Boş zaman...
Antik Yunan’da boş zaman yaratmak mutluluk ve erdeme ulaşmak için çok önemliydi ve insanın erdemli olabilmesi için gereken bilgiye erişebilmesi için de zorunluydu.
Antik Yunan’da boş zaman yaratmak mutluluk ve erdeme ulaşmak için çok önemliydi ve insanın erdemli olabilmesi için gereken bilgiye erişebilmesi için de zorunluydu. Bugün de durum nitelik olarak farklı olsa da nicelik olarak çok farklı değil. “Boş zaman” insanın mutlu olabilmesinin en etkin yollarından birisi. Ancak onu sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan şey: Para. İş hayatında, çoğu alanda ve sektörde, değer üretmenin söz konusu olmadığı bir dönemdeyiz. Çoğumuz aslında çalışmıyoruz. İşimizin başındayken başkalarının boş zamanlarını yaratıyoruz. Böyle bir sistemde çalışanlar için “boş zaman” dediğimiz şey yalnızca yorgunluğun atıldığı bir zaman dilimi oluyor. Bunun çalışanlar için mutluluk kaynağı olmasıysa olanaksız. Para tek efendi olarak mutluluğun üretildiği zaman dilimlerini sınıfsal olarak belirliyor ve dağıtıyor.
Modern köleler ise tefekküre dalmış gibi, bütün ömürleri boyunca çalışıp, yalnızca çalışıp, başkalarının boş zamanlarını üretirken, kendileri de dinlenmek için tatil adı verilmiş şeye gidiyor. Yaşam koçları insanın farkındalığını azaltmak için elinden geleni yapıyor. İnsanın farkında olup huzursuzlanması, huzursuzluk duyup yaşadıkları toplumu değiştirmek istemeleri onları deli ediyor. Sistem mutsuzluk üretip, mutluluğu aratmak için elinden geleni yapıyor, hem mutsuzluktan hem mutluluktan kazanıyor. Mutsuz olmanın yolları mutlu olmaya çalışmaktan geçiyor.
Son söz: Nihat Genç 69 yaşında hayata gözlerini yummuş. İyilerin erken öldüğü, en fazla 60 yaşlarını gördüğü, 70 yaşını geçemediği bir kez daha tescillenmiş oldu. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.
Nihat Abi’yle ilgili şuna şahidim: Yüreği yangın yeriydi. Cümlelerinde hep memleket toprağının kokusu vardı. Sanmayın ki sadece ekranlarda böyleydi, gündelik hayatı da aynıydı. Solculuk, ulusalcılık, Kemalizm vs. kalıplarına sığmayacak kadar taşkındı. Fikirleri ne olursa olsun, tek başına, “fikir namusunu muhafaza” konusunda örnekti, abideydi. Ruhu şad mekânı cennet olsun.
Kulağa küpe: Kemal dedeninki hırs aşırı hırs. Babaların dedelerin 40 yıl önce gitmiş tarlanın peşine düşmesi gibi. Yaşlılar böyle. Hele kazık yiyip gitmişse mal ya da koltuk iyice hırslanıyorlar. Yaşlanınca bedenen alınan zevkler azalınca böyle mal mülk makama düşkünlük artıyor. Ayrıca bunama da başlıyor. Tam sıkıntı. Etrafının oyuncağı oluyorlar yaş 70 i geçince.
Tadımlık: Hava bulanıyor gar mı yağacak
Sol gözüm seğiriyor yâr mı gelecek…
Hakikat: Eğer hakikatin peşinden gidiyorsak, bu yönde gayret gösterdiğimizi düşünüyorsak içe doğru kıvrılmalar sadece sancıları artırır. Durağanlaştırır ve kirletir. Duran her şey; koku, renk ve tat değiştirir. Bekletmek bozulmaya neden olur. Onun içindir ki sular meselesinde “akan her şey temizdir, temizleyicidir” ibaresi vardır. Zihninde, eyleminde, toplumun da hareketlisi makbuldür. Atalar boşuna “gezen tilki, oturan aslandan evladır” dememişler ya da “nerede hareket orada bereket” dilimize boşuna yerleşmediği kanaatindeyim. Ya da sık sık tekrarladığımız, ‘atıl olanı batıl istila eder’ de aynı noktaya işaret etmektedir. Ol vakit, suya bir taş bırakalım halka halka yayılsın. Gökyüzü, yeryüzü belli bir hareket içinde her gün yineliyor ve her gün yenileniyor. O vakit, hoşça bakın zatınıza…
Not 1: “Canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı. Bir anlamda ölülerin kenti her canlılar kentinin öncülüdür” (L. Mumford, Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı). İlk yerleşenler ölülerdi. Paleolitik dönemde göçebeler ölülerini belli bir yere gömer ve zaman zaman o yeri ziyaret ederlerdi. Ölüler, bellek nesneleridir, toprakta kök salarlar. Avcı ve toplayıcılar göçebe yaşamı terk edip yerleşmeye karar verdiklerinde, belleklerinin kök saldığı mezarlıklara geri döndüler ve kentler inşa ettiler.
Not 2: "Bir şairin/yazarın gözleri kapanınca dünyada görülecek şeyler azalır." Oruç Aruoba
Not 3: Bana göre aylık %1,37 olarak beklenti altı gerçekleşen enflasyon 24 Temmuz’daki PPK’da faiz indiriminin önüne daha da açtı. Elbette Merkez Bankası son PPK metninde işaret ettiği üzere bir faiz indirimi yapma hazırlığında ancak bu indirimin oranının ne olacağı konusu giderek daha fazla konuşulmaya başlandı. Bana göre ciddi bir faiz indirimi için alan var ancak Merkez Bankası’nın daha “temkinli” bir şekilde 250-350 baz puanlık bir faiz indirimini gündeme alabileceğini düşünüyorum. Zira PPK üyelerinin piyasadan daha tedirgin olduğunu değerlendiriyorum. Ayrıca Merkez Bankası rezervleri halen dalgalanıyor ve yurtiçi döviz talebinin de tam olarak yavaşladığına ilişkin henüz bir kanaat oluşmamış durumda.
Not 4: Dünya her dem ikiye ayrılıyor. Kalbi olanlar ve olmayanlar. Kalbi olmayanlar muktedir ve zengin, kaybedecekleri çok şey var. Ama her şeyden çok kibirleri var. Bütün gezegeni ve diğer bütün insanları, geçmişlerini ve geleceklerini imha etme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Uzay araştırmalarını niye yapıyorlar zannedi-yorsunuz. Dünyayı yaşanmaz kıldıklarının farkındalar, bu yüzden dünyanın geri kalanını imha edip yüzde birlik varlıklarını “ölümsüzleş-tirmek” uğruna doğal olan her şeye düşmanlar.
“Yüzdebirler”e karşı dünyanın yüzde 99’unun hakkını korumaya ant içmiş olan eylemciler, Venedik’in kanallarına oyuncak şişme timsahlar bırakacakları tehdidini dile getirmelerinin ardından temsili düğün yapıp Bezos’un maketini kanala attılar.
Zenginin malı züğürdün çenesini yormadı bu defa. Kalbi olanlar bütün dünyanın hakkını savunmak için eyleme durdu. Madem bu kadar zenginsin o halde parçası olduğun dünya gezegenine katkı sun, diye haykırdılar. İhtiyar damadın düğününde harcayacağı milyon dolarlar ile Gazze’nin yeniden inşa edilebileceğini, paranın bunun için kullanılması gerektiğini söylediler.
Eylem sadece Bezos için değil, finansal ve teknolojik oligarşiyi temsil eden, toprakların ve hayatların kontrolünü elinde tutan, ekonomik eşitsizliği körükleyen, çevreyi kirleten elitizme karşı da yapılmış oldu.
Not 5: Parasına para katanlar, dünyanın sorunlarına bırakın çözüm aramayı, tam tersine yeni sorunlar inşa etmek pahasına milyon dolarlar ile kişisel performanslarını dünyanın gözüne sokuyorlar.
Not 6: Dünyanın birinci, ikinci, üçüncü zengini diye sıraladığımız zenginler, bizden, yani dünya gezegeninden aldıkları ile zengin. Biz fakir değiliz, onlar hırsız. Niye birinci iken ikinci, ikinci iken üçüncü oluyorlar diye soracak olursanız, eski karılarına ödedikleri nafaka yüzünden diyebiliriz kabaca.
Not 7: Fakat ben,
Bir gün sana doğru yola çıkacağım.
Bunu kimse engelleyemez benden.
Cahit Zatifoğlu
Not 8: Güneşler söner, gölgeler büyür,/ Zarif bir hüzün çöreklenir şehrin üzerine.
Not 9: Gecelerimi ağırlayamaz oldum.
Cahit Zarifoğlu
Not 10: Hiçbir şeyin önemi yok şu hayatta, Sağlık olsun, Bir de gönül dolusu huzur, Gerisi yalan dünya...
Not 11: Nedir Recep İvedik? Saf, soyut lümpenlik. Bir araştırmada, bu tipleme için “lümpenliğin kamusal dili” deniyor. Yerindedir, lümpenlik artık kamusal bir özelliktir. Recep, yok olmakta olan insanın içinden çıkan ilkel varlıktır. Bu varlık bütün ölçülerden azadedir, sınırsız ölçüsüzlük olarak bir yürüyen “sesli tecavüzler” serisi olarak ortaya çıkar. Herkes bu ölçüsüz hayvandan nefret eder ama öte yandan kendisinin de bir ölçüsüz hayvana dönüştüğünü hissetmektedir. Recep İvedik, ele aldığı her durumu itibarsızlaştırır, şeklini ve asaletini bozar, soysuzlaştırır. O, kendi beyanına göre, insan olma peşinde değildir, tam tersine, hayvanlığını meşrulaştırmaktan başka kaygısı yoktur. Haliyle sinik ve kindar olma zorunluluğu var. Korkan korkutur, korkak fırsatını bulduğunda ölçüsüz bir zalim olur. Çünkü korkak için korkudan başka ölçü kalmamıştır. Hakkındaki bir yazıda “aşağılık veya alçak bir kahraman” deniyor ki sanırım zamanımızın kahramanının mütemmim cüzüdür.
Ölçüleri yıktılar, insanı tükettiler, Recep İvedikler çağının tam ortasındayız. İnsan artık bir ölçü olmaktan çıkmıştır. Gazze’de sıkıştırdılar, on binlerle öldürüyorlar. İnsan sayılmadıklarını biliyoruz. Fakat onlar öldürülürken dünyanın geri kalanı da insanlığından arınıyor. Avrupa’da, ABD’de, Ortadoğu’da açık bir insan yetmezliği açığa çıkıyor.
Ölçüsüz bir dönemdeyiz, ölçüsüzlük insansızlıktır. Ölçüsüzlüğün romanı yazılamaz, insansız roman olmaz çünkü. Ölçüsüzlükte insan Recep İvedik’tir; saf, soyut lümpendir, ilkel bir hayvandır, aşağılık bir kahramandır, yürüyen sesli tecavüzler silsilesidir. Başınızı kaldırıp bakın, ABD’yi yönetene insan diyemeyiz, sarışın bir Recep İvedik’tir. Alman Şansölyesi koltuğunda bir Recep İvedik oturmaktadır. Macron, Fransa’da doğmuş ve Fransız Devrimi’nden nasibini almamış bir Recep İvedik’tir. Birleşik Avrupa’nın başında Recep İvedik özentisi bir Ursula von “plastik” Leğen bulunmaktadır. Bunlar ölçüsünü yitirmiş bir dünyanın ölçüsüdür. Sözde dünyaya kafa tutuyorlar, Marksizm’i revize ediyorlar, sinkaflı yorumlar yapıyorlar, ölçüsüzlüğü ve kuralsızlığı kutsuyorlar. Birbirlerine bakıyorlar ve sadece birbirlerini görüyorlar.
Not 12: İntihar bireysel olarak yapılabilecek en şiddetli protesto biçimidir.
Not 13: Ekranlar, timeline’lar başka dünyalara açılıyor ama senin üstünü yıldızlar örtüyor. Sen yıldızlara sarılıp sabah ediyorsun, geri kalanımız neye sarılsak üryan kalıyoruz üşüyoruz. Senin dünyanda yeri yoktur ama dünya her geçen gün çirkinleşiyor. Büyük adamlar (!) ekranlardan savaş tamtamcılığı yapıyor, sınırlar sadece yoksulları sınırlıyor. Yemen de koleradan binlerce insan ölüyor, araçlar patlıyor sadece cesetler istatistiklere veri olarak işleniyor. Haram helal hepsi bir birine giriyor. Faizler yükseliyor, garipler düşüyor. İstikrar bozulmuyor abi! Şimdi sen bir sarhoşsun, ben hancı öyle mi? Hep üryan gelip, üryan gideniz değil mi? Hoşça bakın zatınıza…
Not 14: Beyaz perde, çatırdayan beşik, delik çorap
Oğlum derin bir sarsıntı gibi bakıyor dünyaya
Günü açıyor, güneşe gülüyor, günleri bilmiyor
Harç kamyonunu dönme dolap zannediyor.”
(Yağız Gönüler/ Freud’un Göremediği Rüya, Dergâh Dergisi, 332. Sayı)
Not 15: Deneyim; insanın başına gelen değil, başına gelenle ne yaptığıdır.
Not 16: “Pisagor’a gurbette iken ölüm (hali) geldiğinde yoldaşları, kendi beldesinden başka bir yerde ölecek olmasından dolayı üzülüyorlardı. Pisagor dedi ki: Dostlarım! Gurbetteki ölümle vatanda ölmenin arasında bir fark yoktur; zîra âhirete giden yol her cihetten tektir.” (Pisagor’dan Tadımlık)
Not 17: Dört İnci Öğüt
1. Bedenin rahatı az yemekte,
2. Dilin rahatı az sözde,
3. Ruhun rahatı az günahta, (Ruhun rahatı az insanda [az insanla görüşmededir])
4. Kalbin rahatı az intikamdadır.(Kalbin rahatı az umursamada) (Platon’dan tadımlık)
Not 18: Bize Kadar
1- İbrahim Çapar, “Evet, ‘Hak gelecek, batıl zail olacak’ ama biz, sınandıktan sonra” diyor.
2- Roland Barthes, "Bir şeyin tersi onun karşıtı değildir" der. Bu önemli, ayırtına varmak lazım.
3- Ekrem Işın, “Kentlerin çöküşü gürültülüdür ama mahalleler sessizce çekip giderler hayatımızdan” der. Bir adım geri çekildiğinde hissedeceksin…
4- Walter Benjamin, "Galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar" der. Ne doğru bir tespit…
5- Fernando Pessoa, "Hayat tahayyül edebildiğimiz kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir imparatorluktur" der. Bizim dilimizde ona “kanaat” deniyor. Yitiğimiz.
Not 19: Toplumsal bunalım, artık istisnai bir hâl değil; gündelik hayatın sıradan rutini hâline gelmiş durumda. Her sabah evden adımımızı attığımız anda yozlaşmanın, keyfiliğin ve güce tapınmanın türlü biçimleriyle yüzleşiyoruz. Şikâyet mekanizmaları işlemiyor; adalet sistemi güven inşa etmekten çok, korku ve yılgınlık yayıyor. Gücü elinde bulunduran, yaptığını meşru sayıyor; çünkü yapabiliyor. Çünkü bir bedeli yok. Bu da giderek daha büyük bir azgınlaşmayı, “yapanın yanına kâr kalıyor” hissiyatını besliyor.
Bir otobüse bindiğinizde, sadece bir şoförle değil; gücü temsil eden keyfiliğin, küçük iktidar gösterilerinin soğuk yüzüyle karşılaşıyorsunuz. İstediği durakta duruyor, istemediğinde geçip gidiyor. Kapıyı açması ya da açmaması da keyfine kalmış. Yolcu değiliz adeta; onun dünyasında birer “tahammül nesnesi” gibiyiz. Trafikte bu çürüme daha da belirginleşiyor. Daha pahalı arabası olan, daha zayıf olanın üzerinden geçiyor. “Durmayabilirim çünkü daha güçlüyüm” diyen bir ruh hâli… Kırmızı ışık bir tavsiye gibi görülüyor; park yeri kavgası ölüm sebebi olabiliyor. Sinyal vermek, yavaşlamak, yol vermek… Bunlar artık bir nezaket değil, neredeyse ahmaklık sayılıyor.
Not 20: Herkes gücünün yettiğine efeleniyor. İlişkiler hiyerarşik, dikey ve otoriter. Birbirimize saygıdan değil, korkudan mesafe koyuyoruz. Oysa korkunun hüküm sürdüğü yerde güven gelişmez. Yasalar toplumun en güçsüzünü korumuyorsa, en güçlüyü sınırlamıyorsa, o toplum çöker. Güven duygusunun erozyona uğradığı bir yerde insan, sadece fiziken değil, ruhen de yaşama sevincini yitirir. Toplum dediğimiz şey, sadece birlikte yaşamak değil; birbirine tahammül etmek, birbirini korumak, güçsüzü kollamakla anlam kazanır. Aksi hâlde bir ormana, daha kötüsü bir av sahasına dönüşür. Bugün yaşadığımız şey tam da budur: gücün hukuk hâline geldiği bir orman hâli. Bu ormanda ayakta kalmak için insanlığımızdan feragat etmeye zorlanıyoruz.
Not 21: Yozlaşma çoğu zaman büyük çöküş anlarında değil, hayatın sıradan ayrıntılarında kendini belli eder. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı da bunu anlatır: Sistemin çürümüşlüğü artık bir istisna değil, alışkanlık hâline gelmiştir. Şoförün keyfiliği, trafiktekilerin zorbalığı, kamu görevlisinin ilgisizliği, küçük esnafın fırsatçılığı… Bunların her biri sistemik yozlaşmanın mikro göstergeleridir. Toplum, artık büyük bir yasa ya da anayasa ile değil, “kim daha çok yapabiliyorsa onun haklı olduğu” bir iktidar diliyle yönetilir hâle gelir.
Michel Foucault’nun tanımladığı şekliyle modern iktidar, yalnızca kurumlarla değil, mikro ilişkilerle işler. Otobüs şoförünün kapıyı açıp açmaması da bir iktidar gösterisidir; çünkü iktidar sadece yukarıda değil, her yerde dağılmış hâldedir. O şoför, içinde bulunduğu sistemin ona sağladığı o küçük alanı bir hükümranlık aracına dönüştürür. Çünkü sistem, bu küçük tiranlıklara göz yummakta, hatta onları yeniden üretmektedir.
Not 22: Zygmunt Bauman’a göre güven, toplumların ayakta kalmasını sağlayan görünmez bir tutkal gibidir. Devletin adaleti tesis edemediği, bireyin haklarını koruyamadığı, kamusal görevlerin liyakat yerine sadakatle dağıtıldığı yerlerde bu tutkal erimeye başlar. Böyle bir toplumda kimse kimseye güvenmez. Komşusuna, iş arkadaşına, yoldaki yabancıya, hatta devlete… Güvenin yerini, korku ve şüphe alır.
Not 23: İbn Haldun’un meşhur “umran” teorisinde toplumlar, asabiyet (dayanışma) sayesinde kurulur, büyür ama konfor ve keyfiliğe kapıldıklarında çözülür. Bugünün kentli bireyi de kendi konforu uğruna başkasının yaşam hakkını çiğnemekten çekinmiyor. Böylece toplumsal bağlar kopuyor, ortak yaşamın zemini çatlıyor.
Not 24: Her gün maruz kaldığımız bu keyfilik ve şiddet, sadece bir yönetim krizine değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküşe işaret eder. Her haksızlığa göz yuman, her kabalığa sessiz kalan, her güce boyun eğen insan, istemeden de olsa bu sistemin devamını sağlar. Arendt’in deyimiyle: “Kötülük, çoğu zaman şeytani bir kararlılıktan değil, düşüncesizliğin sıradanlığından kaynaklanır.” Düşünmeyi bıraktığımızda, sorgulamayı terk ettiğimizde, yalnızca kötüye karşı değil, iyiye dair inancımızı da kaybetmeye başlarız.
Bu bağlamda sorumluluk, yalnızca bir başkasına ait değil; bizim sessizliğimiz, bizim tepkisizliğimiz de bu düzenin sürdürücüsü hâline geliyor. Yozlaşma yalnızca bir “yukarıdan dayatma” değil; aynı zamanda bizim alttan sessizce razı oluşumuzun da ürünüdür.
Not 25: Peki, bu çürümüşlük sarmalından kurtulmak mümkün mü? Evet, ama kolay değil. Öncelikle herkesin kendi gücünü yeniden tanımlaması gerekiyor. Gerçek güç, başkasına zarar verme kapasitesi değil; başkasına zarar vermemeyi tercih edebilme kudretidir. Gerçek otorite, korku yaymakla değil; güven vermekle ilgilidir. Yeniden insanlaşmak, yeniden birlikte yaşanabilir bir dünya kurmak istiyorsak, önce şu sorularla yüzleşmeliyiz: Bu düzene nasıl katkı sağlıyorum? Ne zaman sessiz kaldım? Ne zaman küçük bir keyfilikle bir başkasının canını yaktım? Bu düzenin neresindeyim? Ne zaman sessiz kaldım, ne zaman başkasının ezilmesine göz yumdum? Çünkü yozlaşma sadece yukarıdan başlamaz; aynı zamanda sessizliğimizle aşağıdan da beslenir. Toplumun yeniden inşası, yalnızca yasalarla değil; ahlaki cesaretle, empatiyle, dayanışmayla mümkündür. Ve evet, bu zor bir yoldur. Ama başka bir yol da yoktur.
Not 26: Taşralılık bir coğrafya meselesi değil, zihnin kendini sınırlandırma biçimidir. İslam dünyasında bu zihinsel kapanma, sadece kültürel üretimi değil, ahlaki ölçüyü, entelektüel cesareti ve kolektif bilinç inşasını da felce uğratmıştır. Taşralı bilinç, geleneği bir hafıza biçimi olarak değil, bir meşruiyet aracı olarak yeniden üretir. Bu yeniden üretim sürecinde gelenek artık ilham değil, taklit edilir; geçmişle hesaplaşılmaz, onunla özdeşleşilir. Böylece İslam, kendi evrensel iddiasını yitiren, ritüellere hapsolmuş bir kültürel dekorasyona dönüşür.
Zihin, soru sormaktan vazgeçtiğinde, ahlak yerini ahlakçılığa; tefekkür yerini klişe tekrarına; direnç ise yerini itaate bırakır. Taşralılığın zihniyet dünyasında eleştiri, ihanet; özgür düşünce, sapkınlık; kavramsal derinlik ise “anlaşılmazlık”la damgalanır. Sorgulayan aydın ya susturulur ya marjinalize edilir. Aklın, sezginin, ilhamın ve hafızanın birlikte çalıştığı o İslamî düşünce geleneği, bu ortamda nefes alamaz hale gelir.
Bu zihinsel kapanma, popülizmin de zeminidir. Çünkü taşralı bilinç, tek sesli, duygusal ve mitolojik anlatılara daha açıktır. Popülist liderler, İslam’ı evrensel bir hakikat arayışı olarak değil, etnik kimliklerin, millî menfaatlerin ve grup psikolojilerinin meşrulaştırıcısı olarak görür. Din, bu şekilde siyasallaşmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin vicdanından, aklından ve iradesinden kopartılır. Artık iman, bir bilinç sıçraması değil, kolektif bağlılık yeminine dönüşür. Bu yemin, çoğu kez liderin şahsında tecessüm eder.
Not 27: Taşralılık, çıkarı merkeze alan bir ekonomi-politik düzeni de beraberinde getirir. Ahlaki düşünce biçimleri, yerini hesaplı iyiliğe bırakır. Hangi değer, ne kadar kazandırıyor? Hangi ilke, ne zaman işimize yarıyor? Bu sorulara verilen pragmatik cevaplar, vicdanı örseler de sistemi sürdürmeye yeterlidir. Böylece eğitim, kültür, din ve siyaset alanlarında müsamahakâr görünüşlü bir konformizm hâkim olur. Taşra zihni, sürekli bir savunma psikolojisi içinde yaşar; tarih onun için ya bir övünç vesilesidir ya bir mağduriyet anlatısı.
Modern ulus-devlet bu taşralı bilinci yeniden üretmekle kalmaz, kurumsallaştırır. Eğitim politikaları, eleştirel düşünceyi değil, itaati öğütler. “Yerlilik ve millilik” adına yapılan tüm reformlar, düşünceyi daha da daraltır. Modernleşme ise yüzeysel, biçimsel ve tepeden inme kaldığı sürece taşralılığı ortadan kaldırmaz, sadece kamufle eder. Böylece taşralılık, modern araçlarla sürdürülür: yerli otomobilin direksiyonuna ithal bir zihin oturur.
Not 28: “Taşralılığın tiranlığı”, sadece bir eleştiri değil, bir çağrıdır. Bu çağrı, İslam toplumlarının kendine gelmesi, aklını yeniden kuşanması ve tarihsel sorumluluğuyla yüzleşmesi içindir. Taşralılıktan kurtulup evrensele açılmak işte bu, kolay bir yol değildir. Fakat bu yolculuk, ancak düşünerek, direnerek ve sorumluluk alarak mümkün olacaktır.
Not 29: Her yaz tekrar eden bir kader gibi yaşadığımız orman yangınları, ilk bakışta bir çevre meselesi gibi görünse de çok daha derin bir idraksizliğin, daha geniş bir zihniyet krizinin alametidir. Yangınların bıraktığı siyah iz, sadece toprakta değil; bizimle tabiat arasındaki ilişkinin ne denli yapaylaştığının da göstergesidir.
Orman yangınlarını sadece bir “afet” olarak görmek, insanın bu felaketle kurduğu ilişkiyi yanlış bir zemine oturtmak demektir. Çünkü burada söz konusu olan, doğanın insan eliyle uğradığı bir tahribattır. Genişleyen turizm projeleri, yaygınlaşan madencilik izinleri, orman vasfı taşıyan alanların çeşitli kılıflarla imara açılması gibi uygulamalar, her yaz çıkan yangınların hazırlık evresini oluşturmaktadır. Bu noktada mesele sadece “yangını söndürmek” değil, “yangına zemin hazırlayan zihniyeti sorgulamak”tır.
Bu topraklarda orman, sadece bir ekosistem değil, medeniyet tasavvurunun bir parçasıdır. Osmanlı’nın vakıf anlayışında ağaç, dokunulmaz bir varlıktır; orman, korunması gereken bir emanettir. Modern dönemle birlikte bu ilişki, ekonomik fayda üzerinden yeniden tanımlandı. Orman artık korunması gereken bir canlı organizma değil, üzerinde hesap yapılabilen bir mal varlığına dönüştü. Bu zihniyet dönüşümü, her yangında kendini ele verir.
Yangınlar karşısındaki refleksimiz, büyük ölçüde teknokratik açıklamalarla sınırlı kalıyor. İstatistikler, haritalar, müdahale süresi gibi teknik veriler elbette önemlidir; ancak bu veriler, sorunun esasını açıklamaya yetmez. Sorun, insanların ormanla kurduğu mesafesiz, hoyrat ilişki biçiminde yatıyor. Piknik alanlarında bırakılan şişeler, rastgele atılan sigara izmaritleri, hatta bazı bölgelerde kasıtlı çıkarılan yangınlar, bireysel duyarsızlığın kolektif bir ekolojik yıkıma dönüşmesinin örnekleri.
Burada hatırlamamız gereken asıl şey, tabiatın sadece korunacak bir alan değil; bizimle birlikte var olan bir bütünlük olduğu gerçeğidir. Modern şehir hayatı, insanı topraktan, ağaçtan, rüzgârdan kopardı. Bu kopuş, sadece fiziki değil; aynı zamanda kültürel ve manevi bir kopuş. O yüzden her yangın, aynı zamanda bir hatırlatmadır: İnsan doğadan değil, doğayla birlikte yaşar.
Toplumsal belleğimizde sık sık vurgulanan “ciğerlerimiz yanıyor” ifadesi elbette mecazi bir duyarlılığı ifade eder. Fakat mesele, gerçekten ciğerlerimiz yanıyorsa, neden aynı ihmaller tekrar eder? Eğer bu acılar gerçekten içselleştirilseydi, neden her yaz aynı görüntülerle karşılaşırdık? Bu soruların cevabı, yangınla birlikte yanmayan şeylerde saklıdır: İnsaf, adalet, sorumluluk ve emanet duygusu… Eğer bunlar da yansa, belki geriye daha diri bir bilinç kalırdı. Ama bizde çoğu zaman yanan sadece orman olur; zihniyet, alışkanlıklar ve ihmalkârlık yerli yerinde kalır.
Devletin elbette yangınlara hızlı müdahale etmesi, gerekli yatırımları yapması gerekir. Ama devlet kadar, hatta ondan önce, toplumun doğayla kurduğu ilişki biçimini yeniden inşa etmesi gerekir. Ormanı sadece bir “kamu malı” olarak değil, üzerinde yaşadığımız toprağın ruhu olarak görmedikçe bu yangınlar sürecektir. Orman yandığında sadece ağaçlar değil, kuşlar, hayvanlar, su kaynakları ve nice görünmeyen canlılar da yok oluyor. Ancak daha vahimi, insanın vicdanı da bu yangınlarda sessizce eriyor. Her yaz yanan sadece ormanlar değil, aynı zamanda insanın kendini tabiatın parçası olarak görme imkânıdır. İşte bu nedenle mesele, bir çevre meselesi değil; bir idrak meselesidir. Hoşça bakın zatınıza…
Not 30: “Sahne ışığı, gölgeye borçludur varlığını.”
(Yakup’un Defteri)
Not 31: Otosansür, yalnızca yazı masasındaki titremede değil, prova salonundaki bakışlarda, yönetmenin “orayı biraz yumuşatalım” deyişinde, oyuncunun “bunu oynarsam başıma bir şey gelir mi?” sorusunda; hatta seyircinin, sahnede gördüğü bir kelime karşısında başını sağa sola çevirmesinde bile kendini belli eder. Görünmezdir ama etkilidir. Karar vermemiştir ama yön vermiştir. Yasaklamamıştır ama uzaklaştırmıştır.
Ve bu yönlendirme, genellikle sadece dışarıdan gelen bir tehdit değil, içerideki “ikna” ile çalışır. Modern iktidarın en büyük başarısı budur: Tehdidi dışarıdan içeriye taşımak, bireyin ruhsal alanına yerleştirmek. Michel Foucault'nun "kendini gözetleyen özne" fikri burada yankılanır: Tiyatro-yazarı, dramaturg, oyuncu, sahne tasarımcısı artık sadece seyircinin değil, içselleştirdiği Yasa’nın da seyircisidir. Yasa artık perdenin önünde değil, zihnin perdesinin arkasındadır.
Not 32: O halde mesele yalnızca “neyi yazabiliriz?” değil, aynı zamanda “neyi yazamıyoruz?” sorusudur. Yazılamayanın, söylenemeyenin, oynanamayanın haritasını çıkarmak, ifade özgürlüğü tartışmalarında asıl mücadele alanıdır. Çünkü otosansür, çoğu zaman “kendini korumak” adına yapılan bir iç düzenlemedir. Ama bu düzenleme, sanatı steril, tiyatroyu risksiz ve kelimeleri silik hâle getirir. Bu steril sanat, ancak steril bir toplumun içinde var olabilir; ve steril toplum, yalnızca düzenin değil, hissizliğin de egemenliğidir.
Tiyatronun en büyük gücü sahici etkisidir: İnsanları sarsmak, düşündürmek, harekete geçirmek… Otosansür, bu etkiyi hedef alır. Etkisizleştirilmiş bir tiyatro, canlı ama işlevsiz bir organizma gibidir. Konuşur, ama bir şey söylemez. Oynar, ama bir yere varmaz.
Not 33: Nerede yaratıcı, kümülatif, içsel ve ahlaki bir dönüşüm varsa, asıl orada modernlik vardır.