Kadın parti değiştirip kocası kazanırken ört ki ölem çaresizliği..

Topuklu efe lakaplı Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu'nun AK Parti'ye “Özlem ablam hoş gelmiş” modunda transferi herkesi şaşkına çevirdi. Soruşturmayla hapisle tehdit edildiği ve eşinin ailesine ait batık olduğu iddia edilen şirket Jantsa’yı kurtarmak, zombi şirkete ucuz kredi ve hibeler alıp hükümet kalkanıyla şirket Jantsa'yı kurtarmak olduğu iddia ediliyor.

Siyaset adına utanç verici gelişmeler. AK Parti'nin geldiği nokta açısından çok vahim. AK Parti'ye geçmek yargıda aklanmak için yeterli görünüyor. Batık kocasının şirketini halka finanse ettirmek hangi ahlaka vicdana sığar. Şirket bugün 14 Ağustos itibarıyla %15 prim yapıp yükselmiş ve Çerçicoğlu ailesi 4.2 milyar TL kazanmış. Masum olsa ucuz kredi ve hibeler garanti artık. Kadın parti değiştirdi kocası kazandı. AK Partinin içine geldiği ve düştüğü çürüme ibret verici bir hal almıştır.

Tam bu şaşkınlık içerisinde debelenirken Murat Kapki ile AK Parti'nin önemli isimlerinden Mücahit Birinci arasında geçen rüşvet iddiaları ortalığa düşünce insanın ağzından “Ört ki ölem.” sözü düşüveriyor.

Ülkede yaşananlar lağım çukurunun dibi gibi. Leş gibi kokular geliyor her yerden. Kokuların kaynağı ise yargıdan ve çürüyen adalet sisteminden ve kolonları kesilmiş devlet aygıtının dengesini kaybetmesinden kaynaklanıyor.

Türk milletini asırlar boyu var eden, geniş coğrafyalara hükmetmesini sağlayan adalet fikri ve bu fikrin somut hali olan yasa düzenidir. Irkıl Ata’nın Oğuz boylarını bir düzen ve işbirliği içinde tutan töre ortak paydasından bu yana değişen bir şey yoktur. Töre, yani yasa her şeyin önündedir, devletin bile. Bu yüzden, en az iki bin yıllık geçmişe sahip temel kural şudur: “İl gider, töre kalır.” Yani “devleti boşverin” diyor bu söz, töreniz yaşıyorsa her şey yoluna girer.

Çünkü her şeyi yoluna sokan töre, yani yasadır.
Medeniyet, yasa fikri üzerinde yükselir. Antik Yunan Medeniyeti Solon Yasaları’nın eseridir. Şu söz 2500 yıllık bir aklı yansıtır: “Vatandaşlar yasaları, şehrin duvarlarını savunur gibi korumalıdır.”

Roma, dünya üzerinde tek devlet olma iddiasını 15 asır boyunca hukuk düzeni ile sürdürebilmiştir.
İyi yasalara sahip olmanız yetmiyor, bu yasaları, yine yasaları sündürüp sağa sola çekmeden ve gerçeğe bağlı kalarak uygulayacak yargıçlara ihtiyaç var.

Devlet iktidarının tek meşrû varlık sebebi tarafsız ve adil bir yargılama gücüne olan ihtiyaçtır. İnsanlar aralarındaki anlaşmazlıkları “kendi davalarının yargıcı olamayacakları için” tarafsız bir otoritenin önüne götürmek zorundadır. Devlet, bu anlaşmazlıkları çözecek tarafsız otorite olarak ortaya çıkar. Diğer bütün yetkileri, bu temel ana varlık sebebini yerine getirmek içindir. Demek ki devlet, adil ve tarafsız bir otorite olma hüviyetini kaybettiği an, devlet olma özelliğini de kaybeder. Devlet olarak koruması gereken hiçbir şeyi, kendi varlığını da sürdüremez.
Hukuku ve bu hukuku adil ve tarafsız bir şekilde uygulayacak yargı erkini çekip çıkardığınız zaman devletten geriye bir eşkıya çetesi, bir suç örgütü, zorla varlığını sürdüren bir çıkar şebekesi kalır.

Hukuk, vatandaştan önce devlet için gereklidir. Çünkü hukukun olmadığı yerde devlet de olmaz.

Yargı, siyasî rekabeti belirleyen iktidar sopası olarak kullanılıyorsa, yargı en kestirme yoldan devasa bir beka sorununa dönüşür.

İBB Borsası iddiası, tek başına bağımsız bir devleti kurda kuşa yem edecek kadar bitirici, tüketici bir soruşturma konusu olarak önümüzde duruyor.
Sürmekte olan davalara, açılan soruşturmalara bakın. Kanunda yer almayan bir suçtan Fatih Altaylı yargılanıyor. Tutukluluk itirazını hâkim “delil karartma” gerekçesi ile reddederken, “hangi delil” sorusu hiç aklına bile gelmiyor.
Savcılar, zanlılar hakkında Ceza Kanunundaki sevk maddesini toplama-çıkarma işlemlerine göre kafalarına göre seçiyorlar. İBB Borsası ithamıyla gözaltına alınıp serbest bırakılan avukatın adil yargılamayı etkileme suçundan muaf tutularak sadece nüfuz ticaretinden hakim karşısına çıkartılması böyle bir durum. Delil dosyalarını Grok’a okutup sevk maddesi sorsalar, inanın sevk maddelerinin çoğu değişir, çok sayıda tutuklu serbest, tutuksuzlar ise tutuklu hale gelir.
Adalet dağıtması, temiz vicdanla karar vermesi gereken yargının tam tersine bir suç örgütüne dönüştüğü, kararların rüşvetle verildiği, masumların değil suçluların çıkarlarının gözetildiği iddiası havada asılı dururken hangi devlet asli görevlerini yerine getirebilir?

Artık devletin bekasını ve milletin çıkarlarını, yargıyı yasalara uygun şekilde hizaya sokmadan koruyamayacağımız derin bir uçurumun kenarlarında dolaşıyoruz.

Tabiat boşluk kaldırmaz:
Kuantum fiziğinde bir ilke vardır: “Doğa boşluğu sevmez.” Atom altı düzeyde bile hiçbir alan tam anlamıyla boş değildir; her zaman bir potansiyel titreşim, bir enerji hareketi vardır. O boşlukta olasılıklar titreşir. Bir şey yerini terk ettiğinde, evren yeni bir şeyi oraya çekmeye başlar. Fakat bu çekim, bizim ne istediğimizden çok, neye hazır olduğumuzla ilgilidir.

Psikolog Carl Jung’un dediği gibi: “Bilinçdışı, farkında olunana dek kaderiniz olur.” Eski bitmeden yeniyi çekmeye çalışmak, farkında olunmayan duygusal kalıntılarla dolu bir evi yeni misafirle paylaşmak gibidir. Oysa kapanmamış hikâyeler, sadece bizi değil, geleni de tüketir. Bu yüzden travmanın değil, boşluğun kabulüyle başlar iyileşme.

2022’de Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, duygusal olarak tam anlamıyla bitirilmemiş ilişkilerin, bireyin dikkat, hafıza ve karar verme süreçlerinde tıpkı bir arka plan uygulaması gibi enerji harcadığını gösterdi. Kapanmayan hikâyeler, zihinsel RAM’i tüketir. Oysa o RAM, yeni bir hayatı işlemeye yetecek kapasitede olmalı.

Bazen eski bir sevgili gitmez, bazen gidenin ardından içimizden bir parça eksik kalır. Hemen yeni biri gelsin isteriz. Yeni biri, yenilemesin diye değil, tamamlasın diye çağrılır. Ama eksik olan tamamlanamaz; ancak görülüp yas tutulduğunda, dönüştürülebilir.

Didem Madak bir şiirinde şöyle der:
“Kırılmış bir şeyin acısını, bir başka şey tamir edemez.”

Çünkü kırıklar sadece kapanmaz, içlerinde yankılanır. O yankıyı susturmanın tek yolu, ona kulak vermektir. Bir hikâye bittiğinde o boşluğa bakmak, kaçmadan durabilmek cesaret ister. Ama işte tam orada, evren nefes alır.

Som söz: Dijital “like” bir varoluş ve ardından online alışveriş yeni bir tüketici davranışı. İşveren veya işçi, girişimci veya öğrenci, bürokrat veya memur; toplumsal tanımın neyse ne? Yatayda herkes dijital vatandaş; adı vatandaş veya dijital köle. Eğer sosyal medya kuyusuna düştüysen, like’ın kadar var, beğeni sayın kadar toplumdaşsın; devamla yaptığın alışveriş ile varlığının ispat edenisin. Gelir durumun önemli olmadan gülümsemenin eşitliğinde, beğeninin handikapısındasın. Üniversite mezunu ile mezunsuz artık eşit; patron ile çalışan eşit; ebeveyn ile çocuk eşit; ne yaşın ne de cinsiyetin önemi var; kim neyi hayal ediyorsa avatarı ile o; artık gerçek kimlik yok. Ama mutluluk anları, ama photo shoplu fotoğraflar, aynı gülücüklerle hepimiz eşitiz. 2012 icadı akıllı telefonlar bilinen ve görünen sınıfsal ve toplumsal farkları ortadan kaldırarak, bir ömür boyu sınıf atlamak için bizleri uğraştırmaktan geri durmamızı sağlıyor. Yaşasın sosyal medya, yaşasın gülücüklü fotoğraflarımız, yaşasın like edenlerimiz.

Tadımlık: “Beni güzel hatırla
Bunlar son satırlar
Farz et ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından
Ya da bir yağmur, sel oldum sokağında
Sonra toprak çekti suyu canına
Yok olup gittim, belki bir rüyaydım senin için
Uyandın ve ben bittim”
Mikail Müşfik

Hakikat: Bir sabah kalktığınızda dağların yerlerin oynatıldığına şahit olduğuna hala Tanrının adını anmayacak mısınız!

Özdeyiş: Çoğaltma tutkusu sizi helak etti..

Realite: Biz sizi mallardan, ürünlerden ve evlatlardan eksilterek sınarız..

Özdeyiş iki: Zenginlik istisna fakirlik geneldir.

Uyarı: Yıl sonu enflasyon beklentisi %25-30 aralığında gidip geliyor. 2 yıllık tahvilse şu an %40 civarında. Yani hazine bu yıl yaptığı borçlanmalara 2 yıl boyunca %40-45 faiz ödeyecek. Enflasyon 2026 sonu %16'ya düşecekse hazine neden bu kadar yüksek faiz ödüyor? Soru bu.

Not 1: Tabiata, insana ve insanlığa dair bütün güzellikleri yitirdiğimiz gibi, doğanın gözümüzün önünde yanıp kül olmasına da kayıtsız kalıyoruz. Ormanlar yanıyor, dereler kuruyor, kuşlar susuyor; biz ise ekranlardan izlemekle yetiniyoruz. Bir zamanlar kutsal sayılan toprağın, ulu bir varlık gibi hürmet edilen ağacın yerini, metrekare hesabı, imar planı, kat karşılığı sözleşmeler aldı. Ormanlık alanların vasfını yitirmesi, imara açılması, artık ne haber değeri taşıyor ne de vicdanlarda karşılık buluyor. Toprağın çığlığı, betona gömülen tabiatın haykırışı kimsenin duymadığı bir dile dönüştü.
İmar rantı, hızla artan nüfus, büyüme arzusuyla birleşince, doğal olanın anlamı silinmeye başladı. Artık tabiat hadiselerinin bizlere verdiği ya da vereceği zararın yalnızca ölçüsünü tartışıyoruz. Kaç bina yıkılır? Kaç kişi hayatını kaybeder? Kaç milyonluk hasar olur? Oysa esas soru şu olmalı: Bu derin kayıtsızlık ne için? Hangi ihtiyaç, hangi inanç, hangi ideoloji bizi doğanın çöküşü karşısında bu denli sessiz kılabilir?
Belki daha fazla konfor için… Belki daha çok tüketmek, daha çok kazanmak için… Belki de insanın doğayla, kendi özüyle ve yaratıcıyla olan bağının çoktan koptuğu içindir bu sessizlik. Çünkü artık şehirlerimiz de bizler gibi: Gösterişli ama içi boş, yüksek ama temelsiz, kalabalık ama yalnız. Ne doğayla ne de birbirimizle sahici bir bağımız kalmış gibi.
Oysa şehir, sadece binalardan ibaret değildir. Şehir, bir ruh halidir. Yalnızca taşın, toprağın değil; insanın, hafızanın, hatıranın biçimlenmesidir. Tabiat ise sadece arka fon değil, hayatın bizatihi kendisidir. Ne şehir, ne de tabiat; dışımızda, bizden bağımsız varlıklar değildir. Onlar, iç dünyamızın aynasıdır. Ve biz bu aynalarda artık kendimize rastlayamıyoruz.

Not 2: Hüzün ağır gelir yüreğe,
Ama en güzel duayı ettirir.

Cahit Zarifoğlu

Not 3: Hepimiz denize şişe atmaya mahkumuz. Zaten artık deniz de yok, yalnızca şişeler kaldı. ( ROMAIN GARY / Kadının Işığı )

Not 4: Tam 80 yıl önce...
Geçen hafta...
Önce 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya, sonra 8 Ağustos'ta Nagasaki'ye sabah saatlerinde atom bombası attı ABD...
Yüz binlerce insan kül oldu, yarısına yakını çocuktu...
Bombalardan birini taşıyan pilota çok sonra "Ne düşünmüştün?" diye sorulmuştu. O da muktedirlerin hizmetçilerine özgü bir yavşaklıkla "Evdeki buzdolabının geriye kalan 175 dolarlık taksiti kafamı meşgul etti durdu" demişti. Kritik soru şudur:
Dünya bu katliamı nasıl yuttu, kabullendi, hatta başının üzerine koydu?
"Buna mecburdu hür dünya" dediler...
"Atom bombası atılmasa Japonya teslim olmayacaktı" diye inandırdılar...
Düşünebiliyor musunuz?
Japonya Başbakanı geçen yılki anma törenlerinde konuştukça konuştu ama ABD'nin adını bile anmadı.
Sanki uzaylılar toza çevirmişti Hiroşima ve Nagasaki'yi...
Niçin anlatıyorum?
Bunlara dikkat etmezseniz, global emperyalizmin zihin operasyonlarına kapılıp giderseniz, ne bugünkü dünyayı anlarsınız ne de Gazze'yi...

Not 5: Dişe dokunur çalışması olmayan profesörlerin üniversite falan da umurunda değil açıkçası. Bölüm başkanı, dekanlık, enstitü müdürlüğü, rektörlük derken hoop belediye başkanı veya milletvekili yapılma peşinde çoğu. Akademiyi siyasete geçiş için basamak olarak kullanıyorlar.
Politikaya soyunamayanlar da “67 yaşıma kadar hiçbir şeye elimi sürmesem her ay maaşım tıkır tıkır yatıyor” diyor.
Aynı akademisyenler, buna rağmen üç kuruşluk teşviklerin peşine düşüyor. Pek çoğu asgari ücretin neredeyse beş katını kazanırken yapıyor bir de bunu.
Hepsinin diploması da gerçek.
Daha vahimi;
İntihal yaptığı herkesçe bilinen akademisyenler var. Öğrencisinin henüz bitmeyen tezinden bilgi aşırıp makale basan akademisyenler var. Diploması gerçek.
Akademik yükselme için gerekli puanları toplayabilmek amacıyla öğrencilerine baskıyla makale yazdıran akademisyenler var. Makaleyi öğrenci yazıyor ama iki isimli yayınlanıyor. Hocanın adı da öne yazılıyor. Gerekçesi ise çok komik. Akademik unvan olarak kim yüksekse onun ismi başa yazılırmış. Makaleyi yazarken ter dökmek ölçüt değil tabi. Fakat diplomalar gerçek merak etmeyin.
Tez diye başka dillerden çevirdiği kaynakları verenler var. Tarih ve edebiyat gibi bölümlerde eski harfli eserlerin latinize edilmesi tez sayılıyor. Kimse bir şey demiyor mu, çeviriden tez olur mu dediğinizi duyar gibiyim.
Tarih ve edebiyat gibi bölümlerin akademisyenleri, tez öğrencilerine çeviri vererek esasında kendi iş yüklerini hafifletiyorlar. Kendilerinin tercüme etmesi gereken metinleri, öğrencilerine yaptırmış oluyorlar. Öğrenci de ortaya bir tez koyacağım diye uğraşmamış oluyor. Alan memnun, veren memnun yani.
Diğer bölümlerde, özellikle taşra üniversitelerinde, önlerine gelen tezin yabancı bir kaynaktan çeviri olduğu anlaşılmıyor bile. Çünkü jüri üyesi akademisyenlerin literatür takibi yapmak gibi bir alışkanlığı yok. Hoş, literatürü takip edecek kadar yabancı dilleri de yok.
Yabancı dili biraz açacağım ama tez demişken; gerçek diplomalı öyle akademisyenlerimiz var ki tezini bulabilene aşk olsun! Bir de aynı parayla diploma verenler gibi parayla tez yazanlar var. İnternette karşılaşmışsınızdır. Artık kimler parasını verip tez yazdırdı bilemem!
Ancak parayla kitap, makale, bildiri bastıran akademisyenden bol bir şey yok. Zaten zırt pırt mail atıp “parasını verin doçentlik profluk garantili kitap, makale, bildiri ne isterseniz yayınlarız” diyen şirketler var. İçerik önemli değil. Parasını verince, oradan aldığınız puanlarla yükselebiliyorsunuz. Öyle uluslararası saygın hakemli dergilerde makale yayınlatacağım diye dirsek çürütmenize gerek yok. Para, her şeyi çözüyor.
Diplomalar hep gerçek ama onda sıkıntı yok.
Yabancı dildeyse, akademisyenler yabancı bir dil bildiğini göstermek amacıyla isimleri ara ara değişen sınavlara giriyor. Parasıyla diploma veren çete, Joker Yakup’u sokuyormuş mesela.
Akademisyenlerin hepsi bu sınavlara giriyor. Geçer not da alıyor. Ama sorsan iki kelimeyi yan yana getiremez. Hatta yabancı dil sınavına yerine başkasını soktuğu herkesçe bilinen akademisyenler de var ama neyse! Mesela ben asistanını sokanı bile biliyorum. Diplomada sıkıntı yok ama yani.
Yabancı dil sınavının yanında bir de Ales diye bir sınava girmek gerekiyor. Burada da Türkçe ve matematik bilgisi ölçülüyor. Gelin görün ki akademisyenler bu sınavlardan geçer not almasına rağmen vahim yazım, imlâ hataları yapıyorlar.
Girin tez merkezine, tezlerin başlığı hatalı.
Girin Dergipark’a, makalelerin başlığı hatalı.
Üstelik bunların bir kısmı üç veya beş kişilik jüriden, diğer bölümü en az iki hakem ve bir editörden geçiyor. Kimse çıkıp da “burada yazım, imlâ hatası var” demiyor.
Hadi, onları fark edemiyorlar. Başlığında bilgi hatası olan makale ve tezler var.
Açıyorsunuz bu eserleri “-de, -da, -ki” bağlaçlarının ayrı yazılması gerektiğinin kimse farkına varamamış. Daha neler neler…
“Birtakım” diyerek bitişik yazması gerekirken ayrı yazan bile var.
Ama diploma gerçek yani, sınavdan da geçiyorlar.
Diğer taraftan hadi bunlar böyle. Birileri sahte diplomalar veriyor, iş kapıları açıyor; buna karşın akademinin kendi içinde de ciddi bir çürümüşlük var. Son yirmi beş yılda kamunun düzenlediği herhangi bir sınavda hakkının yenmediğini düşünen kaldı mı?
Bütün sınavlar, işe alımlar, mülakatlar hepsi şaibeli. Her sene başka bir sınavda dönen dolaplar üstüne konuşuluyor. Öncekileri FETÖ’ye yıktılar hadi, lise sınavındaki mevzu ne? Geçtiğimiz yıl KPSS niye iptal edilmişti?
Hepsi cevapsız.

Not 6: Tarikat ve cemaatlerin devletle organik ilişkiye girmesi Cumhuriyet rejimi için ölümcül bir tehdittir. Kurumsallaşan bu yapılar, iktidardan iktidara pay talep eden, devletten beslenen ve karşılığında üretmeyen kurumlara dönüştü. Devlet desteği olmadan varlıklarını sürdüremez hale gelmişlerdir. Bu durum, gelecekte tüm siyasi iktidarlar için büyük bir baskı ve tehdit unsuru olarak kalacaktır.

Bu karanlık tablo karşısında artık sessiz kalmamak, devletin yeniden laik, demokratik ve hukuk temelli temellere oturtulması için mücadele etmek zorundayız. Ya bu yapılar tasfiye edilecek, ya da Cumhuriyet rejimi bu yapılarla birlikte çöküşe sürüklenecektir. Tanrı Türkiye’yi korusun.

Not 7: Toplumsal güven, bir toplumun ayakta kalmasını sağlayan görünmez bir harçtır. Bu harç, bireylerin birbirine, kurumlara ve devlete duyduğu inancın somut bir yansımasıdır. Ancak Türkiye’de son yıllarda bu harç, liyakatsizlik, ahlaksızlık, sahtekârlık ve yolsuzluk gibi derin yaralar açan dinamiklerle sarsılmaktadır. Toplumsal güvenin erozyona uğraması, bir toplumun yalnızca bugünü değil, geleceği için de ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Türkiye, tarih boyunca birçok zorluğu aşmış bir toplumdur. Ancak bugünkü sınav, yalnızca ekonomik ya da siyasi değil, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir sınavdır. Toplumsal güvenin yeniden inşa edilmesi, her bireyin, her kurumun ve her yöneticinin sorumluluğundadır. Bu sorumluluk, yalnızca bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir umut ışığıdır. Çünkü güven, bir toplumun en büyük sermayesidir; ve bu sermaye, doğru adımlarla yeniden kazanılabilir.
Toplumsal güvenin yeniden inşası, ancak köklü bir dönüşümle mümkündür. İlk adım, liyakat ilkesinin yeniden tesis edilmesidir. Eğitimden kamu yönetimine kadar her alanda ehliyet ve yetkinlik önceliklendirilmelidir.

İkinci olarak, ahlaki değerlerin yeniden canlandırılması gerekmektedir. Toplum, dürüstlüğün ve doğruluğun ödüllendirildiği bir düzen görmelidir. Son olarak, yolsuzlukla mücadelede şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri benimsenmelidir. Ancak bu adımlar, güçlü bir siyasi irade ve toplumsal bir mutabakatla hayata geçirilebilir.

Not 8: Liyakat, bir toplumun işleyişinde adaletin ve eşitliğin temel taşlarından biridir. Ancak Türkiye’de liyakat, yerini çoğu zaman sadakat ve kayırmacılığa bırakmıştır. Kamu kurumlarında, özel sektörde ve hatta akademik dünyada, ehliyet ve liyakat yerine bağlantılar, siyasi yakınlıklar ya da maddi çıkarlar ön planda tutulmaktadır. Bu durum, bireylerin yetkinlikleriyle değil, ilişkisel ağlarıyla yükseldiği bir sistemin kök salmasına yol açmıştır. Toplum, hak edenin değil, hak etmeyenin yükseldiği bir düzenin tanığı oldukça, güven duygusu derin bir yara almaktadır.
Liyakatsizlik, yalnızca bireylerin değil, kurumların da meşruiyetini sorgulanır hale getirmektedir. Bir toplumda liyakat ilkesi zedelendiğinde, bireyler arasında rekabetin yerini umutsuzluk ve yabancılaşma almaktadır. İnsanlar, çaba göstermenin değil, doğru kişilere yakın durmanın başarı getirdiğine inanmaya başlamıştır. Bu inanç, toplumsal motivasyonu kemirmekte, kolektif hedeflere olan bağlılığı zayıflatmaktadır.
Liyakatsizliğin en vahim sonucu, yetkin olmayan bireylerin kritik pozisyonlara gelmesidir. Bir doktorun, bir mühendisin ya da bir yöneticinin ehliyetsizliği, yalnızca o bireyin başarısızlığıyla sınırlı kalmaz; toplumun genel refahını tehdit eder. Örneğin, bir kamu projesinin yanlış ellerde yönetilmesi, kaynakların israfına, hatta insan hayatlarının tehlikeye atılmasına yol açmaktadır. Nasıl sahip olunduğu hesaplanamayan bir düzine diplomanın yanında, aynı anda yapılan iki doktora derecesi gibi ‘’üstün başarılar’’, toplumun devlete ve kurumlara olan güvenini derinden sarsmaktadır.
Liyakatsizlik, bir toplumun kendi potansiyeline ihanet etmesidir; çünkü yetkinliklerin değil, çıkarların öncelendiği bir düzen, uzun vadede toplumsal çöküşü kaçınılmaz kılmaktadır.

Not 9: Türkiye’de son yıllarda, etik ilkelerden sapma, gündelik hayatın her alanında kendini göstermektedir. Küçük ölçekli rüşvetlerden, büyük çaplı yolsuzluklara kadar uzanan bu ahlaki çöküş, toplumun manevi omurgasını kırmaktadır. İnsanlar, dürüstlüğün değil, kurnazlığın ödüllendirildiğini gözlemledikçe, ahlaki duruşlarını sorgulamaya başlamıştır. Bu durum, bireylerin birbirine olan güvenini zedelemekte, toplumsal dayanışmayı baltalamaktadır.
Ahlaksızlığın toplumsal güven üzerindeki etkisi, yalnızca maddi kayıplarla ölçülemez. Bir toplumda dürüstlük ve doğruluk ilkeleri terk edildiğinde, bireyler arasında empati ve dayanışma duygusu da zayıflamaktadır. Örneğin, bir kamu görevlisinin kişisel çıkarları için kuralları çiğnemesi, yalnızca o kurumu değil, tüm sistemi sorgulanır hale getirmektedir. Toplum, bu tür olayları izledikçe, “herkes böyle yapıyorsa, ben neden dürüst olayım?” sorusunu sormaya başlamıştır. Bu soru, toplumsal güvenin en büyük düşmanıdır; çünkü bireyleri ahlaki bir nihilizme sürüklemektedir. Ahlaksızlık, bir toplumun kendi değerlerine olan inancını yok etmekte, insanları yalnızlığa ve güvensizliğe mahkûm etmektedir.
Kamu kaynaklarının kötüye kullanılması, yalnızca maddi bir kayıp değil, aynı zamanda toplumun adalet duygusuna vurulan bir darbedir. Türkiye’de yolsuzluk, sistematik bir sorun haline gelmiş, toplumun her katmanına sirayet etmiştir. Yolsuzluk, bir toplumun kanını emen bir sülük gibidir; çünkü ortak kaynakları tüketirken, bireylerin geleceğe olan umudunu da yok etmektedir.
Yolsuzluğun en çarpıcı sonucu, eşitsizlik duygusunu körüklemesidir. Toplum, kaynakların adil dağıtılmadığını, yalnızca belirli bir zümrenin zenginleştiğini gördükçe, öfke ve çaresizlik hissetmektedir. Bu his, toplumsal barışı tehdit etmekte, bireyleri sisteme karşı yabancılaştırmaktadır. Dahası, yolsuzluk, liyakatsizlik ve ahlaksızlıkla birleştiğinde, bir toplumun çürüme süreci hızlanmaktadır. Örneğin, bir kamu projesinin liyakatsiz kişilere emanet edilmesi ve bu süreçte yolsuzlukların ortaya çıkması, toplumun hem adalet duygusunu hem de kurumlara olan inancını yok etmektedir. Bu tür olaylar, toplumsal güvenin kalesini bir kumdan kaleye çevirmektedir; en ufak bir dalgada yıkılmaya hazır bir yapı ortaya çıkmaktadır.

Not 10: AK Parti seçmeni diyor ki; “AKP döneminde gelirim arttı, ev aldım, araba aldım, çocuklarımı rahat okuttum. Şimdi biraz zorlanıyoruz tabi”. Sevgili kardeşim, eski tasarrufları AKP iktidarı ile birlikte yiyip içtik. Ambarda ne darı ne arpa kaldı. Senin çocukların, torunların ev, araba alma, iş sahibi olma, işe girebilme hatta evlenme hayali kuramıyor artık. Geçmiş olsun.

Not 11: Bu ülkede kimsenin gerçek enflasyonla filan ilgilendiği yok. Enflasyon düştü mü, düştü, hadi faizlerde düşsün. MB Eylül, Ekim ve Aralık aylarındaki toplantılarında toplam 10 puan düşürerek gösterge faizi %35-%36 seviyesine çekecektir. Enflasyon buna izin verir mi? TÜİK enflasyonu verir. Önümüzdeki 5 ayın dördünde tüfe %1, birinde %0,5 gelse yılsonu enflasyonu, MB hedefi olan %24 bile yakalayabilir. Hadi çok saptı %28 oldu.%40 ile %50 arası faizle tahvil alanların kazançlarına bakar mısınız? Eurobondlar, fonlar..Oy, oy, oyy!
Kredi faizleri de düşecek tabi bu arada. %4,35 kredi faizinden eli yanan üretici %3 faizi görünce deli gibi kredi çekip üretim yapacak. %5 faiz oranı ile tüketimden uzak duran tüketici, üstünü başını yırtarak koşup tüketim yapacak. Umarım böyle olur. Gençlerin, orta yaşlıların kredi kartları ağzına kadar dolu, çoğunun kartları blokeli. Ama bakıyorsun hepsi deniz kenarında, kafede. Salmışlar artık ipin ucunu.

Not 12: Sensizlik benim şiirim..

Not 13: Yaşam karşısında bize alçakgönüllü olmayı öğretecek yenilgilere ihtiyacımız var.

Not 14: Acı insanı yontar ve güzel insan yapar. Acı çekmeyen insandan bilgelik çıkmaz..

Not 15: Siyasetle ilgilenmeyin, Allah'tan başkasını bilmeyin. Dünya bir yalandan ibaret.

Not 16: Mülksüz olmak, serdengeçti olmak romanlarda, filmlerde havalıydı da, hayat öyle değildi. Hayat tahkir edici bir teşhirci, cüzdanı yoklayan bir yankesici kadar insafsız ve çıplaktı. (CEM SANCAR / Nasreddin)

Not 17: Emeğin ve dolayısıyla değerin kaynağının insan olmaktan çıktığı bir gelecekte insan nasıl geçinecek? Son birkaç yıllık yapay zeka deneyimimiz ve sanayi çağında kullandığımız her yeni alet bakımından makineleşme serüvenimiz bize açıkça gösteriyor ki, teknoloji kullanımı işsizliği artırabiliyor. Daha fazla teknoloji kullanımı üretim süreçlerini daha verimli hale getirmekte. Ama aynı zamanda çok sayıda insan salt bu nedenle işsiz kalıyor. Tam istihdam kapitalizm için bir hayal. İşsizlik oranı hemen her ülkede çok yüksek. İnsanların iş bulmakta, bulsalar dahi uzun süre aynı işte çalışmakta zorlandığı bir düzende geçim ve güvenlik sorunlarının nasıl halledileceği yanıtlanması gereken büyük sorular olarak önümüzde durmakta.

Not 18: Antropolog ve psikanalist Patrick Declerck'in, Paris'in evsizleri üzerine yaptığı bir çalışmada yazdığı şu söze yer vermiş kitabında Szwec: “Öznenin ayrılmaz bir parçası ve hatta öznenin kendisi haline gelen derin bir acı..”Kaçılmaya çalışan bu acıdır aslında. Bu acı o kadar derindedir ki, kişi kendisini sakinleştirmek için işlemsel düşünceye sığınır. Yani duygular, hayaller ve sembolik düşünce yerine, somut ve işlev odaklı bir düşünme biçimine... Örneğin ultra-maratoncu, “üç metre önümdeki zemine bakıyorum, adımlarımı sayıyorum” der, ama ne hissettiğini, ne düşündüğünü aktarmak istese de aktaramaz. Bu, hayata tutunmanın mekanik, duygusuz bir yoludur.

Not 19: Hep aynı döngü, hep aynı metronom ritmi ( ... ) beden bir makine gibi çalışır ve zihin bir hesap makinesi işlevi görür. Hesapları tutar.

Şöyle bir hayatımıza baktığımızda azgın azınlık dışında her birimiz gerçekte birer kürek mahkûmuymuş gibi hissetmiyor muyuz?

Not 20: II. Dünya Savaşı sonrası Aşkenaz Yahudi topluluklarında erkekler ve kadınlar, sabahtan geceye kadar çalışır; aile ilişkileri çalışmanın gölgesinde erirdi. Bahaneler hazırdı; hayat zordu, geçim derdi vardı. Ama aslında bu, travmadan kaçmanın bir yoluydu. Anadolu’nun birçok yerinde de tanıdık bir manzara. Bugün ise ‘olmak’tan çok ‘yapma’ya odaklı bir toplumda, kimsenin durmaya niyeti yok. Milyonlar, can sıkıntısından vebadan kaçar gibi kaçıyor. Sosyal medyanın sonsuz reels’leri bile anlık sakinleştiriciye dönüşüyor. Fakat kaçılan acının yerini dolduran boşluk, içimizde sessizce yerleşiyor.

Not 21: Hızlı çözümler vaat eden bu kültür, insanlara yaralarını onarma değil, unutma yolları sunuyor sürekli.

Not 22: İnsan köpekleştikçe hayvanın köpeği insanın köpeğinden iyidir diyenler çoğalıyor. Peki haksızlar mı?

Not 23: “Andolsun asr’a; insan hüsranda:

İman edenler,
Sâlih amel işleyenler,
Hakk’ı
ve
Sabrı tavsiye edenler: müstesnâ!”

(Asr Sûresi)

Not 24: Geçen gün Ahmet Rasim Hoca şöyle yazdı: "Aklı başında, cin gibi olmak istiyorsanız yağlı yiyin, karbonhidrattan uzak durun. Yağ dediğimiz hakiki köy tereyağı, sade yağ, soğuk sıkım zeytinyağı..."
Bak şimdi!
Hiç itirazım yok.
Tercihim ve zevkim hep bunlar oldu...
Ama sade yağ veya soğuk sıkım hakiki zeytinyağı kaç lira, haberin var mı be hoca? İşe bak!
Daha yeni zeytinyağıyla ünlü bir markanın mağazasından çıkmışım...
İster istemez aklım takılıyor; dönüp bir daha bakıyorum etiketlere: Taş baskı, soğuk sıkım zeytinyağının bir litresi 590 liraymış, yeni hasat mevsimine yaklaşıyoruz ya, indirim yapmışlar, 490 lira olmuş. 2 litreliğini çok ucuzlattık, hemen alın diyorlar; 800 lira.
Sade yağ mı?
Hem hafif, hem faydalı...
İnternette baktım...
250 gramı 340 lira...
Sahillerinde milyarlarca liralık teknelerin boy gösterdiği bir ülkede bu yağ fiyatları belki de ucuz sayılmalı...
Bilemiyorum ki, aklım ermiyor artık...

Not 25: Bazen aklıma bir düşünce geliyor: "Acaba o zamanlar aklımı mı kaçırmıştım, aslında bir akıl hastanesinde miydim? Belki de hâlâ oradayım..." (F.DOSTOYEVSKİ / Kumarbaz)

Not 26: Gelgelelim, eğer dünya varsa ve var olmayı sürdürüyorsa bu ruhun 'cehaleti' yüzündendir.

Not 27: Hiçbir yazar gerçek romanını yazamaz, hiçbir şair gerçek şiirini yazamaz, hiçbir müzisyen gerçek şarkısını söyleyemez, hiçbir ressam gerçek tablosunu yapamaz, hiçbir yönetmen gerçek filmini çekemez. Hiçbir gerçek, yalanın yardımı olmadan ifade edilemez.

Not 28: Alışkanlıklar dinlendiricidir; çünkü tekrar edilebilirliğin ve güvenirliğin damgasını taşırlar. (WILHELM SCHMID / Sakin Olmak)

Not 29: Bakıyoruz da gönlümüze, kırık.

Not 30: Dünya diyoruz adına; Yaşadığımız ve yorulduğumuz yere.

Not 31: Ülkesini bir bahçe bilip üstüne titremeyenler onu parsel parsel metale, betona, hırsa ve riyaya dönüştürürler. Dinleri efelik. Mabedleri buzağı basılı değerli madendir. Zeytine kıyarlar. Kent adında ucube toplanma yerleri bahçesiz karakıran avlusu çatarlar. Bahçesiz yapının vahşetini unutup havuz manzaralı sitelerle avunabilirler onlar. ‘Yüksek yüksek tepelere ev yapmasınlar’ türküsündeki insan kemiğini sızlatan içlenişi folklora indirgesinler. Babil’den beri yükseklik kara bir suçtur ve Haşhaşilerin gözü bağlı tilmizleri cennet uçuşuyla cehenneme yuvarlanırlar oradan. Biz bahçeden söz biliriz ya! Küçümserler. Boyumuza bakarlar. Sanki bütün bunlar olmamış mahalleden damdan, pencereden camdan kırılma yankısı çıkmamış gibi başkasının bahçesiyle düş geçirip gün eğlenir. Diyar-ı Rum’da değil sadece Bahçesaray’dan Bakü’ye, Amid’den ( Havsel Bahçeleri) Bağdat’a, Kaşgar’dan Çetince’ye, Batum’dan Halep’e değin bir bahçesizliktir gidip gelir. Fairchild Ruggles’in bahçeler ve peyzajlar kitabını bir kez okusaydı bugünkü kişi başkasının bahçesinde gülmenin kahrına gömülür müydü şüphedeyim.

Not 32: Kendi bahçesi olmayanın ne gülüşü uzun sürer ne de onların çeşmelerinden coşan su yüze ferahlık verir. Gün gelir çıkış kapısı hızla açılır ve bir daha girilmesi hayal olur. Kişinin bedeni, ömrü, aklı, varlığı, sevdikleri de onun bahçesi sayılır. Birgün gelecek diye bir şey kalacak olursa onun en önemli konularından biri de bu olacak. Eşrefoğlu Rumi boşuna ünlememiştir çünkü kaç asır önceden; ‘bahçe biziz gül bizdedir.’