Ölü yaprakların düşmesine izin ver..

Ziyandadır insan, zira en çok ziyan ettiği de kendisine verilen en kıymetli şey olan ömür sermayesi. Bir buz parçası gibi eriyor sür’atle gidiyor, mâni olamıyorsun. Alınan her nefes ömürden bir parça alıp götürüyor. Bu kıymetli sermaye, küçük bir çocuğun mücevherlerini renkli bilyelerle değiştirmesi gibi oyun ve oyalanma ile hebâ ediliyor.

Yüce Rabb’imiz Asr Sûresi’nde “Asra yemin olsun ki, insan ziyandadır. Bundan ancak iman edenler, salih amel işleyenler ve birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” buyurarak Allah için kullanılmayan ömrün insanı hüsrana uğratacağını ve bu hasarete mâni olmanın da formüllerini vererek seri-üs seyr olan bu zamanın insanına hikmetli bir şekilde öğretiyor ki, insanın en büyük vazifesi imanını kurtarmak ve başkalarının da imanının kurtulmasına vesile olmaktır.

Kalbini iman nuruyla dolduran insan salih amellerle bu imanını kavileştirdiğinde, etrafını da Hakkı ve sabrı tavsiye ederek nurlandıracak. Aczini ve fakrını idrak ederek kulluğunu yapacak, aynı zamanda şefkat ve tefekkürüyle gittiği her yere bir yağmur gibi rahmet götürüp çiçeklendirecektir. İmam Şâfii (ra) başka hiçbir sûre inmeseydi bu Asr Sûresi bize yeterdi. Bu, Kur’an’ın bütün ilimlerini içeriyor” buyuruyor.

Sahabe Efendilerimiz de âdeta vasiyetleşir gibi her karşılaştıklarında bu sûreyi okur, birbirlerine Selâm vermeden de ayrılmazlardı. Nasibine bu asırda yaşamak düşen zamane insanı Asr Sûresi’nin mânâsını yaşamaya ve bu dehşetli zamanda onun gölgesine sığınmaya ne kadar da muhtaç.

Bütün menfi cümleler yan yana getirildiğinde ancak tavsif edilebilebilecek bu zamanda, salihlerle beraber olabileceğimiz sığınabileceğimiz bir Gâr-ı Hira, bir Sefine-i Nuh bularak ancak kurtulabiliriz. Işığın kıymeti karanlıkta anlaşılabildiği gibi imanımız ve yaptığımız küçücük ameller nura dönüşerek büyük kıymet kazanacak ve etrafı ışıklandıracaktır.

Eda edilen namazlar ve iki namaz arasında yapılan mübah ameller sünnet-i seniyye dairesinde, güzel bir niyetle ibadete dönüşerek bâki olacak ve ömür sermayesi ziyan olmayacaktır. Vakit Asr vakti. Güneşin gurûb etmesine yakın, her şeyin fâni olduğunu ve bundan elem çeken insanın Bâki olan Allah’ın huzuruna gidip teselli bulma ve verdiği nimetlerine olan şükrünü eda etme vakti. Vakit maddi ve manevi açlık çeken tüm insanların, Gazze’de ve tüm yeryüzünde zulüm altında inleyen mü’minlerin kurtuluşu için secdeye kapanma vakti, tevbe vakti.

Vakit, duâ vakti: Allah’ım!

Kullarına Seni nasıl tanıyacaklarını ve Sana nasıl kulluk edeceklerini öğretmek ve isimlerinin hazinelerini tarif etmek üzere kâinat kitabının âyetlerinin tercümanı ve kulluğuyla senin Cemal-i Rububiyetine bir ayna olarak gönderdiğin Zâta, O’nun bütün âl ve ashabına salât ve Selam et. Bize ve erkek, kadın bütün müminlere merhamet et. Âmin!

Bedava öğle yemeği:

Serbest ticarete ve ana akım ekonominin diğer dayanaklarına karşı gelişen popülist isyanı – ki ABD Başkanı Donald Trump siyasi hırsları için bunu olağanüstü bir beceriyle kullanmıştı – anlamak için, 2008-09 küresel finans krizini izleyen kemer sıkma karşıtı harekete bakmak gerekir.

Krizin ardından kemer sıkma karşıtları, "hükümetin bütçe kısıtlaması" denilen şeyin ekonomik bir gereklilikten ziyade sosyal harcamaları ve transferleri acımasızca kısıtlayan kötü niyetli bir entelektüel yapı olduğunu savunmaya başladılar. Onlara göre, hükümetler- en azından gelişmiş ekonomilerde- neredeyse her zaman minimum uzun vadeli maliyetle daha fazla borç ihraç edebilirlerdi.

2010'lu yıllar boyunca faiz oranları- özellikle de uzun vadeli devlet borçları- tarihi düşük seviyelere gerilerken, kemer sıkma karşıtlığı sadece siyasi olarak uygun değil, aynı zamanda birçokları için entelektüel olarak da ikna edici göründü. ABD hükümetinin borcunun GSYH'ye oranı 2008 krizini takip eden yıllarda yaklaşık %40 arttıktan sonra bile birçok ekonomist şu soruyu sordu: Neden daha fazla borçlanmıyoruz?

Cevap, borcun büyük kısmının nispeten kısa vadeli olması ve ABD'yi yükselen faiz oranlarına karşı oldukça savunmasız bırakmasıydı. COVID-19 salgınından sonra, faiz oranları daha normal seviyelere döndüğünde, ABD'nin borç servisi maliyetleri iki katından fazla arttı ve eski tahvillerin vadesi dolup daha yüksek oranlarla yeniden finanse edilmesi gerektiğinden tırmanmaya devam ediyor. Birçok politikacı henüz bunun sonuçlarını kavrayamamış olsa da yüksek borç ve yüksek faiz oranlarının olumsuz etkileri şimdiden kendini göstermeye başladı.

Avrupa'daki değişim de bir o kadar çarpıcı. Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, en azından mevcut haliyle refah devletinin artık karşılanabilir olmadığını açıkça ilan etti. Avrupa ülkeleri zaten durgun büyüme ve yaşlanan nüfusla karşı karşıyayken şimdi bir de savunma harcamalarını arttırmak zorundalar- kemer sıkma karşıtlarının pek tahammül edemeyeceği ancak giderek kaçınılmaz hale gelen bir harcama.

Tarihsel olarak, borç ve enflasyon krizlerinin çoğu, yükümlülüklerini tam olarak yerine getirebilecek hükümetler bunun yerine enflasyonu ya da temerrüdü seçtiğinde meydana gelmiştir. Yatırımcılar ve kamu, bir hükümetin böyle heterodoks yöntemlere başvurma isteğini sezdikleri anda, borç aşırı görünmeden önce güven ortadan kalkabilir ve politika yapıcılara çok az seçenek bırakabilir.

Dolayısıyla, devlet borçları için teorik tavan çok yüksek olsa da pratik sınırlar genellikle çok daha düşüktür. Bu, borcun sürdürülemez hale geldiği kesin bir eşik olduğu anlamına gelmiyor- çok fazla değişken ve belirsizlik söz konusu. Borç dinamikleri hız limitlerine benzer: çok hızlı gitmek bir kazayı garanti etmez, ancak kaza riskini artırır.

Gelişmiş ekonomiler için yüksek borcun yarattığı asıl tehlike ani bir çöküş değil, mali esnekliğin kaybedilmesidir. Ağır borç yükleri, hükümetlerin mali krizler, salgın hastalıklar veya derin durgunluklara karşı teşvik uygulama istekliliğini sınırlayabilir. Ayrıca tarih, diğer her şey eşit olduğunda- para birimi hakimiyeti, zenginlik ve kurumsal güç- yüksek borç-gelir oranına sahip ülkelerin, düşük borca sahip benzer ekonomilere kıyasla uzun vadede daha yavaş büyüme eğiliminde olduğunu göstermektedir.

Kemer sıkma karşıtı hareket, kısmen pandemi sonrası enflasyon nedeniyle, ancak daha temelde reel faiz oranlarının normalleşmiş görünmesi nedeniyle son yıllarda hem ivme hem de entelektüel güvenilirlik kaybetti. Sonuç olarak, kemer sıkma karşıtı ekonominin altında yatan bedava öğle yemeği mantığı, her zaman olduğu gibi tehlikeli bir yanılsama olarak ortaya çıkmıştır.

Canlanma:

Her sabah bir sarsıcı bir olaya uyanıyoruz. Sabah haberlerini kaçıran internette çevrimiçi olunca anında karşılaşıyor. Gündemden kaçış yok anlayacağınız sevgili okuyucular.

Bünyesinde önemli medya organları olan Türkiye’nin büyük holdinglerinden birine, Can Holding’e kayyım atandı. Başsavcılık, gizlilik içinde yürütülmesi gereken soruşturma hakkında, iddia değil hüküm içeren ve her şeyi ortaya döken, titiz bir basın açıklaması eşliğinde operasyonu yürütüyor.

Çok iyi bildiğim bir konu değil, ama iktidar kanadında yol açtığı şaşkınlığa bakarak fikir yürütüyorum: İktidar içindeki klikler birbirini tasfiye ediyor. Rezan Epözdemir olayı ile birlikte terazide tartmalısınız. Neyi ifade ediyor? Külliyenin çatısı altında birileri diğerlerine kayyım atıyor olabilir mi? İktidar gücünün pratiği açısından CHP’ye kayyım atanması gündemi kadar önemli bir olay.

Rant pastası küçülmüş, rekabet kızışmış vaziyette. İktidar denklemi, bu iç operasyonlarla zaaflarla dolu biçimde yeniden oluşuyor. Kurtlar, aralarından düşürdüklerini parçalayıp yutuyor.

Tabii bu olayın asıl kazançlısı medya grubunu 8 ay önce 800 milyon dolara devrettiği ileri sürülen Turgay Ciner. Şu da ihtimal dahilide: Belki Can Grubu bu alımla kara para olduğu iddia edilen paranın bir kısmını Ciner aracılığıyla yurtdışına transfer etmiştir. Al gülüm ver gülüm! Hem Ciner hem Can grubu kazanmış olabilir. Rezzan Epözdemir’in hem Ciner hem de Can Grubunun CEO’su olan Kenan Tekdağ’ın en yakınında biri olduğu düşünülürse yabana atılacak bir ihtimal değil.

Eylül ve Ekim aylarının çok şeye gebe olduğu ve sancılı geçeceği düşünülüyordu ama yine de Can grubuna kayyım şaşırttı. Bakalım daha nelere şahit olacağız kışa girerken ve kış boyunca. Sanki ağaç ölü yaprakların düşmesine izin verecek. Yaratıcı yıkım için şart bu. Kuruyan ölen yapraklar süpürülmeden yenileme yer açılmaz.

“Yaşa ki neler göresin!” derdi eskiler. Hakikaten öyle..

Ucuz Çin Paneli Yasak, Pahalı Yerli Zorunlu: Fatura Halka!

Çin’de güneş paneli fiyatları dibe vurdu. Watt başına 8,7 cent ile 2011’den beri en düşük seviye. Tongwei 693 milyon $, Trina 407 milyon $ zarar açıkladı. Yani Çin devleri bile zararına satış yapıyor.

Ama Türkiye’de durum bambaşka!

Anti-damping kalkanı sayesinde 90 civarı yerli üretici adeta zombi şirket gibi yaşatılıyor. Küresel rekabette çoktan batması gereken firmalar burada kâr ediyor. Nasıl mı?

1-Halkın cebinden alınan vergiyle!

2-Yatırımcıya daha pahalı panel satılarak!

Bunun adı “yerli sanayi desteği” değil, düpedüz demode şirketlerin bedelini topluma ödetmektir.

Türkiye, güneş enerjisinde ucuz panelle yatırımı hızlandırabilecekken, yüksek maliyetli üretimi halka dayatıyor.

Sonuç:

Güneş paneli üreticileri rekabetçi değil, teknolojik olarak geri kalmış durumda.

Halk daha pahalı enerjiye mahkûm ediliyor.

Zombi şirketler, devlet eliyle ayakta tutuluyor.

Bu bir sanayi politikası değil; bu ekonomik ve teknolojik aldatmaca!

Enerji bağımsızlığı adı altında aslında yapılan şey, ölü firmalara can simidi verip faturayı millete çıkarmak.

Arap Baharının üzerinden geçen 15 yıl:

Bugün Arap Baharı’nın üzerinden yaklaşık 15 yıl geçti. Tunus dışındaki tüm örnekler, başarısız ya da sonuçsuz devrimler olarak kayıtlara geçti. Libya parçalandı, Suriye yıkıldı, Yemen felakete sürüklendi, Mısır askeri darbeyle eski rejime döndü. Bu enkazın ortasında Batılı liderlerin yaptığı itiraflar, ancak ahlaki bir rahatlama sağlayabilir. Oysa ihtiyaç duyulan şey itiraftan çok hesaplaşmadır.

Obama’nın sözleri, liberal müdahaleciliğin ahlaki üstünlük iddiasının boşluğunu gösterdi. Arap Baharı’nın yönsüz devrimleri, emperyalizmin en yeni aracı hâline getirildi. Ve bizler, o coğrafyanın halkları, bu kaosun hem kurbanı hem de bazen istemeden işbirlikçisi olduk.

Arap Baharı’nın, Batı müdahaleciliğinin ve bölgesel aktörlerin zaaflarının öğrettiği en temel ders şudur: Özgürlük ve adalet talepleri, stratejik akıl ve siyasal vizyonla birleşmeden kalıcı sonuç doğurmaz. Orta Doğu halklarının kaderi, ancak kendi elleriyle ve dış güçlerin değil, ortak bir siyasal bilinçle belirlenebilir.

Obama’nın “en büyük hatası”nı kabul ya da itiraf etmesi, tıpkı Irak müdahalesi sonrası İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in ifadeleri gibi ikna edemedikleri dünyaya güç ile rıza ürettikleri ve yakıp, yıkıp halen daha birçok belirsizliğin içinde bıraktıkları ülkelere bir örnektir. Belki de toplumların kazanmaları gereken en büyük meleke güncel yanılgıların peşinden sürüklenip gitmemeleridir. Hazırlıksız devrim umutları, yönsüz öfke dalgaları ve sahipsiz topraklar kimseye saadet getirmediği gibi nice acıyı ve ölümü getiriyor. Bugün ihtiyaç duyulan şey ne yeni müdahaleler ne de yeni itiraflar. Bugün daha fazla geç kalmadan, kendi geleceğini tayin etme iradesini inşa edecek yeni bir siyasal akıl ve ahlakla kurulu bir bilinç gereklidir. Hoşça bakın zatınıza.

Tevazu:

İnsanlık, her çağda farklı sınavlardan geçti. Ama bazı sınavlar hiç değişmedi: Güç tutkusu, kibir, gösteriş, kendini olduğundan fazla görme… Bunlar çağların üstünden atlayan, insana her daim musallat olan aynı gölgeler. Ve o gölgelere karşı her çağda aynı ilacı fısıldayan sesler oldu. Onlardan biri de Yunus’un sesidir. Yunus Emre’nin tevazu üzerine söylediği mısraları bugün okuduğumuzda, bir 13. yüzyıl dervişinin değil, adeta modern insanın kalabalıklar içinde kaybolmuş ruhuna seslenen bir bilgenin nefesini hissederiz. Çünkü tevazu, insanı insan yapan, kalbini diri tutan, toplumları ayakta tutan bir haslettir.

Yunus şöyle der:

“Bu tevazu, bir ırmak olup aktı,

Belli ki derdi denize varmaktı.”

Tevazu, bir ırmak gibidir. Kaynağından güçlü doğar ama asıl amacı kendiyle övünmek değildir; denize kavuşmaktır. İnsan da böyledir. Ne kadar yetenekli, bilgili, güçlü olursa olsun, tevazu ile hakikatin denizine varmadıkça toprağa sızıp kaybolur. Bugün modern dünyanın en büyük krizi belki de tam burada düğümleniyor. Herkesin kendi küçük “pınarı”yla övündüğü, sosyal medyada kendi sahnesini kurup kendi sesine alkış tuttuğu bir çağdayız. Gücünü, bilgisini, servetini sergilemek isteyenlerin yarışına tanık oluyoruz. Herkes bir “gösteri” içinde. Ama bu gösterinin ortasında ruh susuz kalıyor. Çünkü suyun gayesi, kendini vitrine çıkarmak değil, denize varmak. “Ne kadar kuvvetli olsa da pınar, /Varamayıp denize, yere sızar.”

Kibir, işte böyle toprağa sızıp kaybolmaktır. Kişi ne kadar zengin, güçlü ya da bilgili olursa olsun, kibir onu kurutur. Çünkü kibir insana hakikati unutturur, insanı insandan uzaklaştırır. Tevazu ise insanı büyütür. Yunus’un dediği gibi: “Tevazuyla varsan meydan senindir, /Cevher senden çıkar, maden senindir.” Tevazu, modern zamanlarda sıkça yanlış anlaşılan bir erdemdir. Kimileri onu zayıflık, geri çekilme, suskunluk sanır. Oysa tevazu, tam tersine, güçlü bir duruştur. Tevazu gösteren, kendi değerini bilir, ama bu değeri başkasının üstünde bir taht gibi kurmaz. Tevazu sahibi, kendisini küçültmez; aksine büyüklüğün kibirle değil alçakgönüllülükle ortaya çıktığını bilir. Bugün iş dünyasından siyasete, sanattan gündelik hayatımıza kadar her alanda tevazunun eksikliğini görüyoruz. Bir patronun çalışanına yukarıdan bakışı, bir siyasetçinin halkı küçümseyen üslubu, bir akademisyenin bilgisini tahakküm aracı yapışı… Bunların hepsi kibrin farklı yüzleri. Ve her biri toplumsal güveni, insana duyulan saygıyı ve ortak hayatı çürüten birer zehir.

Tevazu, insanı insana yaklaştırır. Bir yöneticinin çalışanına “ben de senin gibiyim” demesi, bir bilginin bilgisini paylaşırken “öğrenmeye devam ediyorum” diyebilmesi, bir zenginin malını gösterişsizce paylaşması… Bunlar toplumda güvenin, sevginin, dayanışmanın tohumlarını eker. Yunus’un dediği gibi: “Su akıp başka bir suya karışır, Su suyu bulup denize erişir.”

İnsanın tek başına ne kadar güçlü göründüğü önemli değildir. Önemli olan, başkalarıyla birleşebilmesi, birlikte denize varabilmesidir. Tevazu, işte bu birleşmenin sırrıdır. Kibir insanı yalnızlaştırır; tevazu insanı çoğaltır. Bugünün dünyasında teknoloji, hız, rekabet bizi sürekli öne çıkmaya, görünür olmaya, başkalarının önüne geçmeye çağırıyor. Ama belki de asıl devrim, biraz geriye çekilmekte; sesimizin değil sözümüzün, görüntümüzün değil özümüzün duyulmasına izin vermekte gizlidir. Çünkü gerçek güç, sessizce akan bir ırmak gibi, tevazunun yolunda saklıdır.

Tevazu, hayatın geçiciliğini bilmek demektir. Her mevki, her servet, her güç bir gün tükenir. Ama tevazuyla kazanılan gönüller, tevazuyla dokunulan kalpler kalıcıdır. Yunus, bunu çağlar önce şöyle söylemişti: “Yendi tevazu yüz bin çevik eri, / Zapt etti tüm kara ve denizleri.”

Bugün baktığımızda, tarihin de aynı hakikati söylediğini görürüz. Kibirle yükselen imparatorluklar, gururla yıkılmış; tevazu ile yürüyenler ise kalıcı iz bırakmıştır. Gandhi’den Mandela’ya, Mevlâna’dan Yunus’a… Hepsi tevazunun gücüyle kalıcı oldu. Belki de bize düşen, bu çağda tevazuyu yeniden keşfetmek. Sosyal medyada gösteriş yarışından, iş hayatında hırsın körlüğünden, siyasette böbürlenmenin dilinden biraz olsun uzak durmak. Yerine içtenliği, paylaşmayı, sessizce akan iyiliği koymak. Çünkü tevazu, insanı denize taşır. Kibir ise insanı çöle sürükler. Çöl, susuzluk ve yalnızlık demektir. Irmak, tevazu ile denize varır; insan da tevazu ile hakikate.

“Denize kadar ırmak idi adın,

Gerisini bırak, denize daldın.”

Belki de hayatın sırrı budur: Irmak olduğumuzu bilmek ama asıl gayenin denize varmak olduğunu unutmamak. Tevazuyla yürüyen insan, kendi hakikatini bulur, başkalarının da hakikatine dokunur.

Modern çağın en büyük ihtiyacı işte budur: Tevazunun ırmağına yeniden girmek, kibrin çölünden uzaklaşmak. Çünkü tevazu, insana özgürlük, topluma güven, hayata anlam katar. Kibir ise sadece yalnızlık ve yıkım bırakır. İnsan hem dağılır hem toparlanır hem kibirle körleşir hem tevazu ile aydınlanır. Asıl mesele, parçalanırken içinde saklı olan çekirdeği -inanç, tevazu, merak ve kalbi- kaybetmemektir. Çünkü denize varan ırmak, yol boyunca nice taşlara çarpsa da akışını sürdürür.

Son söz: “Eş ya da sevgiliye telefon şifresi verilir mi?” diye sordu bankta yanı başında oturan, saçlarını değirmende ağartmamış adama;

“Güzel bir soru; yanındayken telefonumu rahatlıkla masaya koyamadığım birini yarim diye sevemem herhalde.” diye yanıtladı adam, gözlerini uzaklara dikerek..

Aforizma: Bilmek ve yapmak aynı şey olsaydı dünyada geri kalmışlık diye bir gerçeklik olmazdı.

Not 1: Binlerce takipçi, yüzlerce beğeni… Ama kalbinin içinde derin bir sessizlik.

Ekranların parıltısı, kalabalık listeler, sürekli akan bildirimler… Hepsi dışarıdan bakıldığında canlı, hareketli, renkli bir hayatın izlenimini veriyor. Fakat içimize dönüp baktığımızda, o parlak görüntünün ardında kocaman bir boşluk duruyor.

Dijital çağ bize görünür olmayı öğretti ama anlaşılmayı unutturdu. Her gün onlarca fotoğraf, yüzlerce paylaşım yapılıyor ama kimse birbirinin gözlerine bakmıyor. Bir fotoğrafın altına yazılan “çok güzelsin” yorumu, gerçek bir tebessümün yerini tutmuyor. O yorum belki anlık bir haz veriyor ama ardından daha büyük bir yalnızlık bırakıyor.

Teknoloji sayesinde bağ kuruyoruz, ama çoğu bağ yüzeysel kalıyor. İlişkilerimiz, bir “beğeni” kadar hızlı, bir “görülme” kadar kısa ömürlü oluyor. Yalnızlığımızı gizlemek için kalabalık bir ekran dünyasına sığınıyoruz. Gülücük emojileriyle duygularımızı saklıyor, çevrim içi olduğumuz anlarda bile ruhen çevrim dışı yaşıyoruz.

Not 2: insan, insanla tamamdır. Bir sohbetin sıcaklığı, bir elin dokunuşu, bir göz temasının samimiyeti hiçbir ekranla kıyaslanamaz. Belki de bu çağda en kıymetli şey, bir ekranın değil, bir insanın yanında susabilmektir. Çünkü gerçek bağ, konuşmadan da kurulabilendir.

Unutmayalım: Yalnızlığı unutturan şey, bağlantı değil; gerçek temastır. Ve dijital dünyanın en büyük lüksü, hâlâ yan yana oturup sessizce gülümseyebilmektir.

Not 3: Akıllı telefonlar, akıllı saatler, akıllı evler… Her şey “akıllı” oldu. Peki biz gerçekten daha bilinçli olduk mu?
Her geçen gün daha fazla cihazın hayatımıza girmesiyle birlikte konforumuz artıyor gibi görünüyor. Fakat bu konforun ardında, fark etmeden teslim olduğumuz bir bağımlılık yatıyor. Teknoloji bize kolaylık sunarken, bizden de bir şeyler alıyor: dikkatimizi, hafızamızı, hatta kendi seçimlerimizi.

Bir uygulama hatırlatmadan doğum günlerini unutur olduk. Eskiden hafızamızda taşıdığımız küçük detayları, şimdi cihazlarımızın belleğine bıraktık. Haritasız yol bulamaz hale geldik. Bir adrese ulaşmak için içgüdülerimize ya da insanlara sormaya güvenmek yerine, mutlaka bir ekranın yönlendirmesine ihtiyaç duyuyoruz. Ve en önemlisi: Düşünmeden, sorgulamadan seçimler yapar olduk. Kararlarımızın çoğu, bize sunulan seçeneklerle sınırlı kaldı.

Oysa insanı gerçekten ileriye taşıyan şey, kendi bilinçli seçimleridir. Akıllı cihazların değil, aklımızı kullanmanın zamanı geldi. Bir bildirim geldiğinde hemen bakmak zorunda değiliz. Bir uygulama indirmek, mutlaka kullanmak zorunda değiliz. Teknolojiyi reddetmek elbette mümkün değil. Ama asıl mesele, onun bizi yönetmesine izin vermemek. Çünkü teknoloji insanın hizmetinde olmalı; insan teknolojinin esiri olmamalı.

Gerçek gelişim, daha çok cihazla değil; daha çok farkındalıkla mümkündür. Akıllı evlerin duvarları arasında dolaşırken, kendi içimize dönmeyi unutmamak gerekir. Belki de en “akıllı” seçim, her şeyin ortasında durup şunu sormaktır: Gerçekten buna ihtiyacım var mı?

Not 4: Günümüzün en büyük kaybı, sessizliktir.

Telefonların hiç susmayan bildirimleri, ekranların sürekli parlayan ışıkları, akışların bitmeyen yenilenmeleri… Artık sessizlik, neredeyse bir lüks hâline geldi. Çevremizdeki gürültü sadece dışarıdan değil; cebimizde taşıdığımız cihazlardan da yükseliyor. Dünya sanki hiç susmuyor.

Teknoloji hayatımıza kolaylık kattı, evet. Bir tıkla haber alıyor, bir mesajla kilometreler ötedeki insanlara ulaşıyoruz. Fakat aynı teknoloji, zihnimizi sürekli meşgul tutuyor. Düşüncelerimiz, ekrandan ekrana, bildirimden bildirime savruluyor. Eskiden bir kitabın sayfasında derinleşmek, bir manzaraya dalıp gitmek sıradan bir şeydi. Şimdi ise dikkatimizi beş dakikadan fazla bir yerde tutmak bile neredeyse imkânsız. Çünkü sürekli uyarılıyoruz, sürekli çağrılıyoruz. Adeta durmadan koşturan bir zihne hapsedildik.

Oysa sessizlik, insanın kendine dönmesinin en güçlü yoludur. İçindeki dağınıklığı toparlamanın, zihnindeki karmaşayı dindirmenin en doğal yöntemidir. Sessizlikte insan, kendi sesini duyar. Kalbinin ritmini, nefesinin dinginliğini, düşüncelerinin özünü… Gürültü içinde bunları duymak mümkün değildir.

Not 5: Teknoloji ilerledikçe unutulmaması gereken bir hakikat var: Sessizlik, ruhun en doğal enerjisidir. Bizi gerçekten şarj eden şey, ekran ışığı değil; içimizdeki huzurdur. Gürültünün ortasında sessizliği bulabilenler, çağın en büyük özgürlüğünü yeniden keşfedenlerdir.

Not 6: Belki siz cömertsinizdir ve herkesin bir ruhu olduğunu düşünüyorsunuzdur. Ben o kadar da emin değilim (DOUGLAS COUPLAND / Hey, Nostradamus)

Not 7: Bakan Yusuf Tekin kısa süre içinde yıllardır ihtiyacı hissedilen iyileştirmeler yaptı, dokunulmayan noktalara neşter vurdu...

Ayrıca Tekin'in "artık zorunlu eğitim yılının yeniden düzenlenmesi ve farklı eğitim sürelerinin tesis edilmesinin tartışılması" teklifini de çok yerinde buluyorum.

Ancak...

Daha sert, daha kaba ve net bir gerçekle yüzleşmenin zamanı da geldi...

Ne o?

Sıkı durun!

Liseye giden kızımla geçirdiğim vakitlerden net biçimde biliyorum...

Çocuklarımızın okuldan öğrendikleri “anlamlı bilgi" giderek azalıyor.

Ders bilgisi giderek anlamsızlaşıyor.

Mesela "hayat bilgisi" ve "sosyal bilgiler" bambaşka bir anlam kazandı çocuklar için...

Günde sadece bir saat dijital ortama bakması izin verilen bir çocuk, saatlerce dijital ortamda kalan ebeveynlerinden çok daha hızlı biçimde dünyada neler olup bittiğini öğreniyor.

Sonrası mı?

Çocuk için sonrası açık...

Hâlâ hot zotla idare eden öğretmenini içten içe hafife almak...

Not 8: Ben doğuştan dilbilimciyim. Sessizliği bile duyar ve anlarım. Son derece ürkütücüdür ve anlaşılması en kolay dildir. (EMILE AJAR / Yalan-Roman)

Not 9: İnkârlar, inatlaşmalar, hırslar, hasetler, yalanlar, kayırmalar... Beden hastalıkları bunların yanında hiç kalır. İnan bana! (TARIKBUĞRA / Yağmuru Beklerken)

Not 10: 2 yıllık tahvil %40,65. TCMB bankalara %40,5'ten para veriyor. Eğer tahvil faizi düşmezse faiz indirimlerinin sonuna geldik. Velev ki TCMB faizi %30'a düşürdü. Ne olur? TCMB'den %30'la fonlanan bankalar gider tahvil alır. Oturduğu yerden %10 kar eder. Neden kredi versin ki?

Not 11: Ne mi insan?

Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe/ Bir parça kan ve binlerce endişe..

Not 12: Türkiye’nin en başta sekiz yıldır bitmeyen ekonomik krizi ve buna bağlı ağır sosyal problemleri var.

Ağır bir hukuk problemi var.

Benzersiz bir eğitim problemi var.

Masaya yatırılmış ama sahiplik ve istikamet bekleyen Kürt meselesi var.

Küresel rekabette geriledikçe gerileme problemi var.

Dış politikada prestij ve etkinlik problemi var.

Bunca acıya ve ölüme rağmen hala sahipsiz olan depreme karşı hazırlıksız olma problemi var.

Gençlerin geleceklerini dışarıda arama problemi var.

Vatandaşların kişisel bilgileri elden ele dolaşan, diplomaları parayla satılan bir ülke oldu burası. Böyle sıradışı bir problemi bile var.

Hazin gerçekleri bıraktık da ortalık güllük gülistanlıkmış gibi siyaset oyunu oynamaya mı başladık? Hem de en kuralsızından…

Oysa bu ağır ve yıkıcı problemlerin çözüm adresi sadece siyasettedir. Mühendislikten arınmış, eşit yarışa tabi ve hukukun teminat altında olan siyaset.

Tek çıkış yolu siyasi rekabettir. Liderlerin hapse atılmadan serbestçe kendini anlattığı, belediyelerin özgürce çalıştığı, partilerin kayyuma devredilme endişesi yaşamadan siyaset yaptığı zeminden başkası ülkeyi sahili selamete çıkaramaz. Bu noktadan sonra siyaset mühendisliği de asla fayda sağlamaz.

Not 13: Hoca sarığı sarmaya başlamış fakat ucu bir türlü gelmiyormuş. Tekrar bozup tekrar sarıyormuş fakat mümkün değil. Canı sıkılan hoca bakmış olacak gibi değil sarığını mezata vermiş. Orada bir alıcı çıkmış. Adamın kulağına eğilen hoca ‘sen bu sarığı alma çünkü ucu bir türlü gelmiyor’ demiş. Hayat bazen böyle ucu bir türlü gelmeyen sarık gibidir ve bitmez tükenmez tekrarında dönüp durur. Satsan satılmaz elinde tutsan değeri kalmaz. Alıcı çıksa bile vicdan, hak, hukuk onun boşluğunu görmeye hiç elvermez. Her latife kendince farklı yorumlara elverir mutlaka. Hoca’nın sarık hikayesinin de günümüze yansıyan pek çok izdüşümü var. Hani ‘faydasız ilimden Allah'a sığınırım’ sözü var ya onun gibi. Tekrarın faydasızlığından nereye sığınacağız acaba? Sarığı sarmayı sürdürsek dışarıdan bakan bizi bir iş görüyor sanır. Kendimize baksak bir iş yapıyor gibi görünsek de beyhudeliğini biliriz.

Not 14: Hoca kaynaklarda Timurlular dönemine kadar indirilir. Bu halin tarihi bir gerçek olduğu varsayıldığında dışarıdan gelen kültür ve iktidar kullanma akımına karşı Nasrettin Hoca’nın cevabı müthiştir. Muhtemelen İran etkisinin de yaygınlaştığı, söz, şiir söylemenin öne çıktığı, değerin bununla ölçüldüğü bir zamanda Türkçe’nin ilk 2. Yeni mısraını yaratmış gibidir. Latife hoca ile unutulmaz eşini gece yarısı yatakta anar. Telaşla uyanan hoca eşinden bir kağıt, kalem ve hokka getirmesini ister. Kocasının istençlerine gergin bir imdat refleksiyle yetişir. İstediklerini önüne koyar. ‘Yeşil yaprak arasında kara tavuk kızıl burun mu gitti’ beytini yazmıştır Molla.

Görüleceği gibi bu bir beyit değil ilk bakışta hiçbir şey değildir. Hoca gibi mürekkep yaşamış, mektep medrese görmüş, Şah, hükümdar tanımış, kadılık edip vaaz vermiş bir okumuşun kallavi, vezni sağlam, özü bikr-i fikrle örülü, içinde yıldızların güneşe kirpik kırdığı, darbı mesel olacak bir beyit yazması beklenir. Latifeleri yazıya geçirenlerin dil zekası ve muziplik öngörüsü hayli yüksek olmalı. Dikkat edilirse bütün kelimeler Türkçe’dir ve anlam bilerek sönümlenmiştir. Sentaks yanında duyusal diyalektizm şaşırtıcıdır. Ne hocanın meramını karşılar ne de dinleyici/ okuyucu konumundaki hanımının beklentisini.

Ne var ki sarık latifesiyle beraber okunup zamansal bir kaydırmacayla bugüne taşındığında hocanın zekasına şapka çıkarılır. Ucu gelmeyen sarık misali bir ülkenin ve insanın işleri boşa dönüp durduğunda, insanın gayreti ve niyeti çarkı/ iktidarı/ sarığı/ gücü elinde tutanın inadıyla sonu gelmez yorucu dilemmalara gark olduğunda, eli kalem tutan, söz alıp hasbi tarzda öneride bulunanlara kulak tıkandığında, ötekileştirilip düşman ilan edildiğinde cümleyi böyle kurmanın günü gelmiştir. Sizin anlamınızın dışında sonsuz anlam vardır. Sonuçta mesafe görkemi eşyanın elinden alır.

Not 15: Bir olay sindirilmeden diğeri geliyor; umut hızla umutsuzluğa dönüşüyor. Kaygı, korku, boşvermişlik ve boşverememe aynı gün içinde yaşanıyor. İnsan zihni bu yoğun akışı bir noktada ‘tehdit değil gürültü’ olarak kodlamaya başlıyor.

Sonuç: Yurttaş oy verse de etkisiz hissediyor, tartışsa da değişim umudu taşımıyor. Politik katılımın duygusal getirisi azalınca rasyonel maliyet ağır basıyor; insanlar konuşmayı, tartışmayı hatta haberleri takip etmeyi bile ertelemeyi tercih ediyor. Bu kayıtsızlık değil, bir korunma tepkisi.

Not 16: Kronik gerilim, yurttaşın öz algısını dönüştürüyor. Byung-Chul Han’ın ‘Yorgunluk Toplumu’nda tarif ettiği özne, artık üretmeye değil katlanmaya odaklanıyor. ‘Yapabilirim’ yerini ‘Dayanabilirim‘e bırakıyor. Bu kayış, benlik algısını da değiştiriyor: ‘Etkileyen’ olmaktan ‘etkilere katlanan‘a geçiş…

Tükenmişliğin en tipik belirtisi, etkinlik duygusunun kaybıdır; siyasette bu, ‘Ben olmasam da olur’ kararsızlığına dönüşür. Antik tragedyalarda seyircinin yaşadığı katharsis, yani arınma, bugün tersine dönmüş gibi; sahnede sürekli felaket var ama arınma yok.

Not 17: Hiçbir toplum boş bir sayfadan başlamaz; geçmişin kırılmaları kuşakların duygu tonunu belirler. Evlerdeki fısıltılar, okul bahçelerindeki temkinli cümleler, sokaktaki ihtiyat… Bunlar gizli bir müfredattır.

Öğrenilmiş kaygı bazen hayat kurtarır ama sürekli açıksa geleceğe dair ufku daraltır; ‘uzun vadeli plan‘ yerini ‘bu haftayı atlatma‘ya bırakır.

Yine de tarihte toplumların kriz dönemlerinden çıkabildiğini unutmamak gerekir. 20’nci yüzyılın savaş yorgunu Avrupa’sı, kısa sürede sosyal devlet kavramını inşa etti. Goethe’nin dediği gibi,“Geçmişin gölgesi, geleceğin ışığını tamamen söndüremez.” Hafıza bazen yük, bazen de direncin kaynağıdır. Fakat hafızanın ağırlığı, çoğu zaman toplumu bir ‘bekleme hali‘ne de sürükler.

Not 18: Bugünün bilgi akışı sadece içerik değil, ritim de taşır. Bildirimler, son dakika başlıkları, karşı yorumlar… Dikkat, en kıymetli kaynağımızdır. Sürekli parçalanan dikkat, derinleşme kapasitesini kaybeder.

Zihin, bilgiyi kısa videolardan, hızlı akışlardan almaya yönelir; fakat bu, sindirme becerisini köreltir. İnsan, pimi çekilmiş bomba gibi dolaşmaya başlar. Sürekli gerginlik, yoğun duygu karmaşası içinde insan yorulur. Daha doğrusu tükenir.

Bu noktada bazıları geri çekilmeyi seçer. Bu geri çekilme bazen yıkıcıdır, bazen de iyileştirici.

Not 19: Kimi zaman çözüm, geri çekilme biçimindedir. Apatinin tek bir türü yoktur: yıkıcı apati umudu tüketir, yaratıcı apati ise sinir sistemine mola verir.

Haberi tamamen kapatmak yerine belli zamanlarda, belli kaynaklardan almak; tartışmayı terk etmek yerine hızını azaltmak… Bu öz-düzenleme artık bireysel lüks değil, kamu sağlığı meselesi.

Apatinin yaratıcı yüzü, insana yeniden nefes alanı açar. Böylece kişi yalnızca katlanan değil, yeniden düşünebilen bir özne haline gelir.

Not 20: İnsanın doğası kesintisiz gerilimi taşımaz. Sürekli seçim, sürekli kriz, sürekli gerginlik yalnızca politik alanı değil, ruh sağlığını da aşındırır. Ama yorgunluk her zaman çöküş değildir; bazen ritmi insana göre ayarlamanın çağrısıdır.

Bugünün ihtiyacı büyük reçetelerden çok küçük alışkanlıklar, yüksek perdeden konuşmalardan çok sakin temaslardır. Toplumların bağışıklık sistemi de tıpkı bireylerinki gibi dinlenme ve anlamdan beslenir.

Not 21: Toplumsal yorgunluk doğaldır; anormal olan, kesintisiz alarm hali. Kaygı, umutsuzluk, hatta geri çekilme bir zayıflık değil, insanın kendini koruma yolu. Ancak bu savunma kalıcı hale gelirse toplumda canlılık kaybolur, birey kendini yalnızca ‘dayanan’ bir varlığa indirger.

Oysa asıl güç, alarmın dayattığı kesintisiz uyarıda değil, ritmin insana verdiği dengededir. Ritim; nefesin, sözün, ilişkilerin temposudur. Alarm hep dışarıdan gelir, ritim içeriden doğar.

Bugün ihtiyaç duyulan şey, büyük sloganların parıltısı değil; küçük, sürdürülebilir, somut adımlar. Bir komşuyla edilen sohbet, bir mahalledeki küçük girişim, haberi seçerek takip etmek, sanatla veya ritüelle nefes almak… Bunlar alarmı susturmasa da sesini kısar, zihne alan açar.

Not 22: Her insan, kendi içsel coğrafyasında çatışmalar yaşar. Fakat bu çatışmalar bir yıkım değil, bir inşa sürecidir. Zıtlıklar bizi geliştirir, sınırlarımızı çizer, kim olduğumuzu gösterir. Hayatın gerçekliğiyle her karşılaşmamızda, biraz daha yoğrulur, biraz daha insanlaşırız.

Bütün bu çatışmaların içinde güzelliği koruyabilmek ise ayrı bir meziyettir. Hayat, ideal olanla değil, gerçek olanla kuruludur. Üstünü yosun kaplasa da lotus çiçeği güzelliğinden bir şey kaybetmez.

Aydaki benek, onun büyüsünü azaltmaz; aksine karanlığın içinde parlayan güzelliği derinleştirir. İnsan da tıpkı böyledir. Kusurları, lekeleri, acılarıyla birlikte anlam kazanır. Eksiksiz olmak, insanı tam yapmaz; eksikleriyle yüzleşmek yapar.

Bu yüzden iyi insan, yalnızca ahlaklı olan değildir; duygularıyla kavga edebilendir. Kederin galip gelmesine izin vermeyen, her fırtınada dağlar gibi sakin kalabilen insandır. Dışarıda kopan kasırgalara karşı içsel bir denge kurabilen, kalbini teslim etmeyen insan… Çünkü keder, gelip geçicidir ama teslimiyet kalıcı bir hasar bırakabilir. İyi insan, ruhunun merkezini kaybetmeyen insandır.

Not 23: Zaman zaman insanın yönü şaşar, yollar bulanıklaşır, şüphe kalbi sarar. İşte o zaman, aklın çizdiği haritalar yetmez. En doğru rehber, kalbin kışkırtmaları olur. Kalp, bir sezgi değilse nedir? Kalp, çoğu zaman bilgiden önce konuşur, çünkü orada yalnızca düşünce değil, vicdan vardır. Kalbin dürtüleri, insanı hakikate yaklaştıran en samimi yoldur. Akıl hesap yaparken, kalp hisseder. Ve çoğu zaman asıl hakikat, hislerin derinliğinde saklıdır.

İnsan, kendini ararken parçalanır. Parçalanırken büyür, büyürken bütünleşir. Her kayboluş bir iz bırakır, her iz bir yolculuğun kanıtıdır. Dağılmak, insanın doğasında vardır. Ama mesele, bu dağılmanın içinde toparlanacak bir çekirdeği koruyabilmektir. O çekirdek, inançtır, tevazudur, meraktır, dirençtir. Ve en çok da kalbin sesini dinleyebilme cesaretidir. İnsanın dağılma ve toparlanma serüveninde en büyük dayanaklardan biri tevazudur. Yunus Emre’nin sözleri, bu gerçeği yüzyıllar öncesinden bugüne taşır.