Kurumuş ağaca su yürümez..
Ekonomik kriz, sadece sayılardan ibaret değildir!!! Kriz, masada yemek eksikliği ile başlar, çocuğun beslenememesiyle devam eder, aile içinde tartışmalara, boşanmalara ve derin yaralara dönüşür!!! Bir annenin geceleri endişeyle uyumaması, babanın gün boyu ikinci işlerde koşturması, komşuların yardımlaşması… Hepsi ekonomik krizin görünmeyen yüzüdür!!!
Ve işte tam o anda, halkın “koruyucusu” olması beklenen, ülkenin yasalarını yapan milletvekilleri, görev süreleri boyunca maaşlarını alır, hatta görev biter bitmez yüksek emekli maaşı hak eder!!! Ve bu maaşlar, sıradan vatandaşın yıllarca çalıştığı, her kuruşunu hesaplayarak yaşadığı yaşamla kıyaslandığında, inanılmaz bir uçurum yaratır!!! Halkın pazar sepeti ile milletvekili maaşı arasında uçurum öylesine büyüktür ki, vicdanlar sarsılır!!!
Ama dikkat edin!!! Dünyada bazı ülkeler, bu adaletsizlik algısını dikkate alarak milletvekili maaşlarını düşürme yoluna gitmişlerdir!!! Sint Eustatius’ta milletvekilleri ve bakanların maaşları %5 oranında düşürülmüştür!!! Bu karar, hükümetin maliyetleri azaltma ve ekonomik denetimi güçlendirme çabalarını yansıtmaktadır!!! Singapur’da 2012 yılında hükümet yetkililerinin maaşlarında %28 oranında kesinti yapılmıştır!!! Kenya’da ise mali kriz nedeniyle kabine üyelerinin maaş artışları durdurulmuştur!!! Bu örnekler, halkın ekonomik sıkıntılarını dikkate alan devlet politikalarının mümkün olduğunu gösteriyor!!!
Düşünün!!! Bir aile, ayın sonunu getirebilmek için mutfakta birden fazla hesap yapmak zorunda kalıyor, çocuklar protein eksikliğinden sağlıksız besleniyor!!! Bu ailelerin ödemek zorunda kaldığı faturalar, kira, okul masrafları, gıda giderleri… Hepsi ayrı bir yük!!! Ve aynı şehirde, aynı ülkenin temsilcisi olan vekil, hem görevdeki maaşını hem de emekli maaşını alıyor, toplamda yüz binlerce liraya ulaşabiliyor!!!
Bu adaletsizlik, toplum vicdanını derinden yaralıyor!!! Çocukların sabah kahvaltısında süt ve yumurta bulamaması, bazı ailelerin borçlanması, boşanma masasına oturması… Bunlar ekonomik krizden kaynaklanan gerçek acılardır!!! Ve işte bu acının karşısında “Milletmatik” diye adlandırabileceğimiz sistem var!!! Görev süresi kısa, maaşlar yüksek, ayrıcalıklar sınırsız!!! Halkın her kuruşu, vergi olarak toplandığında, bu yüksek maaşların bir kısmını finanse ediyor!!!
Peki, vicdan nerededir?! Peki, adalet nerededir?! Halk, sadece geçim sıkıntısı çekmekle kalmıyor!!! Aynı zamanda kendi emeği ile elde edilen verginin adil kullanımını da görmek istiyor!!! Çocuklarının sağlıklı beslenmesini sağlamak, aile huzurunu korumak, ekonomik güvenlik hissetmek istiyor!!! Ama sistem, kısa sürede yüksek maaş alan ayrıcalıklı sınıfı besliyor!!!
Marketlerdeki fiyatlar yükseliyor, sebzeler pahalanıyor, ekmek fiyatları cep yakıyor!!! Çocukların protein ihtiyacı karşılanamıyor, bazı aileler boşanma masasına oturuyor, birçoğu ikinci veya üçüncü işlerde çalışıyor, ama hâlâ ayın sonunu zor getiriyor!!! İşte halkın çığlığı budur!!! Bu çığlık, her sabah pazarın girişinde, market raflarında, çocukların gözlerinde yankılanıyor!!!
Ve tam o anda, emekli milletvekilleri, aylık on binlerce hatta yüzbinlerce TL emekli maaşını alıyor!!! Bu maaşlar, halkın yıllarca çalışıp biriktirdiği parayla kıyaslandığında, adaletsiz bir uçurum oluşturuyor!!! Bu uçurum, sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir yara!!! Ama biz susmayacağız!!! Halkın sesi olacağız!!! Milletvekillerinin yüksek maaşlarını eleştirmek, halkın acısını dile getirmek suç değildir!!! Aksine, vicdanın ve adaletin sesi olmaktır!!! Çocukların sağlıklı büyüyemediği, ailelerin geçim sıkıntısından dağıldığı bir ülkede, ayrıcalıklı maaşlar sorgulanmalıdır!!!
Şunu unutmamak gerekir ki, yaşam pahalılığı sadece bir “fiyat artışı” meselesi değildir. O, aynı zamanda adalet meselesidir. Eğer bir ülkede zengin daha zengin olurken, orta sınıf eriyor ve dar gelirli hayatta kalma mücadelesi veriyorsa; bu tablo sadece ekonomiyle değil, toplumsal vicdanla da açıklanmalıdır. O yüzden meseleye salt rakamlarla değil, insani bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor.
Bugün vatandaşın devletten beklediği şey, sadece destek paketleri değil, aynı zamanda güven veren bir yol haritasıdır. Üretim odaklı, adil paylaşımı önceleyen, gençlere ve emeklilere umut vadeden bir ekonomik vizyon… Eğer bu vizyon oluşturulamazsa, yaşam pahalılığı sadece bugünün değil, yarının da en ağır toplumsal yarası olmaya devam edecek.
Çarkı döndüren, sabahın köründe işine giden, fabrikada, atölyede, pazarda, okulda alın teri döken milyonlarca çalışanın hakkı, ülkenin en temel meselesi olmalı. Çünkü bir ülkenin asıl gücü, yalnızca askeri ya da siyasi kudreti değil, vatandaşlarının refahıdır. Eğer halk mutlu değilse, çocuklar yeterli beslenemiyorsa, gençler geleceğini başka ülkelerde arıyorsa, bu topraklarda gerçek anlamda kalkınmadan söz edilemez.
Yaşlanmanın kaçınılmazlığı:
Bir arkadaşım kısıtlı öğrenci bütçesi ile İngiltere’de eski bir araba almıştı. Kendisine sormuştum “Arabanın durumu nasıl?”. Cevabı şöyle olmuştu:” Arabanın kornasından başka, her yerden ses geliyor”. İnsan vücudunda da yaşla birlikte araba benzeri bir durum ortaya çıkıyor. Vücut her noktasından sinyaller veriyor. Belki bu yüzden kimse yaşlılığı kabul etmek istemiyor. Örneğin BBC’nin yaptığı bir araştırmada yaşlılık başlangıç yaşı ortalama olarak 59 yaş çıkmış. Ama bu yaşın üstündekiler yaşlılık başlangıç yaşı olarak daha ileri yaşları vermişler.
Yaşlanma, eski çağlardan beri adeta çürüme gibi nitelendirilmiş. Hatta eski Yunanlılar yaşlılığı bir hastalık gibi görmüşler. Nasıl nitelendirirseniz nitelendirin, sevseniz de sevmeseniz de bundan kaçış yok; insanlar yaşlanıyor. Ve de gelişen tıp bilgisi ile bu sınıfa katılanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Örneğin, yaşlanmada eşik 60 yaş dendiğinde dünyada 800 milyondan fazla insan bu eşiği geçmiş durumda.
Yaşlanmak, doğal bir sürecin sonucudur. Doğduğunuz an yaş almaya başlıyorsunuz. Bundan korkmanın veya yaşınızı saklamanın bir faydası yok. Gördüğünüz gibi yaşlanmanın bizden aldıkları kadar olmasa da bize kazandırdıkları da var. Önemli olan, her yaşın hakkını vererek erdemli olarak yaşamaktır, yaşlılıktan şikayet etmemektir.
Genç işsizliği:
Geçen haftalarda sosyal medya üzerinden bir mesaj aldım. Mesajı yollayan isim tanıdık gelmedi; takipçim değildi. Bir arkadaşım aracılığı ile beni bulmuştu. Üniversite mezunu çocuğu için iş arıyordu; çaresizdi. İş arayan çocuk, üstelik mühendislikte isim yapmış iyi bir üniversitemizden mezundu. Böyle çaresiz anneler, okullarını bitirdikleri halde uzun süredir iş bulamayan çocuklarına her kaynağı kullanarak iş arıyorlar. Bu, benim için ilk değildi. Tanıdığım ve tanımadığım anne ve babalardan son günlerde hep böyle istekler alıyorum.
Yazılı ve sözlü basından da bu konuda haberler duyuyoruz, ya da bizzat tanık oluyoruz. “Kazada ölen motor kurye, fizik mezunu idi.” İş bulamadığı için semt pazarında sergi açan mühendislere rastlıyoruz. KPSS sınavında yüksek puan alıp mülâkatta ne idüğü belirsiz bir şekilde elenen atanamamış öğretmen adaylarının haberi hiç eksik olmuyor. Bırakın devlet kuruluşlarını, bazı özel kurumlara girişte bile iktidar partisi aracılığının arandığı bir partizanlık devri yaşıyoruz.
Her yaş grubu için işsizlik, önemli bir sorundur. Ama genç işsizliği ayrı bir önem arz eder.
İnsan, ekonomik bir varlıktır. Yaşamını sürdürebilmek için paraya ihtiyacı vardır. Eğer başka bir gelir kaynağı yoksa parayı çalışarak kazanması gerekir. Onun için para kazanacağı bir işe ihtiyacı vardır. Eğer işi yoksa bu gelirden yoksundur.
Belli nitelikteki işler de belli nitelikte beceriler gerektirir. İşte bu nedenle de kişi okula gider, eğitim alır. Bu eğitimin de maliyeti vardır. Şimdi düşünün üniversiteyi bitirmiş bir gencin ailesinin yaptığı yatırımı. Bir de özel okullara gitmişse kaç yata, kaç kata mal olmuştur. O anne-baba dişinden tırnağından artırıp, ne fedakârlıklar yaparak o faturaları ödemiştir. Belli bir yaştan sonra, eğitiminin her devresinde genç işe girip para kazanablir. İşsiz kaldığı her süre de bu kazançtan kayıptır. Bunlar bireysel kayıp idi. Bir de en verimli ve üretken olabileceği bir devrede işsiz kalan tüm gençlerin ekonomide yaratacağı toplam kaybı düşünün.
Genç işsizliğinin sosyal maliyeti de vardır. İşsiz kalan genç, kendini başarısız ve toplum karşısında yenilgiye uğramış gibi görmektedir. Öğrencilik çevresinden çıkıp profesyonel bir çevrede, toplumun belli bir kesiminde yer alacakken, kendini dışlanmış hissetmekte ve sosyal çevreden uzaklaşmaktadır. Sosyal çevreden kopuş zamanla gençleri toplumla hesaplaşma seviyesine bile getirmektedir. Bu nedenle İşsiz gençler dünyanın her yerinde suç örgütlerinin hedefi haline gelmektedir.
İşsizliğin gencin psikolojik dünyasında yarattığı tahribat da büyüktür. Yapılan araştırmalar uzun süre çekilen işsizlik sendromunun kişide aşağıdaki tip psikolojik bozukluklara yol açacağını göstermektedir: Genç, kendisinden şüphe etmeye başlar, kendine güvenini kaybeder. Umutsuzluk ve çaresizlik girdabına girer. Özgüvenle birlikte öz benliğine saygı kaybolmaya başlar. Depresyona girer. İçine kapanır ve yalnızlık seline kapılır. Hatta en beteri intihar vakalarına bile rastlanmaktadır.
Bir gencin iş bulabilmesi için önce açık pozisyonların olması gerekir. Açık pozisyon da iki ana nedenden dolayı ortaya çıkar. Birincisi, mevcut bir pozisyon boşalır. İkincisi de ekonomik büyüme ile yeni pozisyonlar oluşur.
Mevcut bir pozisyonun boşalması, o pozisyonu dolduran kişinin yerini terk etmesidir. Terk etme değişik nedenlere dayanabilir. Kişi, daha iyi bir iş bulmuştur, istifa eder. Kişi, askere gider. Kişi, terfi eder, bir üst pozisyona geçer. Kişi hastalanır, işten ayrılır. Kişi düşük performansı dolayısıyla işten çıkarılır. Emeklilik dolayısıyla da işgücünün terk edilmesi ile kurumlarda pozisyonlar açılacaktır. Ancak kişiler aldıkları emekli maaşı ile bırakın geçinmeyi karınlarını zor doyurduğu için çalışmaya devam etmektedir.
Yeni iş pozisyonlarının açılmasında asıl önemli faktör, ekonominin büyümesidir. Burada çok çeşitli faktörleri sayabiliriz.1-Kurumsal ve politik faktörler: Hukukun üstün olduğu, yolsuzluktan arınmış iyi yönetişim, serbest piyasa politikaları, uluslararası ticaret 2-Temel üretim faktörleri artışı: Sermaye birikimi; nitelikli işgücü ve nüfusun artışı; enerji, madenler ve tarım arazilerinin verimli kullanımı. 3-Makro ekonomik istikrar: Enflasyon kontrolü ve mali disiplin.4-Beşeri sermaye ve eğitim: İyi eğitilmiş nüfus ve iyi çalışan sağlık sistemleri 5-Teknolojik gelişme ve yenilik: İnovasyon ve araştırma-geliştirme 6-Alt-yapı yatırımları: Ulaşım, enerji ve dijital alt-yapı 7-Sosyal ve kültürel faktörler: Girişimcilik ruhu, toplumsal güven.
İşsizliği çözecek ekonomik büyümenin önünü açacak faktörleri yukarıda sıraladım. Bu faktörler birbirinden bağımsız değildir ve bazı ortak temellere dayanmaktadır.
Her şeyden önce bir ülkede güvenin sağlanması gerekir. Bunun için temel hak ve özgürlükler korunmalıdır. Ülkede üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü egemen olmalıdır. “Hukuk devleti“ ilkesi , devletin her eyleminde, söze hacet kalmayacak biçimde kendini göstermelidir. “Adalet mülkün temelidir“ ilkesi duvarlardan inip hakim ve savcıların vicdanına girmelidir.
Her tür ekonomik gelişme beşeri sermayenin gelişmesine bağlıdır. Genç beşeri sermayenin gelişiminin önünü tıkayan ve mevcudu eriten genç işsizliği, yapısal bir sorundur. Sorun, temelinde eğitim sistemine dayanmaktadır. Bu nedenle, anaokulundan başlayarak eğitim sistemi lâik olmalı, bilim ve teknolojiye dayanmalıdır. Ekonominin ihtiyaç duyduğu becerileri kazandırmalıdır.
Son söz:
Rekabetin bu kadar çetin olduğu bir devirde toplumların ayakta kalabilmesi için düşünen, sorgulayan, eleştiren, bilgili ve isyankâr ruhlu genç beyinlere ihtiyaç vardır.
Gençler bir ülkenin geleceğidir, umut ışığıdır. Ülkenin umut ışığının sönmemesi için de gençlerin umut ışığının sönmemesi gerekir. İşsizlik ruhu çürütür, umudu söndürür. Bu nedenle genç işsizlik sorununun çözülmesi hayati değer taşır.
Not 1: Sokakta sesler. Bir adam diğerini ikna etmeye çalışıyor, ‘buna rüşvet diyemeyiz, alan memnun veren memnun’. Yanımdan geçiyorlar. Bir dakika sonra bir meczup bir şeyler mırıldanarak geçiyor. Kulak veriyorum. ‘Ey sevdiğim bir gün bana yar demedin, yar demedin’.
Not 2: Eli böğründe kalır her umudun. Kalemde mürekkep, defterde sayfa yok. Ve kalpte hüzün çok. Işığını saçar, geceyi aydınlatır da yolunu bulamaz mı ay? Düşer parça parça, kırılır içten içe. Şiir olur sûreti. Mevsim gibi geçer yüzü. Her gece misafir olur gönüllere. Suya düşer ay, başlar ayrılık. Ağlar ismini yüzüne aksettiren güzellik. Ve başlar sonbahar.
Yollar nereye gider? Şairin sesi son söz olur: “Üşüdüm yağmuruna sar beni
Hasretime vâha, çölüme serap ol
Kendine başka anlam bulsun intihar
Son istasyonda beklerken ömrüm
Seni sevdim, ne söylesem, hepsi inkâr
Giderken, elvedana sar beni”
Not 3: “Ve gönül Tanrısına der ki:/Pervam yok verdiğin elemden/Her mihnet kabulüm, yeter ki/Gün eksilmesin penceremden.”
Not 4: "Sessizce! Henüz hiç kimsenin geçmediği yere geçmek istiyorum, sessizce!” André Breton
Not 5: "Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.."
Didem Madak
Not 6: "İkimiz de özlüyorduk,
Kavuşmak için bir bahane lazımdı ama bu imkansızdı.
Çünkü biz sadece özlemek için sevmiştik birbirimizi.."
Cemal Süreya
Not 7: Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum. / Sait Faik
Not 8: "harcım değil bir yar sevmek gizliden.." / ismet özel
Not 9: "Dedim ki cümlelerim bile devrik.
Kalbimin içini hiç sorma…”
Nazan Bekiroğlu
Not 10: "Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir.." İnce Mehmed
Not 11: Hiç kimseye hiçbir sey anlatmadan sadece susmak istiyorum.
Sadece susmak..
Yoruldum çünkü.
Bu yorgunluğu kelimelerle anlatmak istemiyorum.
Biri adımı sorsun istemiyorum.
Nasılım, ne haldeyim bilinsin istemiyorum.
Susmak istiyorum.
Bir bankta gece yarısı ağlamak bir de..
Not 12: Kurumuş ağaca su yürümez..
Not 13: Zamanın cevabı vardır, biz sadece bekleriz; gelen armağan, gelmeyen sırdır...
Not 14: İlkokuldan başlayarak hatayı kabul etmenin ve özür dilemenin bir erdem olduğunu çocuklarımıza öğretsek bu toplumun birçok sorunu çözülür.
Not 15: Arkasında ve geçmişinde hiç bir şey ve hiç bir kimse yok gibi.
Cama yapıştırılmış bir ihtiyarlık gibi.
İnsanların yaşadığı bir programın dışarıya bakma saatında dışarıya bakması için getirilip camın önüne bırakılmış gibi.
Not 16: Türkiye’de taraflı tarafsız hiçbir kulüp ve taraftarı Türk hakemlerinin adaletli karar verdiğine inanmıyor. Kısacası Türk hakemleri güvenilirliğini kaybetmiş durumda. Futbolcunun sahadaki emeği, taraftarın tribünde ödediği bilet parası, televizyon başında milyonların beklentisi, tek bir hakem hatasıyla çöpe gidiyor.
Not 17: Avrupa’nın sayılı liglerinde söz konusu hatalar, bir elin parmağını geçmezken, Türkiye’de yapılan yanlışların hatanın ötesine geçtiği de VAR kayıtlarıyla ortaya çıktı. Maalesef, yeşil sahalara şaibenin taşınması taraftarın da dikkatinden kaçmadı. Trabzonspor’un Gaziantep ile oynadığı maça taraftarlar rağbet göstermedi. Takımın, Samsunspor ve Fenerbahçe ile oynadığı maçlardaki bariz hatalara rağmen, yönetimin sessiz kalması bardağı taşırdı. Taraftarlar tepki için tribünleri boş bıraktı. Ancak Bordo Mavili takımın son maçında da hakemin bariz hatası, artık bu MHK ve Türk hakemlerle yürümeyeceğini bir kez daha gösterdi. Maçın hakemi Arda Kardeşler’in hatanın ötesinde, bariz art niyetli yaklaşımın ardından Savcılar mutlaka harekete geçmeli. Çünkü bu olay sadece takımlara değil, Türk futbolunun marka değerine zarar veriyor. Her hafta bu kadar yanlış karar veriliyorsa, savcılar hakemlerin irtibatını belirlemek zorunda…
Not 18: Trabzonspor–Gaziantepspor maçının hakemi Arda Kardeşler’in, ev sahibi takım aleyhine verdiği karar, Türk futbolunun kronikleşmiş bir yarasını bir kez daha gözler önüne serdi. Hakemlerin sahada adalet dağıtmak yerine, oyunun seyrini bozacak derecede net hatalar yapması, iyi niyete matuf bir hareket olmadığı ortaya çıkmış oldu. Üstelik bu hataları artık “insanlık hali” olarak da yorumlamamak gerekiyor. Ne yazık ki, bu kararlar, oyunun ruhunu katleden bir noktaya ulaşmış durumda.
Maalesef, Türkiye’de futbol severler maçtan ziyade, hakemleri ve hatalı kararlarını konuşuyor. Futbolun konuşulması gerekirken, masa başında hakem raporları tartışılıyor günlerce. Bu kapsamda maçın orta hakemi Arda Kardeşler’in Bordo Mavililer aleyhine yaptığı bariz hata da bunun son örneği. Net bir pozisyonu, hakemin yanlı ya da beceriksiz kararı sonrasında iptal edildi. Neticede kaybeden öncelikle ev sahibi takım olurken, devamında Türk hakemlerine duyulan güven de dip yaptı.
Not 19: Ve daha vahimi şu: Bu hataların hesabını soran, sorumluluk yükleyen bir mekanizmanın olmaması. TFF’dan MHK’ya, Kulüpler Birliği’nden kulüplere kadar hiçbir kurum, yıllardan beri devam eden sorunlara hiçbir çare bulamıyor. Daha da önemlisi, kulüplerin bir çözüm önerisi de bulunmuyor. Bu zafiyetten dolayı da, MHK ve hakemler, yeşil sahalardan haksız ve adaletsiz karar vermeye devam ediyor. Diğer taraftan, hata yapan orta hakemler ve VAR hakemleri, cezalandırılmayınca, ertesi hafta yine düdük çalmaya devam ediyor. Ceza yok, denetim yok, şeffaflık yok ne yazık ki.
Not 20: Hakemler bir maçta bir takımı biçiyor, ertesi hafta başka bir takımı kollamaya çalışıyor. Bu kısır döngü içinde ne futbol gelişiyor, ne de taraftarın adalet duygusu tatmin oluyor. Artık net bir gerçek ortada: Türk futbolu, bu hakem düzeniyle ileri gidemez. Hakemler hata yapmaya devam ettikçe, ligimizin kalitesi düşmeye, futbolumuz dünya çapında ciddiye alınmamaya mahkûm. Çözüm, köklü bir değişimden geçiyor. Hakemlik sisteminin tamamen şeffaflaştırılması, performansa dayalı ciddi bir denetim mekanizmasının kurulması ve lobilerin etkisinden arındırılması şart. Aksi halde, Arda Kardeşler’in düdüğü sadece bir maçın değil, tüm Türk futbolunun ipini çekecek.
Not 21: AK Parti, susuz geçen yazın sonunda ektiği hiçbir şeyi hasat edemiyor. Sermayeden tüketiyor. Oyları hızla eriyor.
Aslında iktidar, evrensel olarak tarih boyunca istisnasız kanıtlanmış bir paradoksu yaşıyor.
Adalet mabudesinin elindeki kılıç ile her şeyi yapabilirsiniz. Önünüze çıkanı doğrarsınız. Sallayıp etrafa korku salabilirsiniz. Bıçak yerine kullanıp elmanızı soyabilirsiniz. Maşa gibi kullanıp ateşi karıştırabilirsiniz. Tornavida yerine kullanıp vidayı sıkıştırabilirsiniz. Dekor olsun diye duvara asabilirsiniz. Ama bir tek şeyi yapamazsınız: Üzerine oturup hükümet edemezsiniz.
Not 22: CHP’nin İstanbul kongresine 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin icra memurları marifetiyle müdahalesi tam olarak bir anayasa suçuydu. Bu anayasa suçunu tespit eden, Türkiye’nin yüksek yargısı içinde yer alan Yüksek Seçim Kurulu. YSK, bu müdahalenin bir korsan tecavüzü olduğunu açıkça söyledi. Karar metni aynı zamanda bir suç ihbarı mahiyetinde. HSK harekete geçse, Adalet müfettişleri devreye girse, mahkemenin hâkimi meslekten çıkarılsa ve yargılansa ne olur?
Not 23: Yargı, doğal olarak hiyerarşiye bağlı iş görmez. Yargı tasarrufları yargıç kararlarıyla ortaya çıkar. Başsavcılıklar ve İl Adalet Komisyonları vasıtasıyla, tabiî yargıç prensibine aykırı bir şebeke devreye sokulabilir. Sulh Ceza hakimlikleri ve inceden planlanmış nöbetçi mahkemeler eliyle, siyasî değeri olan davalar özel olarak seçilmiş yargıçlara servis edilebilir. İstenmeyen kararları veren hakimler görevden alınabilir. Ama bütün bunların hepsinin bir haddi ve hududu var. Yargıcın hukuk bilgisi devreye girer, neye gücünün yeteceği, hangi durumda tarafsızlıktan vazgeçtiğini alenen ilan etmiş olacağını bilmesi gerekir. Yoksa?
Küçük bir sandalla gerçekleşen korsan baskınına, YSK’nın koca kadırgası müdahale etmek zorunda kalır.
Not 24: Mansur Yavaş, gelen saldırıyı, karşı tarafın hamlesini kullanarak yüzüstü yere yapıştırdı. Sonra üzerine çıkıp kelebek supleksle gövde gösterisi yaptı. Hepsinden önemlisi CHP’ye yönelik yargı operasyonlarının akıbeti konusunda belirgin bir işaret verdi.
Not 25: Ankara Büyükşehir’e yönelik soruşturmanın, önceden Melih Gökçek marifetiyle haber verilmesi, soruşturmayı yürüten savcıyı zan altında bıraktı. Bir kastı olduğunu sanmıyorum; sızıntıyı bulup kendisini temize çıkartmak zorunda.
ABB soruşturmasının abartılacak bir tarafı yok. CHP kanadına ve Mansur Yavaş’a propaganda alanı açılıyor. DMM’nin devreye girmesi bu alanı genişletiyor ve sonuçta Mansur Yavaş’ın Melih Gökçek dönemine ait kabarık dosyası yedi cihana duyurulmuş oluyor. Muhalefetin değirmenine kazan kazan su taşıyan bu tür skandalların, düzgün işleyen operasyonel bir aklın eseri olduğunu düşünmek yerine absürt komedilerin gerçek olduğuna inanmayı tercih ederim. Bu kadar saçmalık akıl dışı. İktidar kibri, hatta körlüğü için bile çok fazla. Ellerinde koskoca balyozlar, önlerine çıkan her şeyi çivi zannedip indiriyorlar. Yargıdaki enkaz görüntüsünün sebebi bu.
Not 26: Mart ayından itibaren süren yargı operasyonları, istenen sonuçları sağlayamadı.
Kayyım operasyonları, Özgür Özel’in parti içindeki gücünü pekiştirmekten başka işe yaramadı. Saflar sıklaştı, farklılıklar giderildi, CHP ilk defa tek parça halinde kenetlenmiş bir partiye dönüştü. Nitekim YSK kayyım sopasını iktidarın elinden aldı, kalın bir dosyanın içinde arşive kaldırdı.
Geriye ne kaldı?
Belediye soruşturmalarının mahkeme safahatı yaklaştı. Bahçeli’nin destek verdiği “canlı yayınlansın” özgüveni altında, aheste işleyen yargının tahliye kararlarını bekleyeceğiz. CHP içerden parçalanıp çökertilemediği için bu davaların taktik önemi azaldı. “Sıkılaştırma devam edecek” diyen ekonomi yönetimine bakılırsa, yoksulluk arttıkça CHP’nin yükselişi devam edecek. Bu yükselişin altında ezilen iktidar için, belediye soruşturmaları haksızlığın-adaletsizliğin gölgesini çoğaltacak. Kısaca belediye soruşturmaları gevşeyecek.
Başlangıçta rakip cumhurbaşkanının siyasetten silinmesi şeklinde planlanan İmamoğlu operasyonlarının da CHP içerden çökmeyince pek anlamı kalmadı. Ahmak Davası, Demokles’in kılıcı gibi Ekrem İmamoğlu’nun tepesinde sallanmaya devam edecek. Bu davanın Yargıtay aşaması için makul bir süre var. Diploma iptalinin İdari yargıdan dönmesi galip ihtimal. Bu kadar açık bir hukuka aykırılığın üstünü örtüp tasdik etmek için İdari yargının boydan boya hukuktan vazgeçmesi lâzım.
Şapkada başka tavşan yok.
Bu durumda geriye pek bir şey kalmıyor.