklaşık 30 milyon kişi. Yani yetişkin nüfusun neredeyse yarısı üretkenlikten kopmuş. Bu tablo bu şekilde devam ettikçe enflasyon asla tek haneye düşemez. Bu sayılar düşmek zorunda.

Not 26: Sahte diploma tartışmaları rakamların ötesinde bir anlam taşıyor. Çünkü mesele sadece birkaç kişinin sahtekarlığı değil, değerlerin sorgulanmaya başlanmasıdır. Sosyal bozulma, işte böyle küçük görünümlü ama büyük anlamlı kırılmalarla beslenir. Ve bu kırılmalar, görmezden gelindiğinde sessizce büyür.

Yapılması gereken, sahte diplomaların ötesinde, sahici değerleri yeniden inşa etmektir. Adalet, dürüstlük, liyakat ve emeğe duyulan saygı. Çünkü toplumun temellerini onaracak olan, ne yollar ne binalar, ne de sayılardır. Bu toplumun temellerini ancak yeniden kurulacak güven duygusu onarabilir.

Not 27: Sanki kendilerinden başka dünyayı gezen yok, yemek yiyen yok, kahve içen yokmuş gibi konuştuklarında, Merkez Bankası’nı korumaya çalışan bazı eski merkez bankacılara benziyorlar. Sanki kendilerinden başka para teorisi bilen yokmuş gibi. Tüm bunların detayı bizlere gösteriyor ki, eğitim tek başına yeterli olmuyor. Hayat tecrübesinin yanında sağduyu ve vicdan da gerekiyor.

KKM ve carry trade üzerine yazılan çizilenler gibi, restorancılık üzerine söylenenler beni güldürüyor. Kimse “bana göre” diyerek cümleye başlamıyor. “Bu budur” diyor. Doğruyu bulmak yerine haklı çıkmaya çalıştıkça bakalım başımıza neler gelecek?

Not 28: Bireyin iç çatışması, toplumun sahneye koyduğu oyunda sergilenir. Modern çağ hepimize roller biçer: üretken çalışan, ilgili ebeveyn, sürekli gelişen birey… Her rol bitmeyen bir performans talep eder; ama her oyuncunun enerjisi aynı değildir.
Hartmut Rosa’nın ‘Hız Toplumu‘ kavramı bu tükenişi açıklar: Daha hızlı yaşamak zorunda bırakılan insan, hızla yorulur. O kadar çok hedef, proje ve karar vardır ki zihin kilitlenmiş bir ekrana döner. “Hangisine başlayacağım?” sorusu cevapsız kalır. Sonuç: Hiçbirine başlanmaz.
Barry Schwartz’ın ‘Seçim Paradoksu’ burada devreye girer. Seçenekler çoğaldıkça özgürleşmek yerine donarız. Yapılacaklar listeleri üretkenlik araçları olmaktan çıkar; kişisel yargı defterine dönüşür: “Yine yapmadın. Yine başaramadın.” Bu iç monologlar yalnızca üretkenliği değil, özsaygıyı da kemirir.
Sosyal medya çağında baskı daha da fazla Herkes okur, yazar, üretir görünüyor. Bu kolektif vitrin, bireyin iç dünyasında boşluk yaratıyor: “Ben neden yapamıyorum?” sorusu yankılandıkça, erteleme bir savunma haline geliyor.
Böylesi bir toplumsal baskı, ertelemeyi yalnızca bir davranış değil, vicdana kazınan bir yük haline getirir.

Not 29: Erteleme çoğu zaman bilinçli bir karar değil, duygusal bir kaçıştır. Brentano’nun niyetlilik kavramıyla söyleyecek olursak: Zihin bir nesneye yönelmeden anlam üretemez. Yönsüz zihin ise pervane gibi döner, enerji harcar ama yol almaz.
Yapılmayan işler, içimizde biriken tozlu kutulara benzer. Her erteleme, vicdanda atılmış bir çentik bırakır: “Yine yapmadım.” Bu çentikler ağırlaştıkça kişi yalnızca işlerini değil, kendini de erteleyen biri gibi hissetmeye başlar. Ertelemek, bir görevi yapmamak değil, bazen kendi hayatını yaşamamaktır.

Not 30: Bir işe başlamak, bazen sadece dosya açmak değil, kendine “Ben buna değerim” demektir. Çünkü ertelenen çoğu zaman bir görev değil, kişinin kendi varoluşudur.
Kendimizi ertelemeyi bıraktığımızda hayat da yavaş yavaş ertelenmeyi bırakır.

Not 31: Çok yürüyen ve mecbur kaldıkça toplu taşıma kullanan bir yurttaşım. Bir insan ve yurttaş olarak şehirde yürüme özgürlüğümü kullanıyorum. İkamet ettiğim İzmir’de, fakat özellikle nüfusun yaklaşık dörtte birinin yaşadığı İstanbul’da motosiklet terörü endişesi duymadan yürümek artık mümkün değil. Küçük yerde yaşayanlar ve yürümeyenler pek anlam veremeyecek, ancak durumu anlatmak hakikaten güç. Yıllar önce yeme içmecilerin kural tanımazlığıyla başlayan kaldırım işgali, şimdilerde motosikletlilerce sürdürülüyor. Ve hiçbir kamu idarecisi kılını kıpırdatıp bir şey yapmıyor bu rezillikle mücadele için.

Not 32: Bir de scooter belası var. O aleti her yerde (elbette kaldırımda) ve her hızda kullanabileceğini düşünen scooter kullanıcıları. Balta girmemiş ormandan çıkmış gibiler. “Burası kaldırım, bizi ezeceksiniz, böyle kullanamazsınız” dediğinizde (eğer cesaretinizi toplayabilirseniz!) kaldırım ve yaya sözcüklerini ilk kez duymuş gibi davranıyor çoğu. ‘Hoppala, seni ezme ve sakat bırakma özgürlüğüm yok mu, hayret doğrusu‘ nevi bir şaşkınlık yaşıyorlar.

Not 33: Kaldırımdan vazgeçtik, toplu taşımadayız… Tren, otobüs, metrobüs, vapur, envai çeşit… Tuhaf biçimde oturan erkeklere kadınlar müdahale ediyor artık, sık tanık oluyorum, bu olumlu bir gelişme. Milattan sonra 2025’te oturmayı öğrenmek cinsimiz bakımından dikkate değer bir aşama kuşkusuz. Peki, sırt çantasını kalabalık bir araçta ‘sırtından indirmesi gerektiğini’ nasıl olur da düşünmez biri; sırt çantalarından dayak yiyerek yolculuk yapmak zorunda mıyız?

Not 34; Toplu taşımanın ‘modern’ kâbusu ise telefonla konuşanlar ve sesli video seyredenler. Akıl alır gibi değil. Hele ki uzun süren tren yolculuklarında. Umursamıyorlar. Uzuvlarına dönüşmüş telefonlarını açıp herkesin duyabileceği biçimde video seyrediyorlar. Sesli telefon görüşmesi yapıyor ve uyaran biri çıkarsa tersliyorlar. Bir değil, iki değil… Sağınızda solunuzda bir kişinin böyle davranması, ‘yol boyunca bir ara hızlanan hızlı tren’ yolculuğunun berbat bir deneyime dönüşmesine neden oluyor. Birkaç kez kendimi, o telefonun aniden konuşanın kulağına kaçtığını ve çıkaramadığını hayal ederken yakaladım ki pek sağlıklı bir durum değil bu. Bireysel çözüm olarak bu yaştan sonra kulaklık kullanmaya başladım.

Not 35: Eğer sokaktaysanız ve toplu taşıma kullanıyorsanız karşılaştığınız tehlikelerin, kabalığın haddi hesabı yok. Her şeyi kendine hak gören bir hödük tip hızla çoğalıyor.
Nasıl başa çıkılır görgüsüzlük, düşüncesizlik, lümpenlik belasıyla? Kişisel itirazlar değerli olabilir, bir yere kadar. Siyasal-kültürel koşullara dikkat çekmek ise iyi hoş, fakat geçmişe ve geleceğe yönelik makul tespitlerin şimdiki zamana yararı yok. Alışkanlıkların dönüşümü birkaç kuşak demek. Peki bugün hayatta olan, birkaç on yıl sonrasını görmeyecek ve hiç olmazsa gündelik yaşamda taciz edilmeden yaşamak isteyen sade yurttaş için bir umut var mı?
Görgü kurallarını, birlikte yaşam için gerekli yasakları hatırlatma ve cezalandırma, pervasızlığı azaltmada işe yarayabilir. Toplu taşıma araçlarında sırt çantası anonsları yapılmalı. Yürüyen merdiven olan yerlerde “Sağda durun” anonsları yapılmalı. İngilizler bir asırlık metrosunda hâlâ “Boşluğa dikkat edin” diyor, demek ki gerekli. Kaldırımda motosiklet ve scooter kullanmanın yasak olduğu kamu spotlarıyla vs. anlatılmalı. Yüksek sesle konuşmama, sesli video seyretmeme anonsları yapılmalı. Bunlar bıktırıcı ölçüde sık yapılmalı. Uymayan olursa cezalandırılacağını bilmeli.
Gerisi ‘torna’yla ilgili. Siyasal ve toplumsal koşulların ürünü olan, değişimi uzun yıllar ve emek gerektiren o tornayla.

Not 36: Şehir meydan savaşlarından sağ salim çıkıp da eve varınca o gün içinde neler olup bittiğini okuyorum bağımsız medyadan… Yine bir yerde maden izni verilmiş, yine bir belde susuz kalmış, bilmem kaçıncı ekonomi siyaseti terk edilmiş, bir yerlerdeki büyük bir ihale yine aynı şirketin olmuş, yine bir kadın katledilmiş, yine bir çocuk taciz edilmiş, filanca ilde sokak ortasında birileri öldürülmüş yine, falanca yerdeki operasyonda şu kadar suç örgütü üyesi gözaltına alınmış, yine adliye önünden geçen üç beş kişiye tutuklama istenmiş, feşmekan adli kontrol-ev hapsi koşuluyla serbest bırakılmış, kimi siyasetçiler yine oy hırsızlığına girişmiş, bir siyasetçi şöyle demiş ama onu derken sağ kaşını aşağıya dudağının bir kenarını yukarıya büktüğü fark edildiğinden aslında böyle demek istemiş, yine birilerinin egosu patlayıp çevreye yayılmış, Türkiye bugün de bir hukuk devletiymiş, şu olmuş bu olmuş… Kavala, Demirtaş, Atalay, belediye başkan ve görevlileri ve diğerleri, derli toplu, topluma yararlı dürüst yurttaşlar bilmem kaç bin gündür, kaç yüz gündür dört duvar arasındayken.
Her gün benzer haberleri okuyarak devam ediyoruz yaşamaya. Böyle sürüp giden bir yaşamdan da başka bir şey, başka bir ülke, başka bir şehir, başka bir birlikte yaşam adabı, başka bir tutum ve görgü çıkmıyor. Yine de çaba harcamaktan ve dert etmekten ‘prensip olarak’ vazgeçmemek gerek.

Not 37: Mağara duvarlarındaki resimlerden bu yana, iz bırakmanın dürtüsel, doğal bir yanı var.

Not 38: Düşünür ve psikiyatr Karl Jaspers 'metafizik suç'tan bahseder. Dünyada işlenen cürüm ve yanlışlar, biz onları durduramadığımız için, onları önlemek için elimizden geleni yapamadığımız için bize bir suçluluk hissi verir.

Şöyle yazar: “İnsanlar arasında, insan oldukları için, her birinin dünyada işlenen her türlü adaletsizlik ve yanlışın, özellikle de kendi huzurunda işlenen veya habersiz olamayacağı suçların sorumluluğunu paylaştığı bir dayanışma vardır. Bunları önlemek için elimden geleni yapmazsam, bunların suç ortağı olurum. Diğer insanların öldürülmesini önlemek için hayatımı tehlikeye atmamışsam, sessiz kalmışsam, hukuki, siyasi veya ahlaki açıdan hiçbir şekilde yeterince temize çıkarılamayacak bir anlamda kendimi suçlu hissederim... Böyle şeyler yapıldıktan sonra hala hayatta olmam, telafi edilemeyecek bir suçluluk duygusu olarak üzerimde ağır bir yük oluşturur.

İnsan ilişkilerinin kalbinde bir yerde mutlak bir emir kendini dayatır: Suçlu saldırganlık veya fiziksel varlığı tehdit eden yaşam koşulları durumunda, ya hep birlikte yaşamayı kabul et, ya da hiç kabul etme."

Not 39: Birçok düşünür ve iktisat okulunun değer konusundaki düşünceleri içinden benim favorim her zaman Ricardo’nun bir malın/hizmetin değerini belirleyenin onun kıtlık derecesi ve içindeki emek olduğu husundaki inanışı.
, Bu düşünce çerçevesinde baktığımızda zaten bugün yaşadığımız problemin temeline inmek son derece kolaylaşıyor.
Avrupa’nın ve diğer gelişmiş ülkelerin hiç birinde olmayan şekilde gelişmiş bir e-devlet sistemine sahip Türkiye’de ne hikmetse 5 milyon memur var. Nüfusa oranla sayıları diğer gelişmiş ülkelerden fazla olmasa da bahsi geçen elektronik sistem hayattayken ve bu denli gelişmişken söz konusu memurların verimlilikleri son derece yetersiz. Ölçümlemeler yapılsa ya da hakkıyla yapılsa bu tablonun net şekilde ortaya çıkacağından tüm ekonomistler emin.
Özellikle 2018 sonrası hızla iki katına çıkan memur sayısı neticesinde bugünkü tabloya ve bu söz konusu can sıkıcı güncellemelere ulaştık. Ricardo’nun bakış açısı üzerinden bakıldığında net şekilde emeklerinin düşük değerliliği ve emeklerine olan ihtiyacın hiç de kıtlık arz etmediğinden son derece düşük olmasından ötürü bu maaşlara layık görüldüler.
Hasılı e-devlet gibi muazzam bir sistemin işlediği yerde iki katına çıkarılan sayılarıyla memurlar ihtiyaç duyulanın çok üzerinde ve verimlilikleri son derece düşük bir kitleye dönüştüler.

Kendilerinin ve ailelerinin canları sıkkın biliyorum. Bu iktisadi şartlarda bu maaşlarla geçinmek çok zor. Fakat ilerleyen yıllarda bu durum daha da kötüleşeceğinden asıl canım buna sıkılıyor.
Çözüm nedir?
Acilen Türkiye’nin 2003-2007 yılları arasındaki dönemde olduğu üzere kamu yönetiminde çok önemli ve çağı yakalayacak, verimliliğe, performansa ve en önemlisi ise liyakata dayalı bir dizi reforma girişmesi gerekiyor. Sayısını azaltamayacağı memurların verimliliğini artırmak için devletin elinden gelen her şey yaparak katma değer artışı sağlaması ve bu sayede oluşan refahtan memurlarına ve memur emeklilerine hallettikleri payı vermesi lazım.

Not 40: Barınma krizini ve yüksek konut fiyatları sorununu çözmek için para politikasında fiyat istikrarını önceleyen bir yaklaşımın kalıcı hale gelmesi geliyor. Negatif reel faiz politikası, kısa vadede büyümeyi destekler gibi görünse de, uzun vadede varlık fiyatlarında balon oluşturur ve gelir dağılımını bozar. Konut fiyat balonunun sönmesi için, enflasyonun tek haneye indirilmesi ve faizlerin enflasyonun üzerinde tutulması şart. Bu, yatırımcıların taşınmaza yönelme motivasyonunu azaltarak piyasanın normalleşmesine katkı sağlar. İkinci adım olarak, konut arzının artırılması gerekir. Bu yalnızca yeni inşaat projeleriyle değil, atıl durumdaki konutların piyasaya kazandırılmasıyla da mümkündür. Boş tutulan konutlara yönelik vergi düzenlemeleri, yatırım amaçlı alınan ikinci ve üçüncü konutlara ek vergi yükümlülükleri getirilebilir. Sosyal konut projelerinin hızlandırılması, özellikle dar gelirli kesimin konut erişimini kolaylaştırır.

Kira piyasasında ise arzı artıracak düzenlemeler kritik. Uzun vadeli kira sözleşmelerine vergi teşviki verilmesi, kiralık konut yatırımını cazip hale getirebilir. Günlük ve haftalık kiralamaların belli bölgeler dışında sınırlandırılması, kiralık konut arzının turizm sektörüne kaymasını önler. Ayrıca, kira artışlarının enflasyona endekslenmesi ama aşırı dalgalanmaları önleyecek bir tavan oranı ile dengelenmesi, hem kiracıyı hem ev sahibini koruyabilir. Konut kredilerinde ise gerçekten ihtiyacı olana erişim sağlayacak sıkı bir filtre uygulanmalı, yatırım amaçlı alımların krediyle desteklenmesi engellenmelidir.

Not 41: Türkiye’nin geldiği nokta, yalnızca ekonomik politikaların değil, aynı zamanda toplumsal beklentilerin ve yatırım davranışlarının da bir yansımasıdır. Konutun barınma hakkı olmaktan çıkıp, bir servet biriktirme aracı haline gelmesi, piyasanın yapısını kökten değiştirdi. Bu algıyı kırmak, ancak uzun vadeli istikrarlı politikalar, şeffaf ve öngörülebilir düzenlemeler ve piyasanın arz-talep dengesi içinde işlemesiyle mümkün olacaktır. Aksi takdirde, konut fiyatlarında görülen bu aşırı artış, yalnızca ekonomik kriz dönemlerinin değil, kalıcı bir sosyal sorun olarak da karşımıza çıkmaya devam edecektir. Bugün atılacak adımlar, yarının barınma krizini önlemek için son fırsat olabilir.
, 2015 yılında konut sahipliği oranı ülkemizde %60’lardayken bugün oran %55’in altına düşmüş durumda. 5 sene sonra oranın %50 altına düşme ihtimaline şimdiden kesin gözüyle bakılıyor.
Harekete geçmek için çok geç kalındı. Bir an önce aksiyon alınması gerekiyor. Gidişat iyi değil!

Not 42: İnsan kendisi olmalıdır!
"Birinin hoşuna gideyim, birinin gözüne gireyim, birinin övgüsüne layık olayım" dediği ve düşündüğü anda samimiyetsizleşir ve her davranışı, her konuşması, her cümlesi sakilleşir, ikiyüzlüleşir ve insanın kendisini inkara götürür.
İnsanın kendini inkarı ise, özgürlüğün terk edilmesiyle, kendisiyle barışık olamamasıyla ve dolayısıyla yaratıcılığını öldürmesiyle sonuçlanır.
Bu tip insanlar bir şeyler yapmış gibi gözükürler fakat bunlar da hiçbir özgünlük, essahlık, samimiyet ve açık yüreklilik görülmez.

Not 43: Duruşu gibi hiçbir davranışı ve hiçbir sözü yapmacık değil...Gerçek bir kahraman, gerçek bir başkomutan ve gerçekten halkın adamı...30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun!

Not 44: ARİF AY

GERİLLA

-tüm, zulme karşı direnenlere-

sönüyor uzaklarda yıldızlar
yüzün ne denli derin
böyle köşeleri ıssız içimizin
yıkılır duvarları yeryüzünün

alın güneş çok taze bugün
selvilere dayalı yollar
ortada gerilla
gözleri bin güneş daha

haydi durma
unutma yıldızlar yanar söner
ayrılır dağların damarları
geçiyoruz ellerimizde Kitap
örtünce ağaçlar
yüzünü gerillanın

bir geceli kuş gibi
namlunun acımasızlığında
kıyıcılığında Batı’nın
döner döner döner
yıkılır yiğit gerilla
bir daha
vurulur onuru yeryüzünün


Güne Doğan Koşu, Hece Yay., Ankara 2015, s.72.

Not 45: Vakt-i Şerifleriniz Hayrola.

"Tanrım, müslüman, ne korkunç âfetlerle çevrili
Hem âfakta hem enfüste
Hem dışta hem içte
Hem fizikte hem ruhta
Onu koru Tanrım
Ona acı ona yardım elini uzat
Senin halkındır onun halkı
Onu uyandır onu şuurlandır
Ona bilgi ve güç ver
İleriyi görüş gücü ver
O, yeşilin şiiridir
Yeşil şiirdir onun ruhu
Hızır'dır öncüsü artçısı bu halkın
Onlar tek sahibi metafiziğin
Ruh ve hakikat medeniyetinin
Onun uygarlığıdır hayata anlam veren
Aklı da aklı aşanı da fizikötesine götüren
Tabiatı verimlendiren
Ayı ay güneşi güneş eden
Çelişkileri bile âhenk olarak kullanan
Kavisleri bile dostdoğru
Zehir bile onda şifanın buyruğunda
Onlardır güneşi ve gölgeyi yerli yerine koyan
Bu dünya ve öteki dünya, hakikatin gölgesi"

Gün Doğmadan/Sezai Karakoç

Not 46: NİZAR KABBANİ

(1923………)

KUDÜS

Ağladım tükendi gözyaşı ağladım
Ağladım mumlar bitti ağladım namaz kıldım
Bitirdi beni vardığım rükûlar
Sende Muhammed’i Yesuğ’u aradım
Ey Kudüs Ey peygamberler kokusu
Ey yerin göklere en yakın avlusu

Ey Kudüs ey yolların ışığı
Ey parmaklarını yakan güzel çocuk
Ey peygamberin geçtiği gölgeli ova
Hüzünlü gözlerinle ey kentlerin incisi
Acıdır cadde taşları
Acıdır müezzin sesleri
Ey Kudüs ey sevdaya bürünen güzel

Kimdir kıyamet kilisesinde çalan çanları
Pazar sabahları
Kim getirir çocuklara oyunları
Milat gece yarıları

Ey Kudüs ey kentlerin acılısı
Ey gözkapakları arasında kabaran büyük gözyaşı damlası
Kim durdurur düşmanları
Sana karşı ey dinlerin gerdanlığı

Kim siler kanları duvar taşlarından
İncili kim kurtarır
Kur’an’ı kim kurtarır
Kim kurtarır İsa’yı İsa’yı öldürenlerden
İnsanı kim kurtarır

Ey Kudüs ey kentim
Ey Kudüs ey sevgilim
Yarın çiçek açacak limon ağaçları

Açılıyor yeşil sümbüller zeytinler
Gülüyor gözler
Dönüyor giden güvercinler gene
Tertemiz masmavi göklere
Dönüyor çocuklar oyunlarına
Analarla oğullar buluşuyor
Senin çiçekli tepelerinde
Ey zeytin ülkesi ey selam ülkesi

Nizar Kabbani-Gazaba Uğramış Şiirler ve Diğerleri, Türkçesi: İbrahim demirci-Turan Koç

Not 47: Türkiye’de muhalefet partilerinin önemli bir kısmı, iktidarın yarattığı parti-devleti düzeninden kendi ölçeklerine göre fayda devşirmektedir. Yerel yönetimlerde, sivil toplum alanında veya bürokraside kendilerine açılan küçük alanlarla tatmin olan muhalefet, büyük resimde “çözümün değil, problemin bir parçası” haline gelmektedir. İnsan merkezini kaybeden bir muhalefet de, iktidar gibi aynı kangrenin bir uzantısı olmaktadır.
Bugün STK’ların odağında ya da toplumsal kurumların gündeminde gerçek anlamda bir “alternatif siyaset” tartışması yer almamaktadır. Çünkü muhalefet, iktidarın çizdiği sınırların ötesine geçmeye cesaret edememektedir. İktidarın diline angaje olmuş, onun belirlediği zeminde siyaset yapmaya alışmış bir muhalefetin, halk nezdinde güven üretmesi mümkün değildir.
Hem iktidarın hem muhalefetin ortak sorunu, insan merkezini kaybetmiş olmalarıdır. Siyaset, bireyin gündelik hayatındaki somut sorunlardan -işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, eğitim, sağlık- giderek uzaklaşmış, soyut iktidar mücadelelerine indirgenmiştir. Oysa siyaset, özü itibariyle insanların hayatlarını kolaylaştırma, adaleti tesis etme ve ortak iyiyi inşa etme sanatıdır. Bu bağ koptuğunda, siyaset kendi kendini besleyen bir güç oyununa dönüşür.

Not 48: Muhalefet Neden Güven Vermiyor?
Türkiye’de muhalefetin güven vermemesinin birkaç temel nedeni sıralanabilir:
1. Tutarlılık Eksikliği: Muhalefet partileri, çoğu zaman kısa vadeli siyasi hamlelerle hareket ediyor; toplumun uzun vadeli sorunlarına yönelik tutarlı ve kapsamlı politikalar geliştirmekte başarısız oluyor.
2. Kendi Çıkarlarına Odaklanma: İktidarın yarattığı düzenin kendilerine sağladığı sınırlı avantajlardan vazgeçmeyen muhalefet, toplum nezdinde samimiyetsiz görünüyor.
3. İktidarın Dilini Kopyalama: İktidara karşı özgün bir dil ve vizyon üretmek yerine, onun söylemlerini kopyalayan muhalefet, seçmende bir “fark yaratma” umudu uyandırmıyor.
4. Toplumsal Hareketlerle Zayıf Bağ: Sivil toplumun, sendikaların, gençlik ve kadın hareketlerinin taleplerine kulak vermeyen bir muhalefet, geniş kitlelerle organik bir bağ kuramıyor.
Bu eksiklikler, muhalefeti yalnızca edilgen değil, aynı zamanda iktidarın varlığını kolaylaştıran bir unsur haline getiriyor. Çıkış ihtimali var mı?
Türkiye siyasetinde çıkışın yolu, iktidarın ve muhalefetin ortak zaafına, yani insan merkezinden uzaklaşmış siyaset anlayışına karşı, yeniden “topluma dönmekten” geçmektedir. Halkın gerçek sorunlarını, gündelik hayatın yüklerini, adalet ve eşitlik taleplerini merkezine alan bir siyaset anlayışı, mevcut tıkanıklığı aşabilir. Ancak bunun için, siyasetin yeniden “hizmet” ve “vazife” kavramlarını hatırlaması gerekir.
Hizmet önceliğini kaybetmiş her anlayış, eninde sonunda kendi içine kapanır ve meşruiyetini yitirir. Vazife bilincini kişisel menfaatin gölgesinde eriten siyasal kadrolar ise, uzun vadede toplumsal desteğini kaybeder. Türkiye’nin bugün yaşadığı kriz, yalnızca bir iktidar krizinden değil, aynı zamanda bir muhalefet iflasından da beslenmektedir. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’de siyaset insan merkezinden uzaklaşmış, iktidar ve muhalefet kendi varlık krizlerini toplumsal sorunların önüne koymuştur. İktidar, halkın korkuları üzerinden kendi bekasını inşa ederken; muhalefet, çözüm üretmek yerine iktidarın gölgesinde varlığını sürdürmektedir. Böyle bir tabloda siyaset, ne iktidar ne de muhalefet aracılığıyla toplumsal sorunları çözebilecek bir güç olmaktan çıkmıştır.
Dolayısıyla asıl mesele, yalnızca bir iktidar değişimi değil, siyaset anlayışının köklü bir dönüşümüdür. Bu dönüşüm, insanı yeniden merkeze alan, adaleti, özgürlüğü ve toplumsal refahı esas kılan bir siyaset kültürüyle mümkündür. Aksi halde, iktidar ve muhalefet farklı yüzlerle aynı kangrenin iki ayrı uzvu olmaya devam edecektir. Hoşça bakın zatınıza…

Not 49: Bugün artık sadece bireyler değil, kurumlar da hadım edilmiştir. Üniversiteler düşünme cesaretini, yargı adalet iradesini, medya kamusal sorumluluğunu, sivil toplum örgütleri toplumsal vicdanını yitirmiştir. Devlet dairelerinden kültür sanat kurumlarına kadar her yerde bir gözetleyici bakış ve itaat kültürü hâkimdir. Herkes birbirini kontrol eder ama hiç kimse asıl meseleyi sorgulamaz.
Bu kurumsallaşmış hadım ağalığı düzeninde asıl olan liyakat değil sadakat, ehliyet değil itaat, üretim değil tekrardır. Tıpkı Osmanlı hareminde olduğu gibi, modern kurumlarda da sadakat gösteren ama irade göstermeyen tipolojiler yükseltilir. Bireysel yetkinlik değil, sistemle kurulan sessiz uyum ödüllendirilir.
Gözetleyen ama üretmeyen kadük zihniyetin adıdır. Hadım ağalığı sisteminde, birey “görür ama karışmaz”, “bilir ama konuşmaz”. Bugünün teknokratı da, bürokratı da, akademisyeni de bu kalıba hızla yerleşiyor. Üstlerinin iradesini okuyan, toplumun nabzını tutan ama asla bu doğrultuda bağımsız bir söz söylemeyen kişilerle dolu bir çağdayız.
Bu durum, yalnızca iktidarın otoriterliğinden değil, bireyin kendi konforu için iradesinden vazgeçmesinden kaynaklanmaktadır. Artık kimse “risk alarak hakikati söyleyen” olmak istemiyor; herkes “yukarıyla uyumlu, aşağıyla mesafeli” bir pozisyonda kalmak istiyor.
İktidarların gölgesinde gölge iktidar oyunu oynamak iktidarlar için tehlikeli bir işleyiştir. Tarihte hadım ağaları, padişahların en yakınındaki figürler olarak görünseler de çoğu zaman sarayın gerçek iktidarına yön veren, perde arkasındaki güçlerdi. Bugün de görünürde karar vericiler başka olsa da, gerçek gücü elinde tutanlar gölgede kalmayı tercih eden bürokratik zümrelerdir.
Bu yapılar, görünürde tarafsız, teknik ya da yönetici figürler olarak sunulurlar ama gerçekte sistemin işlemesini değil, kendi varlıklarının korunmasını öncelerler. Tıpkı saray hiyerarşisinde yükselmek için birbirini harcayan hadım ağaları gibi, bugünün karar alıcıları da birbirinin kuyusunu kazarken toplumsal yapıyı çökertmektedir.

Not 50: Tarihin bize öğrettiği en önemli derslerden biri şudur:
“Bir sistemi yıkan şey, içeriden yükselen kötülük değil, içeride sessizce bekleyen kayıtsızlıktır.”
Hoşça bakın zatınıza…

Not 51: “Anahtarını yokladı organlarını
yoklar gibi, ferahladı içi. Geçerlerken
dikenli bir çitten dedi ki ona:
Hatırla oğlum! Burada çarmıha gerdi İngilizler
babanı bir kaktüs dikeni üzerinde iki gece
ama tek bir kelime etmedi. Büyüyeceksin oğlum
ve anlatacaksın onların tüfeklerini miras alanlara
kanın demir üzerindeki hikâyesini...”
(Mahmud Derviş/Atı Neden Yalnız Bıraktın
Arapçadan çeviren: Mehmet Hakkı Suçin)