Kul hakkı yiyenler cehenneminize odununuzla gidiyorsunuz.
“Allah Resulü Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem bir gün ashabına: “–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye...
“Allah Resulü Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem bir gün ashabına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
Bu anlatıdan çıkarılacak ders öz olarak “Kul hakkı yemenin Allah katında affedilmez bir günah olduğu ve kul hakkı yiyenin mahşer günü öyle ya da böyle yaptığı sevapların silineceği ve cehennemi boylayacağı” hususudur.
Kul hakkı yiyenler, kamu malına çökenler, hak etmedikleri makamlara oturarak maddi manevi kazanç elde edenler, eşini, dostunu, evladını ehliyet liyakat gözetmeden ısmarlama ilanlarla veya önceden kılıfına uydurulmuş CV’lerle kadro verip milletin nitelikli düzgün gariban evlatlarının işini ellerinden alan otorite sahipleri idareciler böyle davranmaya devam edin. Cehenneminize odununuzla gidiyorsunuz.
Zaman nedir?:
İnsanı diğer bütün canlılardan ayıran temel özelliği, zamanın bilincinde olmasıdır.
İnsanın dışındaki her canlı yaşar ve hareket eder ancak zamanda ilerlediğini bilmez. Sadece insan, zamanı, varlıktaki hareketin süreci olarak ya da hareketi zamanda kavrar. Bu sayede insan sadece şimdiki zamandaki etkinliğine bilinçlice yön vermez, aynı zamanda gelecek zamanı, şimdiki zamanda inşa eder. Bunu iki türlü yapar: Tahayyülde ve geleceğe dönük enerji yatırımı yaparak. Örneğin, tohuma su veririz çünkü ondan ürün alacağımızı biliriz.
Ölüm bilinciyle birlikte insan, zaman fenomenini üçlü kategoride (geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman) kavramıştır.
Geçmişe hiçbir şekilde müdahale edemiyoruz fakat, geçmişi, zihinsel açıdan düşünerek hem şimdiki zamana hem de geleceğe müdahale edebiliyoruz.
Felsefi anlamda zaman, “maddenin ve hareketin oluşum sürecidir.” Çünkü zamanın dışında herhangi bir hareket ve oluşum mümkün değildir.
Zamanı ilk kez mitolojik söylencelerle ifade etmeyi öğrendik. Bu sayede geçmişi hem günümüze hem de geleceği bağladık. Mitolojiyle birlikte zihnimizde zamanın bir hedefinin olduğunu tasavvur ettik. Zaman bir yerden gelip bir hedefe doğru ilerlemektedir.
Bu sayede zaman, insanın anlam arayışını da tetiklemiştir. Zaman, sadece varlık göstereceğimiz süre değil, aynı zamanda ömrümüzün tükendiği ve sona doğru ilerlediğini gösteren süredir de.
Zaman kavramı olmasaydı, anlam arayışı da olmayacaktı, çünkü zaman insan açısından her zaman sonluluğu hatırlatır. Sonsuzlukta anlam arayışı, anlamsızlaşır. Sonlu süreçte anlam arayışı, anlamlı hale gelir. Anlam, insanın hayatını bilinçle düzenlemesidir.
Mitolojilerde zamanın efendisi tanrılardır.
Bu yüzden Güneş ve Ay, tanrısallaştırılmıştır. Aydınlanmış insan açısındansa zamanın sahibi, insanın bizzat kendisidir.
Aydınlanmış insan, sadece aklına hükmetmez, aynı zamanda zamana da hükmetmiş olur.
Bu yüzden okuruz, düşünürüz, yaratırız ve hayatımızı anlamlı hale getirmiş oluruz...
Hakikate uzaklık:
“İnsanlar nefisleri söz konusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler.” – Akira Kurosawa
“Yalan bir yılan gibi çatlaklardan içeri sızar.” – Stefan Zweig
İnsan, kendine dair en derin hakikati söylemekten ürker. Bu ürkü, sadece bir korkudan değil, aynı zamanda bir alışkanlıktan, bir terbiyeden, belki de bir savunma refleksinden doğar. İnsan, yeryüzüne düştüğü andan itibaren kendini koruma, aklanma, yüceltilme ve beğenilme arzularının ördüğü karmaşık bir ağın içine doğar. Akira Kurosawa’nın da belirttiği gibi, “ben-perestlik” insanın adeta doğuştan taşıdığı bir lekedir. Bu leke, zamanla karaktere dönüşür ve insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi çarpıtır. Çünkü insan, kendine bakarken yalnızca görmez; gördüğünü biçimlendirir, uydurur, eğer gerekirse yeniden yaratır.
Bu noktada “öz” dediğimiz şeyin, yani insanın içsel hakikatinin, çoklukla aldatılmaya açık bir şey olduğunu söylemek gerekir. Kendine yalan söyleyen bir varlık, başkasına doğruluk borcu hisseder mi? Veya başka bir biçimde sorarsak: Başkasına karşı dürüst olan, bu dürüstlüğü gerçekten ilke olarak mı benimsemiştir, yoksa bir sosyal strateji olarak mı kullanıyordur?
Stefan Zweig, insan ruhunun en karmaşık patikalarında gezinmeyi bilen bir yazardı. Onun da belirttiği gibi, yalan sadece bir dış etki değil; insanın iç dünyasında da kök salan, kimi zaman bilinçsizce büyüyen bir varlıktır. Tıpkı yılanın taşların altına gizlenmesi gibi, yalan da çoğu kez büyük hakikat söylemleriyle, kahramanca itiraflarla maskelenir. İnsanın kendine ait olanla yüzleşmekten kaçınma refleksi, en cesur görünen anlatıların altında bile bir saptırmanın izini bırakır.
İnsan niçin yalan söyler? Sadece aldatmak için mi? Yoksa kendini korumak, varlığını devam ettirmek, sosyal onayı elde etmek ya da kendi gözünde değerini yitirmemek için mi? Yalan, sadece dışarıya söylenmez. Belki de en tehlikelisi, insanın kendi kendine söylediği yalandır. Kierkegaard, “kendi olmak istememek” halinden söz ederken, işte bu türden bir öz-aldatmayı kasteder. Kendi olmak istememek, başka biriymiş gibi davranmak, hatta çoğu zaman başka birini taklit etmek demektir. Modern insanın tragedyası burada başlar: Gerçekliğe değil, temsile tutunmakta, hakikate değil, imaja inanmakta bulur kurtuluşu.
Not 1: Affedin beni daldığım oluyorsa eğer.
Neyleyim, gönlümce değil olup bitenler..
Not 2: “Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle...”
(Yahya Kemal)
Not 3: Zamanımızın en gözde meşguliyetlerinden biri de toplantılar. Gün geçmiyor ki bir akademisyen, bir bürokrat, bir yönetici ya da bir STK temsilcisi sosyal medya hesabında “toplantıdan toplantıya koşmaktan” dert yanmasın ya da bununla gizli bir gururla övünmesin. Hatta “toplantılar arasında geçen zamanlar” neredeyse hayatın kendisinin bir tür tali süreci gibi görülüyor artık. Sanki asıl gerçeklik, Power Point’lerin gölgesinde yaşanıyor. Sanki bir insan ne kadar çok toplantıya katılırsa o kadar çok çalışıyor, o kadar çok işe yarıyor gibi.
Açık konuşayım, benim bu kadar çok toplantının yapıldığı ama bu kadar az işin üretildiği başka bir dönem hatırladığım pek yok. Belki bu da “toplantılar çağında yaşamak” gibi ironik bir durumun sosyolojik karşılığıdır. Çünkü artık bazı kurumlar, toplantılar sayesinde varlıklarını sürdürüyor gibi. Eğer her hafta düzenli olarak “kurumsal gelişim değerlendirme toplantısı”, “iç kontrol izleme ve değerlendirme toplantısı”, “stratejik hedef gözden geçirme toplantısı” yapmazsanız kurumunuzun faaliyet raporu boş kalacak diye endişe edebilirsiniz. Zira içerik üretmenin yerini toplantı tertip etmek almış durumda.
Toplantı sosyolojisi diye bir şey varsa -ve artık varsa, yazma vakti geldi demektir- bunun temel kavramı “temsili emek”tir. Gerçek üretimle, anlamlı katkıyla, özgün fikirle ya da bilimsel birikimle değil; o üretimlerin sahnelenişiyle ilgilidir bu yeni dönem. Toplantılar tam da bu nedenle “çalışıyormuş gibi görünmenin” en kurumsal, en risksiz yoludur.
Bir toplantıya katılmak için gerekli olan tek şey vaktinizi vermenizdir; fikrinizi vermeniz bile çoğu zaman beklenmez. Hele konuşmanız zaten çoğunlukla istenmez. Konuşacakların listesi önceden bellidir çünkü. Bir başkan, birkaç müdür, birkaç övgü, birkaç “alınan karar”, sonra toplantı biter. Amaç hiçbir zaman meseleyi çözmek değildir. Amaç, meseleyi konuşarak zamana yaymak, çözüyormuş gibi yapmak, muhataplara meşguliyet mesajı vermektir.
Toplantıların neden bu kadar sevildiğini artık yavaş yavaş anlıyorum. Çünkü toplantılar, hiçbir gerçek üretim baskısı olmadan meşgul görünmenin en konforlu yoludur. Asıl işlerini yapmak istemeyen insanlar için toplantılar bir tür “mesleki kaçış alanı”dır. Ne kadar çok toplantıya girerseniz, o kadar az makale yazmanız, o kadar az proje üretmeniz, o kadar az öğrenciyle vakit geçirmeniz normalleşir. Akademideki bir yöneticinin tek bir ders vermeden, tek bir makale yazmadan, tez danışmanlığı yapmadan yıllarını “toplantıdan toplantıya” geçirebilmesi tam da bu nedenledir. Bir tür statü illüzyonudur bu.
Kurum içi maillerin en sık kullandığı kelimeler artık “katılım”, “onay”, “hazırlık”, “gündem”, “sunum”, “koordinasyon” gibi kelimelerdir. Dikkat edin, bunların hiçbirinde doğrudan bir üretim çağrısı yoktur. Tam tersine, üretimi erteleyen, bürokratikleştiren, dağıtan bir yapıya sahiptirler. Modern bürokrasi böylece içeriği değil, süreçleri kutsar. Her şey bir “süreç”tir; karar almak bile başlı başına bir toplantının konusudur artık.
Bir akademisyenin takvimi doludur. Ama bu doluluğun içeriği çoktan boşalmıştır. Bir insanın haftada beş komisyon toplantısına, üç panel oturumuna, iki disiplin kurulu görüşmesine, bir akademik kurul öncesi istişare toplantısına katılıp hâlâ düşünsel üretim yapabilmesi mümkün mü? Dahası, böyle bir rutinde o insan hâlâ kendini akademisyen olarak tanımlıyorsa, bu tanımın içeriğini yeniden düşünmenin zamanı gelmiş olabilir.
Not 4: Şunu kabul edelim: Her gün onlarca toplantıya giren bir üniversite yöneticisinin, bir bürokratın, bir danışmanın yaptığı işin büyük kısmı temsilidir. Yani bir yaparmış gibi yapma sanatı. Ama bu sanat artık toplumun genel yaşam biçimi haline geldiyse, burada durup düşünmemiz gerekir.
Belki de yeniden üretimi, yeniden düşünmeyi, yeniden öğrenmeyi mümkün kılan asıl şey “boşluk”tur. Takviminizdeki boşluklar sizin düşünme alanlarınızdır. O boşluklar sizi insan yapan, sizi canlı tutan, sizi kendinize döndüren vakitlerdir. Çünkü bazen en anlamlı işler, hiçbir toplantıya girmediğiniz o sessiz saatlerde olur.
Not 5: Hukukun olmadığı yerde yön tayin edilemez; ahlâkın bulunmadığı yerde ise yön anlamını kaybeder. Bu yüzden insanî ilişkilerde istikamet, hem maddî bir zemin olan hukukla hem de manevî bir esas olan ahlâkla birlikte mümkündür. Hukuk, karşılıklı bir adalet zemini kurarken; ahlâk, karşılıksız bir hayır ilkesine dayanır. Hukuk, davranışı şekillendirir; ahlâk ise niyeti arıtır. Biri dışı, diğeri içi inşa eder.
Ancak modern zamanlarda, iç ile dış arasındaki bağ kopmuş, fıkıh ile ahlâk birbirinden ayrılmıştır. Böylece kişi, dış dünyada yasal, ama iç dünyasında istikametsiz hâle gelmiştir. Bu kopuş, bireyin ön-görebilir bir hayat kurmasını imkânsızlaştırmış, insanı kendisine bile yabancı kılmıştır. Hâlbuki insan, yalnızca başkalarıyla değil, kendisiyle de hukukî ve ahlâkî bir ilişki içinde yaşar. Kendisini inkâr edenin, başkasına hakkı nasıl teslim edeceği sual bile edilmez. O yüzden, bireyin kendisiyle kurduğu ilişki bile, bir hak ve erdem zemininde şekillenmelidir.
Devlet, bu çerçevede yalnızca bir yönetim aygıtı değil, istikamet veren bir akıl, sınır çizen bir hukuk ve terbiye eden bir ahlâk ile varlık kazanır. Devlet, yön verirken yönelir; hukuk koyarken sınır tanır; siyaset yürütürken ahlâkla sınanır. Aksi hâlde devlet, bir yön değil, bir döngü hâline gelir. Yönetim, yönü olmayan bir çark gibi kendi içinde döner durur. Oysa siyaset, dönmek değil, ilerlemek içindir; yönsüz değil, istikametlidir.
Bir topluluk içinde öngörülebilirlik, yalnızca düzenin değil, güvenin de kaynağıdır. Güven, istikametin sonucudur; tıpkı korkunun da yönsüzlüğün sonucu olduğu gibi. Bu yüzden insanlar, sadece adaletsizlikten değil, öngörememekten de kaçar. Savaşlardan, tiranlıklardan, depremden, kıtlıktan kaçan insanları bir araya getiren ortak duygunun adı "belirsizlik korkusu"dur. Bu korkunun telafisi ancak öngörülebilir bir hayatla, yani hukukî ve ahlâkî bir düzenle mümkündür.
Bunun için, siyaset, yalnızca güç dağıtımı değil, yön tayinidir. O yüzden yöneticilik, teknik bir meziyet değil, ahlâkî bir ehliyet meselesidir. Gücün ahlâkla temellendirilmediği yerde, adalet değil tahakküm doğar. İslâm siyaset düşüncesinde fıkıh, yönetimin dış sınırlarını, ahlâk ise iç derinliğini belirler. Fıkıhsız bir yönetim keyfîleşir; ahlâksız bir yönetim canavarlaşır. O yüzden, yönetenin gücünden önce, yöneliminin istikametini sormalıyız.
Not 6: İstikamet üzere olmayanın ilmi, kendine dahi hayır getirmez.
Not 7: Sabahın erken saatleri...
Artık emekli çiftlerden başka kimsenin oturmadığı, torunların iki günlüğüne bileuğramadığı, begonvillerin susuzluktankuruduğu, betonun çatlayıp dökülmeye başladığı yazlık sitelerin önünden geçiyorum.
Atletli, şortlu ve gözleri hâlâ uykulu bakkal, kola kasalarını dışarıya taşıyor.
Her tavrından belli oluyor; dükkânı devredecek birini bulsa rahatlayacak ve belki buralardan çekip gidecek...
İhtiyar taraçalar, plastik sandalyeler, bir parça beyaz peynir ve karpuzdan ibaretminik kahvaltı masaları...
Adımlarımı hızlandırıyorum.
Çünkü içimi iyiden iyiye hüzün kaplıyor.
Ağır ağır kaybolan bir dünya...
Kesinkes sınıfsal ve sosyal bir yenilgi...
Not 8: Bir zamanlar sorar dururdum...
Bu ülkede yaz mevsiminin bir "yurdu" var mıdır, orası neresidir, yazlıklar mıdır mesela?
İnsanı tatlı bir uyuşukluğa çağıran yaz mevsimiyle bu mütevazı yazlıklardaki bitmez tükenmez telaş birbiriyle nasıl çatışırdı...
Şimdi hepsinde belirgin bir hayat yorgunluğu...
Öğlene doğru denize kadar yürümek bile zor iş; git şilteni ser, denize gir, sonra toparlan, dönüş yolunda kavuncunun kamyonetini durdur...
Kadınlar hiç değilse akşamları kordon boyuna çıkıyorlar, çekirdek çitleyip dedikodu yaparak oyalanıyorlar.
Erkekler tatsız, cansız...
Not 9; Akşamlar serinleşti...
Sabahlar rüzgârlı...
Yazın sonu şimdiden göründü bile...
Eskiden bunu aklımdan geçirmek bile beni fena yapardı, bıraktım bu hâlleri...
Artık "gelip geçmeyi" seviyorum...
Ha, bir de yazlık kasabalarda kahve yanında minik bir kâğıtta fal getiren kafeleri seviyorum...
Özdemir Asaf'ın "Fal" şiirini bilir misiniz?
Son bölümü şöyledir:
"Kimi aradığını yitirir aradıkça / Kimi de arayandır, aranan onu bulur."
Not 10: Yeni bir söz söylesem neye yarar ki,
Söyleyemediklerim ince bir sızı..
Not 11: Ve kafanızın içi cenaze.
Not 12: Kavuşmalarımız topal,
Ayrılıklarımız koşar adım.
Not 13: Her zalim iktidar, en sonunda kendi koyduğu yasakların, zulmün ve sefahatinin altında kalarak yıkılır...
ibn Haldun da bunu şu sözlerle teyit eder:
“Bedeviler ve göçebe kavimler, gelişmek (uygarlık atılımına girişmek) için fetihlere girişerek ganimet edinir, sonra oturmuş bir düzen kurarak haraç ve vergi toplarlar. Sonra da ticaretin gelişimini güvenceye almak için kentler kurar ve yükselişe geçerler. Bu süreçte yeni bir uygarlığın temeli olan yeni bir kültür de yaratmış olurlar. Fakat sonra onlar sefahat içinde yaşayarak maddi imkânların sınırlarına ulaşırlar. Bu süreçte toplumun seçkinlerinde (yönetici sınıf), bir yozlaşma ve çürüme baş gösterir; dünya nimetlerine dalmış olanlarda yorgunluk ve boş vermişlik belirtileri başlar ve sonra da toplum bütünüyle çöküşe geçer…”
Not 14: Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Not 15: Şair, ellerini açıp şöyle etmiş duayı: “Sararuben solup döndüm hazâna / İlâhî hazânımı daldan ayırma / Seni sevmek benim dînim îmânım / İlâhî dîni îmândan ayırma”
Not 16: Baktığınız her ufkun öte yanına hasret;
Bir ömür sürüyoruz;
Nereye varsak hicret!
Not 17: Korkacaksan, ikinci adamlardan kork, yani kraldan çok kralcı olanlardan!
Krallar iktidarı kendi adlarına kullanırlar. Bunlarsa kral adına.
Tedavisi olmayan bir hastalıktır bu!
Not 18; John Berger’ın çok sevdiğim bir sözü var, “Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey isimsiz kalır,” der. Edebiyat bize bunun için lazımdır. Dilsiz ve kelimesiz kalan şeylere bir isim verebilmek için. Anlamak için.
Not 19: Hayatın her dakikasını bir etkinlikte doldurmak istediğimizde, varoluş amacımızı unutuyoruz. Saatlerin zamanı, duyguların zamanını boyunduruk altına alıyor. Rüzgârda bir yaprak gibi yaşanan zamanın peşinde sürükleniyor, kendi içsel ritimlerimizin zamanına yabancılaşıyoruz. Oysa ruhsal kuvvetin bir ölçüsü de hayatımızın hızını tayin edebilmektir. Durup kendimize ve âleme bakmamız gerek, şeylerin kozmik düzeninde hayatımızı nereye yerleştiriyoruz? Yaşadığımız hayat bizi nereye götürüyor ve ‘başarı basamakları’nı tırmanırken neyi yere düşürüyor, neyi değersizleştiriyoruz?
Not 20: Ben sık sık iyileşirim
Çünkü beni boğan sarmaşığı evlat edindim
Not 21: 'Bizim başımıza gelmedi' diye düşündüğümüz her seferinde, şu kelimeyi ilave etmeyi unutmayalım: 'Henüz.'
Bizim başımıza henüz gelmedi.
Kötülüğün pervasızca can aldığı, psikopatların gözlerimizin içine bakarak çocuk katlettiği bir zamanda kimse yarından emin olamaz.
Not 22: İnsanlık tarihi boyunca sessizlik, bilgelik ile korkaklık arasında gidip gelen bir salıncak gibi oldu. Şimdi bugün biz o salıncağın tam ortasında sallanıyoruz: Hangi sessizliği yaşıyoruz?
Sokrates’in sessizliği, insanı hakikate götüren bir yoldu. Rivayet odur ki öğrencileri soruları karşısında öyle bir boşluğa düşerdi ki konuşacak kelime bulamaz, sükût etmek zorunda kalırdı. İşte o sessizlik, düşüncenin en dürüst ânıydı. Yine Zerdüşt dağa çekildiğinde sessizliği bir kaçış değil, yeni bir dilin inşasıydı.
Tasavvufta “sus ki kalbin konuşsun” sözüyle karşılık buldu sessizlik. Çünkü kalp, çoğu zaman dilden daha gür konuşur. İmam Gazali’nin “kalbin saflaşması, ancak gereksiz sözlerin azalmasıyla mümkündür. Bu sessizlik, insanı hakikate yaklaştırır.” sözündeki bilgelik budur.
Not 23: İslam tarihi, bu gerçeği bize tekrar tekrar hatırlatır. Hz. Musa, Firavun’un karşısına çıkarak “Beni İsrail’i serbest bırak” demeseydi, İsrailoğulları köleliğe zincirlenmeye devam edecekti. Ashab-ı Kehf, zalim bir iktidarın dayattığı inanca boyun eğmeyip mağaraya çekildi. Onların sessizliği korkudan değil, imanlarını koruma iradesindendi. Hz. Hüseyin, Kerbelâ’da Yezid’in zulmüne karşı “aman fitne çıkmasın” diyerek susmayı seçseydi, zulüm İslam’ın adıyla meşrulaşacaktı. Onun şehadeti bize gösterdi ki, bazen hakikat için konuşmanın bedeli candır, ancak susmanın bedeli ümmetin çürümesidir.
Not 24: Kur’an defalarca zulme karşı tavır almayı emreder: “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur” (Hûd, 113). Zulmü normalleştiren şey sadece zalimin gücü değildir; seyircilerin sessizliğidir.
Not 25; Günümüzde hangi ülkenin yurttaşı cep telefonundan, televizyon dizilerinden, videolardan kafasını kaldırıp yukarıya baktığında, bir zamanlar kendisine ait zannettiği Devlet’i tanıyabilir? Bildiğimiz Devlet temel işlevlerini kaybederek sönümlenmeye, onu ele geçiren sınıf her türlü zihinsel üretim aracını kontrol etmeye başladı.
Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels şöyle demişlerdi: “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur … Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.” Günümüzdeki fark, hâkim sınıfın maddi üretim araçlarının yanı sıra Devlet’i de elinde bulunduruyor olmasıdır. Onu artık bir “aygıt” olarak kullanmıyor, kendisi Devlet olmuş.
Teknolojik ilerlemeyi arabasına koşmuş dört nala sürerek yıldızları fethetmeye, insanların genetiğiyle oynamaya, robotlardan oluşmuş ordular kurmaya, insansız ve ışıksız fabrikalarla insan emeğini üretim sürecinden dışlamaya, mekânsal olarak böldüğü proletaryayı bir özne olmaktan tamamen çıkarmaya hazırlanan bu Devlet, gelişmenin belirli bir evresinde hiç kuşkusuz yoksullaştırdığı/işsizleştirdiği, malına mülküne, toprağına ağacına kuşuna el koyduğu milyarlarca insanın öfkesiyle yüz yüze gelecek.
Peki, çözüm ne? Çözüm, bütün dünyada Devlet’i tek bir sınıfın elinden kurtararak onu bütün halkın devleti olarak yeniden inşa etmek, onun temel işlevlerini geri almaktır. Bu da ancak “yurttaşlık” kavramını savunmakla, etnik-dinsel-cinsel vs hakların yerine Yurttaş Hakları’nı, Toplum Sözleşmesi düşüncesini, ulus-devlet anlayışını getirmekle mümkün olabilir.
Not 26: Bugüne kadar etkileri en uzun süren iki büyük devrim oldu: Fransız Devrimi (1789) ve Ekim Devrimi (1917). Tarihçi Eric Hobsbawm, 1991’den (reel sosyalist sistemlerin çöktüğü tarih) çok önce bugüne ışık tutan bir öngörüde bulunarak, Ekim Devrimi’yle başlayan sürecin, ölçeği ve yarattığı etkilerin sürekliliği bakımından Fransız Devrimi’ne kıyasla “cüce” kaldığını söylemiştir.
Günüzde gelişmiş ülkelerden en zayıf ülkelere kadar her yerde sokağa çıkan insanların özgürlük, eşitlik, kardeşlik (laiklik), anayasal güvence, sosyal refah talep etmeleri bu öngörüyü doğrulamaktır. İnsanlar bu taleplerin ancak halkın meclisi (Konvansiyon), Toplum Sözleşmesi ve halkın devletiyle gerçekleşebileceğini anlayacaklardır.
Günümüzde parlamentolara, siyasî partilere, medyaya, genel seçim gösterilerine olan güven azalmaktadır. İnsanlar giderek nasıl yönetildiklerini anlayacaklar, buna razı olmayacaklar ve ortak taleplerde birleşeceklerdir. Siyasî yelpazenin solunu, sağını, ortasını yeniden tanımlayacak olan da bu mücadeledir. Bu mücadele geçmiş fikirlerden çıkmayacak, yeni fikirler bu mücadeleden çıkacaktır.
İleriki evrelerde iyice zıvanadan çıkacağı anlaşılan mevcut dünya sisteminin bütün ülkelerin halklarında yurttaşlık temelinde genel ayaklanma fikrine yol açmaması neredeyse imkânsızdır. Bunu bildikleri için ulus-devlet ve yurttaşlık fikrini yok etmeye, etnik-dinsel-cinsel haklar kavramını icat ederek toplu mücadele imkânını köreltmeye çalıştılar.
Not 27: ‘Nezaket kar gibidir’ diyor Halil Cibran, ‘örttüğü her şeyi güzelleştirir’.
İnceliği, nezaketin görkemini üzerinde taşıyan insanlar var, size sadece var olmanızla bile sıra dışı bir şey yapıyor olduğunuz hissini verirler. Adeta içinizdeki güzelliği çekip çıkarır ve yüzünüze tutarlar. İyilik erleri. Onlar bu çağın soyluları, 'çiçek dirilticileri'dir. Olur da elimizi tutarlarsa, bu nazik insanların elini bırakmayalım.
Not 28; Matematik söyler;
3 nesil her nesil 30 yıl dönüşüm 100 yıl eder.
Bugün yaşayan hiç kimse iyileşmeyi göremeyecek
Not 29; Anahtarını yokladı organlarını
yoklar gibi, ferahladı içi. Geçerlerken
dikenli bir çitten dedi ki ona:
Hatırla oğlum! Burada çarmıha gerdi İngilizler
babanı bir kaktüs dikeni üzerinde iki gece
ama tek bir kelime etmedi. Büyüyeceksin oğlum
ve anlatacaksın onların tüfeklerini miras alanlara
kanın demir üzerindeki hikâyesini...”
(Mahmud Derviş/Atı Neden Yalnız Bıraktın
Arapçadan çeviren: Mehmet Hakkı Suçin)
Not 30: “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bu hakikatleri ancak gerçek akıl sahipleri anlar, üzerinde düşünüp ibret alır.” (Bakara, 269)
Not 31: “Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle...”
(Yahya Kemal)
Not 32: İnsan yaş aldıkça bir şeyleri sebepli sebepsiz özlüyor; belli bir zamanda değil, herhangi bir anda, bazen yavaş yavaş, bazen birdenbire. Çünkü özlenebilecek kadar bir yekün biriktiriyorsun yeterince şanslıysan. Ve hayat aldığı hiçbir şeyi geri vermiyor. Kafan azıcık çalışıyor ve birazcık hafızan iyiyse her şeyi bir başkası ile kıyaslıyor. Mutsuz oluyorsun.
Yeni zamanlara, yeni zamanların getirdiği yeni yaşama hallerine hiç ısınamadığım için ben hep geçmişte, özellikle de çocukluk yıllarımda dolaşıp duruyorum. Şimdilerde geçmişe özlem duymak pek muteber bir şey olarak görülmüyor, malum! Hatta içinde ‘nostalji’ kelimesinin geçtiği ifadelerle neredeyse aşağılanıyor geçmişe özlem duyanlar. Ziyanı yok, isteyen istediği gibi düşünsün. Ben her şeyin içinde daha fazla can taşıdığına inandığım o eski günleri içimde yaşatmaya, özlemle hatırlamaya ve hayırla yâd etmeye devam edeceğim.
Ben yumuşak tuşlarına basacağım hayatın
sen çatıyı kur.
Sırları soracağım ben,
sen hayatın anlamını ara.
Yazın yönünü değiştireceğim ben
sen yolculuğa çık.
Ben arka bahçeyi özleyeceğim
sen inat et…
diyor ‘Arka Bahçe’ şiirinde Birhan Keskin.
Not 33: Ray Bradbury, ‘Fahrenheit 451’ isimli meşhur kitabında, insanların geride bıraktıkları kişisel izlerin nasıl da kendileri gibi biricik olduğuna, nasıl da onların gelip geçmiş hikayelerini yaşattığına işaret ediyor: “Rahmetli Anam. ‘Herkes öldüğü zaman geride bir şey bırakmalı,’ derdi. Bir çocuk, bir kitap, bir resim, bir ev, yapmış olduğu bir duvar ya da bir çift ayakkabı. Ya da ekili bir bahçe. Ellerinin bir şekilde dokunduğu ve ruhunun öldüğü zaman gidebileceği bir şey, öyle ki insanlar senin diktiğin ağaç ya da çiçeğe baktığı zaman seni orada görebilsinler. Ne yaptığın önemli değil, derdi, yeter ki sen ellerini onun üstünden çektiğin zaman, ona dokunduğun zamanki halini değiştiren bir şey yapmış olasın.”
Not 34: Şöyle bir hayatımıza baktığımızda her birimiz gerçekte birer kürek mahkûmuymuş gibi hissetmiyor muyuz? Ben öyle hissediyorum. Benim gibi hissedenlere selam olsun.
Not 35: Bir insan görüşlerini değiştirebilir.
Bir insan inancını da değiştirebilir.
Bir insan yaşam tarzını da değiştirebilir.
Bunlar gayet doğaldır ve kınanması gerekmez.
Fakat, bir insan görüşlerini, inancını veya yaşam tarzını makam elde etmek, servet edinmek veya çıkar sağlamak için değiştiriyorsa, o insan sadece toplum olmanın birinci ilkesi olan karşılıklı güveni çiğnemiyor, aynı zamanda ahlaksızlığı da olağan hale getirmiş oluyor.
Bunlar lanetlenmesi gereken hokkabazlardır.
Şu günlerde ortalık bunlardan geçilmiyor...
Not 36: Sonradan görme görgüsüzler neden altın varak hastasıdır.
İnsani değerinde bir eksiklik hisseden insanlar, eksikliğini kapatmak için altın varakla kaplanmış eşya ve mobilyalara heves ederler.
Bu sayede insani eksikliğini kapattıklarını sanırlar.
Thomas More, ünlü Ütopya (1516) adlı eserinde, altın rengine olan hevesin küçüklük kompleksinden kaynaklandığını söyler.
Bu yüzden Ütopya'da altın tuvaletlerde kullanılır...
Not 37: Geldik gidiyoruz. Payımıza düşen inşallah huzurlu bir uykudur. anlamsızlık uçurumunun kıyısında rahat bir uyku çekmek dileğiyle..
Not 38: Uzun yıllar boyunca toplumlarda hâkim olan anlayış, “çok çalışanın karşılığını alacağı” yönündeydi. 20. yüzyılın ortalarında iş gücü verimliliği arttıkça ücretler de paralel şekilde yükseliyor, emek doğrudan ödüllendiriliyordu. Ancak 1979’dan itibaren bu denge bozuldu. Çalışanlar her zamankinden daha üretken hale gelirken, gelir artışları aynı oranda yükselmedi.
Bugün birçok çalışan, uzun mesailer, hafta sonu e-postaları ve sürekli yoğunluk karşılığında, kariyerinde hak ettiği ilerlemeyi göremiyor. Terfi ve maaş artışları, çoğu zaman performanstan çok kişisel ilişkiler ve yöneticilerin tercihleriyle belirleniyor. Bu da, özellikle genç kuşaklarda, “emek artık değer görmüyor” düşüncesini güçlendiriyor.
Not 39: Araştırmalar, çalışanların büyük bölümünün en az bir kez toksik bir iş ortamına maruz kaldığını ortaya koyuyor. Uzun saatler, karşılıksız fazla mesailer, mobbing ya da yöneticilerin aşırı beklentileri, çalışanlarda derin bir tükenmişlik duygusu yaratıyor.
Tükenmişlik, sadece motivasyon kaybıyla sınırlı kalmıyor; fiziksel sağlık üzerinde de etkili oluyor. Uzun süreli stres, çalışanların bağışıklık sistemini zayıflatıyor ve çeşitli hastalıklara yol açıyor. Birçok kişi, bir noktada bedeninin adeta kendisini “zorla durdurduğunu” ifade ediyor. Bu durum, iş dünyasında görünmeyen ama çok ciddi bir maliyet unsuru olarak öne çıkıyor.
Not 40: Kâğıt üzerinde maaşlar yükselmiş gibi görünse de, yaşam maliyetleri karşısında bu artışın anlamı giderek azalıyor. Geçmişte tek maaşla bir ailenin temel ihtiyaçlarını karşılaması mümkünken, günümüzde benzer standartları sağlamak için çok daha uzun süre çalışmak gerekiyor.
1980’lerde bir çalışanın yıllık 30 haftalık emeğiyle karşılayabildiği temel harcamalar, günümüzde 50 haftayı aşan bir süreyi kapsıyor. Eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi zorunlu kalemlerin hızla pahalanması, çalışanların gelirlerini eritiyor. Özellikle genç kuşaklar, önceki nesillere kıyasla ev sahibi olma veya borçsuz yaşama gibi hedeflere ulaşmakta büyük zorluk çekiyor.
Not 41: Çalışanların karşı karşıya kaldığı bu tabloya rağmen, bireysel düzeyde atılabilecek bazı adımlar mevcut. Bunların başında finansal esneklik kazanmak geliyor. Kişisel bir acil durum fonu oluşturmak, iş kaybı veya ani masraflar karşısında güvence sağlıyor. En az altı aylık harcamaları karşılayacak bir birikim, çalışanın işine karşı bakış açısını değiştiriyor ve bağımlılığı azaltıyor.
Bunun yanı sıra, gelir artırma yolları da önem kazanıyor. Çalışanlar, iş yerinde elde ettikleri başarıları düzenli olarak kaydederek performans görüşmelerinde ellerini güçlendirebiliyor. Ayrıca ek iş veya yan gelir kaynakları yaratmak, bütçeye esneklik katıyor. Günümüzde özellikle gençler arasında serbest çalışma, girişimcilik veya dijital platformlar üzerinden gelir elde etme eğilimi giderek yaygınlaşıyor.
Sadece maddi güvence değil, aynı zamanda kişisel sınırların korunması da uzun vadede motivasyon için hayati önem taşıyor. Çalışanların kendi özel zamanlarını “toplantı gibi” takvimlerine eklemesi, iş-özel hayat dengesini sağlamak için etkili bir yöntem. İşe zamanında başlamak ve bitirmek, fazla mesaiyi istisna haline getirmek de tükenmişliği önleyen basit ama etkili alışkanlıklar arasında.