Gönlümün yükünü kaldıramıyorum derken patlayan diploma skandalı.

Sürekli günceli önceleyen yazıları bırakıp biraz duygusal, aşka ve gönül meselelerine dair yazmak istedim. O yüzden başlığı rahmetli Cahit Zarifoğlu'nun dizelerinden aldım. Gönül meseleleri üzerine yazıya hazırlanırken şak diye tarihim en büyük skandallarında biri olan diploma skandalı patladı.

Sürekli günceli önceleyen yazıları bırakıp biraz duygusal, aşka ve gönül meselelerine dair yazmak istedim. O yüzden başlığı rahmetli Cahit Zarifoğlu'nun dizelerinden aldım.
Gönül meseleleri üzerine yazıya hazırlanırken şak diye tarihim en büyük skandallarında biri olan diploma skandalı patladı.

Sistem çökmüştü. Ehliyetsizlik ve liyakatsizlik üzerine kurulan sistemin ve sahibi devletin iflası anlamına gelen bir gelişmesizlikti bu. Hafta yaz gönül meselesini şimdi dedim. Yazamadım doğal olarak.

Açıkçası sadece son günlerde değil son yıllarda toplumun farklı düzlemlerinde ortaya çıkan olumsuz tabloyu “makro” düzeyde bir “çürüme” olarak tanımlarsak hata yapmış olmayız.
Sahte diploma skandalı mesela?

Sahte diplomalar, o diplomalarla akademide görev alanlar, devletten iş almak için kullananlar…
Ortaya çıkan haliyle bu olay, basit bir e-imza çalmanın ötesinde organize sınıf atlama, rant üretme, ranta el koyma aracı olarak kullanılmış
Ya da bir kedinin tekmelenerek öldürülmesi…
Ya da kadınların en yakınları tarafından öldürülmesi…

Kartalkaya’daki otelde yaşanan cinayet…
Bu olumsuz örnekleri çoğaltmak mümkün.
Peki nasıl oluyor ya da olabiliyor bütün bunlar?
Dahası kendini kültürel kimlik olarak muhafazakâr tanımlayan iktidar döneminde bunlar nasıl olabiliyor?

Neden ortaya çıkan bunca kötülük karşısında insani, siyasi sorumluluk hissetmez, özeleştiri vermez ya da istifa etmez?
Müslüman olma haline hasredilen bunca olumlu özellik, sorduğunuzda “Elhamdülillah Müslüman” diyecek bu insanlarda, bireylerde yok?

Korkum şu ki kaşımızda Allah’a inanan ama güvenmeyen bir çoğunluk var.

Ya da ilahi olan inanç ile dünyevi olan gündelik hayatın farkını bilen ve buna göre yaşayan bir çoğunluk.

İnanç ve ahlak denilince aklıma Amin Maalouf’un “Bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar” sözü gelir. Maalouf’un Doğu’dan Uzakta (Les Désorientés) kitabında bu söz, şöyle geçer; “Din elbette önemli, ama aileden, arkadaşlıktan, sadakatten daha önemli değil. Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor… Bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.”

Gerçekten de, ülkede yaşadıklarımıza baktığımızda karşımızda olan çürüme dinle ya da inançla ilgili değildir.

Bu çürümenin tek kaynağı ahlakidir.

Meşruiyetini siyasal güçten alan, onun dokunulmazlığına sığınan, kraldan çok kralcı olan bir ahlaksızlıktır.

Bugün bir ülkenin gelişmişliğini, yalnızca kişi başına düşen gelirle, ihracat rakamlarıyla ya da bilişim altyapısıyla ölçmek, yanıltıcıdır. Asıl ölçüt, o ülkede paranın satın alamayacağı şeylerin oranı olmalıdır. Adaletin, merhametin, sadakatin, bilginin ve inancın ekonomik değeriyle değil, kendi başına taşıdığı anlamla kıymetli sayıldığı toplumlar, insanî bir gelecek inşa edebilirler.

Dünyayı saran bütün sorunların altında da, özünde de aslında bu sorun yatıyor. Günümüzde şikâyet ettiğimiz farklı durumların altında da aynı sebep yatıyor. Tabiatın bozulmasının, insanın anlamını kaybetmesinin, toplumsal ahlakın kaybolmasının, değerlerin değersizleşmesinin altında da yine aynı sebep yatıyor. Kentleşmenin, çirkin mimarinin, bozuk yolların, liyakatsizliğin, ehliyetsizliğin, torpilin, adaletsizliğin altında da hep aynı neden yatıyor. Gençlerin hayattan beklentileri, yeni teknolojilere adaptasyon süreci, demokratikleşme sancıları, kuşaklar arası kopukluklar gibi durumların altında da aslında sadece tek bir sebep var. Sadece yüzeydeki sebeplere odaklanıp asıl sebebi göremiyoruz. Yüzey üzerinde resimlerin çokluğunun altındaki asıl nedeni bir türlü göremiyoruz. Ben burada sadece ülkemiz açısından değil, dünyanın içine düştüğü derin bunalım, anlamsızlığın çarpık durumun altında sadece tek bir sebep görüyorum. Diğer bütün sebepler bu sebebin sadece değişik semptomlarından ibaret. İşte gördüğüm asıl sebep: Paranın satın alamayacağı şeyler her geçen gün azalmaktadır. Tersinden söyleyecek olursak paranın satın alabileceği şeyler her geçen gün artmaktadır. Bu dünyamız için bütün felaket ve afetlerden daha büyük bir afettir. Hiçbir deprem bundan daha sarsıcı, hiçbir yangın bundan daha can yakıcı, hiçbir hastalık bundan daha öldürücü olamaz. Bataklığın üzerindeki sineklerle uğraşmaktan bataklığın kendisiyle mücadele etmeye bir türlü sıra gelmiyor. Bataklıktaki sineklerle uğraştığımızdan ne kadar sineği kovmaya çalışsak bir o kadar tekrar geliyor. Çünkü bataklık ortada duruyor. İçine düştüğümüz, düşmeye devam ettiğimiz, sadece düşüş hızının bölgeden bölgeye değiştiği bataklığın adı, parayla satın alınamayacak şeylerin azalmasıdır.

Arabesk duygulara boğun eğip menfaat dünyası jargonuna da sığınmıyorum. Kahrolsun para sloganının ucuzluğunda da gölgelenmiyorum. Zira biliyorum ki ekonomi de para da bu hayatın gerçeklerinden biri. Tarih boyunca da hep böyle oldu zaten. Ancak şimdilerde (belki sanayi kapitalizminin ortaya çıktığı andan itibaren, belki de Karl Polanyi’nin büyük dönüşüm adını verdiği olaydan sonra) bambaşka bir durumla karşı karşıyız. Büyük felakete doğru adım adım gidiyor, Nietzsche’nin dediği gibi çölü alabildiğine büyütüyoruz. Dünyanın büyük yok oluşa doğru adım adım gittiğinin bir parametresi, bir ölçeği olsaydı bu paranın satın alamayacağı şeylerin azalması olurdu. Kanaatimce bundan daha önemli bir parametre de yoktur. Bundan daha net bir ölçek de yoktur. Dünyanın herhangi bir ülkesinin adalet ve ahlak seviyesini ölçmek istiyorsanız, tek bir ölçüye bakmanız yeterli. O ülkede parayla satın alınamayacak şeylerin oranı ne? Parayla satın alınacak şeylerin oranı ne? Parayla satın alınamayacak şeyler azalıyor mu yoksa artıyor mu? Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan veya geri kalmış bölgeleri arasında sadece bu ölçeğe bakarak bir tanımla yapabilirsiniz. Hatta dünyadaki tek parametre bile sadece bu olmalıdır. Bekli de dünyadaki bütün modernleşme hikâyelerinin altında da bu vardır. Modernleşen ülkelere bu gözle baktığınızda göreceğiniz şey, modernleşmenin artışı ile paranın satın alamayacağı şeylerin azalması arasındaki ilişki olacaktır. Diğer bütün göstergeler bu ilişkinin yanında teferruattan ibarettir.

Paranın satın alamayacağı şeyler azaldıkça yaşam bir bütün halinde sadece ekonomiye tercüme edilmeye başlanmıştır. Ekonomiye tercüme edilemeyen her şey ise anlamsız ve değersiz, önemsiz ve gereksiz görülmeye başlanmıştır. Artık tek gerçeklik ekonomiye tercüme edilebilirlik gerçekliğidir. En mukaddes değerler, toplumsal ahlak, bireysel çabalar, dindarlık, bilimsel uğraşılar, sanatsal aktiviteler bile ekonomiye yani paraya tercüme edilebildiği oranda anlamlı ve değerlidir. (Cahit Koytak, “Shopping Fest ya da Alışveriş Cenneti” adlı şiiri tam da bunun için yazmıştır.) Pierre Bourdieu boşu boşuna, ekonomik sermayenin yanına kültürel sermaye, sosyal sermaye ve simgesel sermayeyi eklemedi. Aslında Bourdieu’nun sermayelerinde bir tek sermaye vardır: Ekonomik sermaye. Diğer sermayeler, ekonomik sermayeye tercüme edildiği oranda anlam ve değer taşır. Dahası günümüz parametrelerinde artık her durum, olgu, olay, oluşum ve davranış ekonomiye tercüme edilebildiği oranında anlamlı ve değerlidir. Eğitim de ekonomiye tercüme edilebilirliği oranında rağbet görmekte ve ekonomiye tercüme edilebilirliği oranında talep ve tercih edilmektedir. Anlamakta zorlanıyorsanız (bence kesinlikle bal gibi anlıyorsunuz) sıcağı sıcağına size bir örnek. Ülkemizde milyonlarca öğrenci üniversiteye giriş sınavına girdi. Puanları açıklandı. Şimdi ülkenin dört bir yanındaki gençler harıl harıl tercih yapmakla uğraşıyorlar. Yakında tercihlerini gönderecekler ve sonuçlar açıklanacak. Yerleştirme sonuçları açıklandığında her yıl hiç istisnasız tekrarlanan durum, bu yılda hiç şüpheniz olmasın tekrarlanacak. Fakülte ve bölümlerin puan sıralaması mezun olduğunuzda ne kadar kazanacağınıza bağlı olarak yukarıdan aşağıya sıralanacak. Mezun olduğunuzda en çok para kazandıran bölüm en yüksek puana sahip olacak. Mezun olduğunuzda en az para kazanacağınız ya da hiç kazanamayacağınız bölümler ise en düşük puana sahip olan bölümler olacak. Görünüşte bu sınavın adı üniversiteye giriş sınavı, soruları alanında uzman kişiler hazırlıyor. Sorular adayın akademik seviyesini ölçmeye yönelik sorular. Amaç ise para kazanmak. Türkiye’de öteden beri bir eğitim sorunundan bahsedilir. Hâlbuki bu sorun tamamen sahte bir sorundur. En başta isimlendirmesi sahtedir. Ortada eğitim sorunu filan yok aslında. Eğitimden para kazanamamak sorunu var. Eğitime insanlar belli bir yatırım yapıyorlar. Karşılıklarını alanlarda sorun yok, yaptığı yatırımın karşılığını alamayanlarda sorun var. Vatandaş eğitime belli oranda yatırım yapmış, ancak sonuç itibariyle yaptığı yatırımın karşılığını alamadığı için isyanlarda. Ekonomik düzlemde bakıldığında son derece haklı bir isyan bu. Zira verdiğimi alamadım isyanı bu. Ama bu sorunun adı eğitim sorunu değil ki. Ekonomi sorunu. Vatandaşın eğitimin kalitesiyle ilgili, üniversitenin akademik seviyesi veya hocalarının akademik yeterliliğiyle ilgili bir sorunu yok. Sorun sadece yatırımın karşılığını alamamakla ilgili. Bu sorunun adı eğitim sorunu olamaz. Bu sorunun adı düpedüz ekonomi sorunudur. Öğrenciler hangi bölümün kendi kişiliğine, mizacına, ilgisine ve sevgisine uygun olup olmadığına değil sadece hangi bölümün ne kadar para getireceğine bakmakta, tercihlerini ona göre yapmaktadır. (Sosyal bilimci arkadaşlar burada anlatılan durumu yapılan “akademik” çalışmalarda görebilecekleri gibi, yapılacak “bilimsel” çalışmalarla da pek ala doğrulayabilirler.)

Dünyada makro ölçekte de mikro ölçekte de “parayı veren düdüğü çalıyor.” Makro ölçekte dünyanın para baronlarını, en zengin beş veya yedi ailesini söylemek marifet değil. Sır da değil. Kendi ülkemizde asıl karar vericilerin ülkenin en zengin holding veya şirketlerin veya en zenginler listesindeki kişiler olduğunu söylemenin de artık bir anlamı bile yok. Bunlar hepimizin malumu. Ben biraz daha mikro ölçekteki durumlardan ve birbirimizle ilişkilerimize gizliden veya açıktan sinmiş bazı durumlardan söz edeceğim. Zira mikro ölçekteki değişimler bence makro ölçektekinden hem daha can yakıcı hem de daha görünmez dolayısıyla daha sinsi değişimler olduğunu düşünüyorum. Para artık kişisel ilişkilerimizin mahiyetini de muhtevasını da belirliyor. Sadece bunu her durumda yeterinde itiraf etmekte şimdilik zorlanıyoruz. Evlenmek isteyen kadının çalışıp çalışmadığı meselesi bundan otuz kırk yıl öncesine kıyaslanamayacak derecede önemli bir kriter haline gelmiş durumda. Dahası her şeyin müsebbibi hiçbir şeyin faili olmayan siyasetin cevhersiz arazı (Sühely Öğüt’ün Kaynananın Ontolojisi kitabına selam olsun) kaynanaların gözünde çalışıp para kazanan gelin, çalışmayan gelinden daha makbul hale gelmiştir. Üstelik bunu yapan kaynanaların büyük çoğunluğu hayatında ücretli bir işte hiç çalışmamış olanlardır. Kadının emeğinin mahiyetini ve muhtevasını da belirleyen ekonomiye tercüme edilebilirlik oranıdır. Kadın emeği ekonomiye tercüme edilebiliyorsa anlamlı, ekonomiye tercüme edilemiyorsa anlamsızdır. Böyle olmasa emeğini ekonomiye tercüme edemeyen kadına evde oturan “ev hanımı” muamelesi, ekonomiye tercüme edene de “çalışan” kadın denilmezdi. Aynı şekilde en çıkarsız, samimi aile ilişkileri bile ekonomiye tercüme edilebilmektedir. Bir baba evlatları arasında ekonomik durumunun iyiliğine göre hiyerarşi oluşturmakta, ekonomik durumu iyi olan evladına yaptığı muameleyi ve gösterdiği sevgiyi ekonomik durumu ondan aşağıda olan evladına göstermemektedir.

Sağlık meselesi de aslında bir para sorunu. Parayla satın alınamayacak şeylerin azalması meselesinin en temel göstergelerinden birisi sağlık hizmetlerinde görülüyor. Sağlıkta şiddet gibi sorunların altında bile para yatıyor. Öyle olmasa sağlıkta şiddet sorunun çok büyük bir kısmı özel hastanelerde değil de devlet hastanelerinde çıkar mıydı? Bugün insanlar hastalıktan değil parasızlıktan çok daha fazla korkar halde. Zira biliyorlar ki hastalığın çaresi var ama parasızlığın çaresi yok. Parasızlık kanserden bile daha fazla korkulur bir olgu. Zira yeterinde paranız varsa kansere çare bulma ihtimaliniz var ama paranız olmazsa en önemsiz hastalıktan bile ölme tehlikeniz var. Hatta dünya sağlık sektöründe, sağlıkla ilgili yapılan araştırma ve incelemelerin büyük bir kısmı ekonomik durumu üst gelir grubuna ait olan kişilerin sağlıklarıyla ilgilidir. Dünyanın büyük bir kısmını ilgilendiren insanların hastalıklarıyla ilgili araştırma ve inceleme çok sınırlıdır. Zira sağlık sektörü de hangi hastalık ekonomiye ne kadar tercih edilebilir sorusu etrafında çalışmalarını yapmakta, ekonomiye tercüme edilemeyecek hasta ve hastalıklarla ilgilenmemektedir.

Yaşadığım pek çok durumda insanların sosyal sermayelerini, kültürel sermayelerini, simgesel sermayelerini ekonomik sermayeye dönüştürmek maksadıyla araç olarak kullandıklarına bizzat şahit oldum. Mesela kiralık ev ararken yolumuz dünyanın en garip sektörlerinden birisi olan emlakçılara düşmektedir. Emlakçılık sektörü bilenlerin tahmin edebileceği gibi emlakçılık aslında sosyal sermayenin ekonomik sermayeye tahvil edilmesinden ibarettir. Benim şahit olduğum durumlarda ise emlakçıların ekonomik sermaye dışındaki bütün sermayeleri ekonomik sermayeye çevirmek için araç olarak çok rahat kullanmasıydı. Bir emlakçı hem bir partinin il başkan yardımcısı veya parti teşkilatında önemli bir mevki de, hem dini bir dernek veya vakıf yönetiminin içinde, hem de bir hemşeri derneğinin yönetiminde. İçinde olduğu her oluşum onun sermayesi. Sadece bütün sermayeler tek bir sermayenin hizmetine araç olarak kullanılıyor: Ekonomik sermaye. Söz konusu kişi, “ölü evinin ağlayanı, düğün evinin oynayanı” gibi her girdiği ortamda rolünü ekonomik sermayeye tercüme edebilmek gayesiyle başarıyla oynamaktadır. Daha da korkuncu toplumdaki herkesin potansiyel bir emlakçı karakterine içten içe hazırlık yapması ve emlakçı karakterini istemesidir. İnsanların birbiriyle tanışma istediği, çevre, bağlantılar, ilişkiler kurma çabasının altında artık emlakçılık karakteri yatmaktadır.

Çeşitli alanlarda sermayeler oluşturup sonra bunları tek bir sermaye altında, yani ekonomik sermaye altında toplamak, diğer bütün sermayeleri bu sermayenin aracı olarak kullanmak. Bugün insanların büyük çoğunluğunun karakteri ve kaderi emlakçılıkla maluldür. Buna göre bir insana yardım etmek de, iyilik etmek de ekonomik sonuçları göz önünde bulundurularak yapılan bir eylem haline gelme riski altındadır. Ekonominin bu kadar hayatı kuşattığı bir yerde “çıkarsız iyilik” bir saflıkla karışık enayilikle özdeşleme tehdidi altındadır. Hâlbuki Cemil Meriç, “iyilik eden mükâfat bekliyorsa tefecidir” der. Ekonominin bütün hayatı kuşattığı böylesi bir dünyada yaşamak, bütün felaket ve afetlerden daha büyük bir afettir. Hiçbir deprem bundan daha sarsıcı, hiçbir yangın bundan daha can yakıcı, hiçbir hastalık bundan daha öldürücü olamaz.

Sandel’e göre piyasa toplumunun yayılmasıyla birlikte şu iki ahlaki sorun ortaya çıkar. Evvela paranın, fırsatlara erişimi belirlediği bir dünyada, gelir eşitsizliği aynı zamanda yaşam şanslarını da eşitsiz hale getirir. İkinci olarak paranın girdiği yerlerde, o alanın doğasına ait olan anlamlar ve değerler tahrip olur.
Sandel, modern toplumda daha önce piyasa dışı kalan birçok alanın artık fiyatlandırıldığını gösteren çarpıcı örnekler sunar. Mesela okullarda çocuklara kitap okutmak için para verilmesi, hızlı şeritlerde araçların para karşılığı geçiş hakkı elde etmesi, organ, kan veya vatandaşlık satışının serbestleşmesi, hatta mahkûmların cezaevinde daha iyi hücrelerde kalmak için ödeme yapabilmesi. Bu örneklerin ortak noktası, kamusal veya ahlaki bir değeri olan faaliyetlerin parasal değerlere indirgenmesidir. Sandel, bu eğilimin insanlık durumunu ve yurttaşlık erdemlerini tehdit ettiğini savunur. Paranın sadece dağıtımda değil, anlam üretiminde de etkili olduğunu belirtir.

Sonuç olarak bugün bizi bekleyen en büyük tehlike toplumun bir bütün olarak piyasa toplumuna dönüşmesi ve beraberinde insanlar arasındaki bütün etnik, kültürel, coğrafi, dini ayırım gözetmeden aşama aşama, sinsice peşinden sürüklemesidir. İnsanların bir araya gelmesine sebep olan bütün unsurların yerlerinden edilerek, alınıp satılabilir, fiyatı belirlenebilir, pazarlık yapılabilir hale gelmesi, hepimizi öncelikle düşünmesi gereken can yakıcı bir meseledir. Bugün bir ülkenin gelişmişliğini, yalnızca kişi başına düşen gelirle, ihracat rakamlarıyla ya da bilişim altyapısıyla ölçmek, yanıltıcıdır. Asıl ölçüt, o ülkede paranın satın alamayacağı şeylerin oranı olmalıdır. Adaletin, merhametin, sadakatin, bilginin ve inancın ekonomik değeriyle değil, kendi başına taşıdığı anlamla kıymetli sayıldığı toplumlar, insanî bir gelecek inşa edebilirler.

Son söz: “Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor… Bir dinleri olduğu için ahlâka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.”
Amin Maalouf

Not 1: Burası benim için bir gün,
İçimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık..

Not 2: Hüzün ağır gelir yüreğe,
Ama en güzel duayı ettirir.
Cahit Zarifoğlu

Not 3: Eskiden sadece kuşlar soğuktu
Şimdi ise insanlar soğuk
Yürekler soğuk.
Cahit Zarifoğlu

Not 4: Adamlar bir şey daha yapıyor. Sizin tüm kutsallarınızı değersizleştiriyor. İşte Atatürk'ün yanına Kobani adını koyuyor, sizi Türkiyeli yapıyor, size namaz kıldıran Diyanet'teki memurların rüşvet görüntüleri çıkıyor, Türkçü dediğin Kürtçü oluyor, Kürtçü dediğin Türkçü, şeriat isteyenler zaten tam çukur. Takvanız ve imanınız dışında yok. Bunların Türkiyeli oyunlarına gelmeyin imanınıza güvenin.

Not 5: Kaç aç varsa hepsi ben
Kaç hasta varsa hepsi ben
Kaç liman önlerinde dönen
İşsiz hamal hepsi ben

Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Aşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen

Sezai Karakoç

Not 6: İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler

Sezai Karakoç

Not 7: Yağmur duasına çıksaydık dostlar,
Bulutlar yarılır, hava açardı,
Şimdi ne ihtimal, ne de imkân var,
Göğe hükmetmekten kolay ne vardı.

Sezai Karakoç

Not 8: Firavun suyunda boğulmuşken
Dört melek ve Kur'anla
Peygamber soluğuyla
Dirildi Taha

Sezai Karakoç

Not 9: Bilmediğim ve ne yapacağını belli olmayan bir duyguyla hırpalanıyorum boyuna.

Cahit Zarifoğlu

Not 10: Yapılacak tek şey suç ortaklığını reddetmekten ibarettir. “Ben kirlenmeyi reddediyorum. Ben pisliğin bir parçası olmayacağım!” dediğiniz andan itibaren, yapılması gereken şeyin en doğrusunu yapmışsınızdır. Fazlasını yapmanıza lüzum yoktur.

İsmet Özel, İstiklâl Yürüyüşleri

Not 11: Bence din gününde vereceğimiz hesaba dâhil olan bir şey. “Sen o toprakların otu muydun, iti miydin?” diye bize soracaklarını düşünüyorum ben. Bu yaşadığımız toprakların otları ve itleri bir şekilde hareket edebilirler. Ama biz bu toprakların insanlarıyız.

İsmet Özel

Not 12: Türkiye’nin akıbeti konusunda karar almada; Türk olmayan, Türkiye’den, Türkiye’nin mevcudiyetinden nefret eden insanlara yaranmak bahis konusu. Türkiye’nin akıbeti konusunda birileri karar alıyorlar, bu kararı alanlar Türk değil ve Türkiye’nin varlığından nefret ediyorlar.

Not 13: Gelişmiş ülkelerde enflasyon düşüktür. Enflasyon düşük olduğu için bu hocalar yazılarında, “nominal/görünen” ile “reel/gerçek” faiz farkı üzerinde pek durmaz. Ayrıca, faizin finansal ekonomide oynadığı rol (sinyal etkisi) bakımından reel değil, nominal olanı işlevseldir. Zaten reel faiz, dönem bitmeden hesaplanamaz. Dolayısıyla Batı kaynaklı iktisat yazınında “faiz” sözcüğü “nominal faiz” anlamına gelir. Ekonomiyi “merkez bankası penceresinden” izleyen iktisatçılar, yüksek enflasyonun hüküm sürdüğü ülkemizde de faizi nominal olarak anlar. Bazen reel faiz hesabı içeren yazılar yazılsa da bunlar ev ödevi mahiyetindedir. İşin ilginç yanı bütçe analizi yapılırken kullanılan faiz harcamaları da nominal faizdir. Kimse, reel faizle bütçe açığı hesaplamaz. Halbuki, benim kaba hesaplarıma göre bütçemiz, çoğu yıllar reel olarak çok düşük oranda açık hatta fazla vermektedir. Bu gerçek hesaba katılmadan Türkiye ekonomisinin işleyişi veya “niçin hâlâ batmadığı” anlaşılmaz. 15 yıl kadar önce dönemin Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı’ya “reel faizle bütçe açığı” hesaplatmasını önermiştim. O da cevaben “Buna operatif açık/fazla deniyor” diyerek beni başından savmıştı.

Not 14: HER 5 LİRANIN 1’İ FAİZE GİTMİYOR

Önümde bir bütçe analiz yazısı duruyor. Bir bölümünü aktarıyorum: “2025’in ilk altı ayında bütçe açığı 980 milyar TL’ye ulaştı. Açığın (harcamaların olacak) en büyük kalemi faiz ödemeleri. Haziran ayında sadece 30 günde 276 milyar TL faiz ödemesi yapıldı. Bu rakam toplam harcamaların %22’sine karşılık geliyor. Bu yılın ilk yarısında faiz giderleri 1.1 trilyon TL’yi aştı.” Enflasyon ortamında her gelir veya gider kalemi ertesi yıl nominal olarak artar. Ama önemli olan bunun (mesela faizin) reel olarak artıp artmadığıdır. Yıllardır bütçede yer alan “faiz giderleri” rakamı enflasyon düzeltmesine tabi tutulursa “faiz gelirine” dönüşür diyorum. Bunun cebirsel sonucu olarak da bütçe açığı çok küçülür. Sorunun burada olmadığı anlaşılır.

Not 15: ALANA GELİR OLMAYAN, VERENE GİDER OLMAZ

Devlet, kendisine ödünç para verenlere 6 ayda 1.1 trilyon TL reel faiz ödedi diyenler, devlet tahviline, para fonlarına veya mevduata para yatıranların anaparaları bu kadar fazlalaşmıştır demiş oluyor. Halbuki muhtemelen aynı kişiler, bir başka makalede tasarrufçunun yüksek nominal faize rağmen reel faiz geliri elde edemediğini yazıyor. Doğru söylüyorlar. Çünkü (stopaj sonrası) net faiz gelirinin yatırıma oranı, enflasyonun altında kalmıştır. Hele hele enflasyon düzeltmesi TÜİK değil de ENAG’a göre yapılırsa, devletin iç borçlanma yoluyla halktan ne kadar büyük “enflasyon vergisi” topladığı daha iyi anlaşılır. Halkın faiz geliri reel değilse, devletin faiz gideri reel olur mu? Son bir nokta. Tasarruf sahipleri net reel faiz geliri elde edememişse, kredi kullanan firmalar da (çok muhtemel) vergi sonrası hiç reel faiz ödememiştir.

Not 16: “Hayat böyledir” dedi yanındakine, “sen kendi hikayeni yaşadığını zannedersin, o sırada o kendi hikayesini yazar!”

Biraz Turgut Uyar iyi gider şimdi burada: “Çünkü yaşamak gibi bir şeydi yaptığı / Anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü / Akşamın dinginliğini otluyordu o zaman / Her sabah denize çıkar, bir elma yerdi / Hüznünü ve çılgınlığını elmanın / Gözünü yumsan ağzında duyarsın.”

Not 17: Bazen, herhangi bir anda, içiniz görünürde bir sebep olmadan acır; ömrünüzü çok daha güzel kılacak bir şeyden mahrum halde yaşadığınızı hisseder ama onun ne olduğunu bilemezsiniz. Hiç yerinizden kıpırdayamadığınız ama içinizi de hiç içinize sığdıramadığınız vakitler vardır ve bu ikilem sizi ölesiye yorar. Bazen bir rüya görürsünüz, o sizi görmez. Tam kim olduğunuzu bildiğinize dair keskin bir kanaate ulaştığınızda, içinize daha önce hiç görmediğiniz bir şüphe düşer. Sizin için olduğuna kendinizi çok inandırdığınız bir yağmur, sizin umut kestiğiniz anda gider, dağların ardındaki bir başka yere yağar. Unutmasam diye üstüne titrediğiniz şeyler, bazen ne yapar eder kendini unutturur. Siz para verip bir salona girer, gözlerinizi perdeden ayırmazsınız ama o anda asıl film içinizden gelir geçer. Öylesine yürürken yere düşürülmüş bir kelime bulursunuz ve kime ait olduğunu bilmediğiniz o kelime aslında sizin eksik parçanızdır. Bütün kırgınlar gibi bir şey olmasını ve içinizdeki tahribatı gidermesini beklersiniz ama hayat için o konu çoktan kapanmıştır.

Not 18: Bastığınız bir ceket askıdan kurtulur ve düşer ya bazen, işte her şey biraz böyledir. Her yeri donatabileceğinizi sandığınız bir duygu, günün sonunda elinizde kalır, solgun, kırık. Her şeyi anlatabileceğinizi sanarak girersiniz söze, sonra siz onları çağırdıkça kelimeler kaçar olur zihninizden. Güzel bir hayal kurarsınız ama o sizi kurmaz. Bazen bir şey olur, içinize bir şey çöker, yarısına kadar geldiğiniz bir cümlenin devamı anlamsız hale gelir. Bazen içiniz çok sıkılır ve bu kaçacak bir yeriniz olmadığı anlamına gelir. Hiç bilmediğiniz bir şarkı, hiç bilmediğiniz duyguları peşi sıra sürükleyerek yanınızdan gelir geçer.

Not 19: Hayata dair her şey ruhumuzun en ücrasında bile basbas bağırıyor.
Kaçmak mümkün değil yaşama dair hiçbir şeyden.
En azından bizim gibiler adına.
Yaşamak kaderimiz.
Hayatı hayat gibi klavyene sağlık.
O elmanın tadı dilimizdeki tat tomurcuklarında Raks ediyor.

SON DAKİKA HABERLERİ

Sivri Dil Diğer Yazıları