Siz onları çakarlarından tanırsınız..
Şehir merkezlerinde araba kullanmak deveye hendek atlatmaktan zor hale geldi. At avrat silah üçlüsü tavsiyesi olmasa atalarımızın ve...
Şehir merkezlerinde araba kullanmak deveye hendek atlatmaktan zor hale geldi. At avrat silah üçlüsü tavsiyesi olmasa atalarımızın ve mecbur olmasak bir çoğumuz araba kullanmaktan neredeyse vazgeçecek.
İnsanı canından bezdiren trafikte, kurallara uyum göstermeyenler
yüzünden sürücüler fazladan eziyet çekiyor.
Sürekli sağ şeridi işgal edip gitmeyenler…
Sinyal kolunu kullanmayanlar, trafik işaretlerini ve işaretçileri
yok sayanlar…
Bir de sıkışık trafikte ışıldaklı araçlarıyla geçiş üstünlüğü
sağlananlar…
Rahmetli Bekir Coşkun VİP’i (Very Important Person) olanlara ÇÜK
(Çok Ünlü Kişi) derdi.
Ancak bu çakarlı çakal tayfası, trafikte de kamusal alanda da
imtiyazlı sınıf oluşturdu.
Demokrasilerde herkes eşittir ama bu çakarlılar daha fazla eşittir
gibi.
Enflasyon ve güven duygusu:
Enflasyon sadece fiyatları değil, değerleri de etkiler. Etiketlerin büyüdüğü, ilkelerin küçüldüğü bu ortamda, bir ülkenin görünmeyen ama hissedilen felaketi başlar. Çünkü kriz yalnızca maaşları değil, anlamları da küçültür.
Güven duygusu toplumun damarlarında dolaşan görünmez bir para birimidir. O değer kaybettiğinde, döviz kuru değil, insanlık kuru düşer. İnsanlar birbirine “İyi biri mi?” değil, “İşe yarar mı?” diye bakmaya başlarsa o toplumda görünmez ama yakıcı bir sızı başgösterir; ahlak enflasyonu.
Kriz, ahlakın stres testidir.
Her toplum ekonomik kriz yaşayabilir. Ama aynı krize verilen
tepkiler, o toplumun iç yapısını, etik dokusunu ortaya çıkarır.
Bazıları bu dönemde paylaşmayı seçer, bazıları içine kapanır.
Kimileri ‘ben’der, kimileri ‘biz‘.
Buradaki farkı belirleyen şey yalnızca açlık değil, adalet
duygusudur. Sistem adilse, yoksulluk dayanışma doğurur. Adalet
zedelenmişse, kriz insanları birbirine düşürür. İşte burada ‘ahlaki
bağışıklık sistemi‘ devreye girer. Literatürde adı olmayabilir, ama
etkisi her yerde hissedilir: Toplumun etik refleksi.
Bu bağışıklık sistemi güçlü olan toplumlar, tıpkı 2’nci Dünya Savaşı sonrası Almanya örneğinde olduğu gibi, ekonomik yıkımı sadece yatırımlarla değil, ahlaki restorasyonla aşarlar.
İnsan kendi değerlerinden nasıl uzaklaşır? Psikolog Albert
Bandura, bu soruya ‘ahlaki kopuş’ (moral disengagement) kuramıyla
yanıt verir. İnsan, çaresizlik anlarında ahlaki pusulasını askıya
alabilir. Önce istisna olan davranış, zamanla norm hâline
gelir.
Fiş almamak, torpille iş bulmak, göz göre göre haksızlığa ses
çıkarmamak… Bunların her biri ‘Bir kereden bir şey olmaz‘
rahatlığıyla başlar. Ama her ‘bir kere‘ bir sistem kurar.
Emile Zola’nın ‘Germinal’ romanında madencilerin açlıkla birlikte
ahlaki sınırlarını da kaybetmesi, bugünkü manzaranın metaforudur.
Biz de o madende yaşıyoruz. Yukarıda kim zenginleşiyor, nasıl?
Aşağıda kim eziliyor, niçin? Herkes gözünü tepeye dikmiş; kimse
zemini onarmıyor. Sonuç: Tepe parlıyor, taban çöküyor.
Toplumu içten çürüten ama en az konuşulan kriz, liyakatin
erimesidir. İnsanlar artık başarıyı bilgiyle değil, tanıdıkla elde
edebileceğine inandığında, ‘hak’ kavramı işlevsizleşir. Emek devre
dışı kalır, sadakat ödüllendirilir.
Felsefeci Michael Sandel, liyakat miti çöktüğünde insanların
kendini yetersiz değil, anlamsız hissettiğini söyler. Bu his bireyi
sistemin dışına iter.
Türkiye’de de genç kuşaklar artık emeğin değil, tesadüflerin
belirleyici olduğuna inanıyor. Bu yüzden kimi gençler eğitim yerine
sosyal medya algoritmalarına, üretim yerine anlık fırsatlara
yöneliyor. Çünkü liyakatin olmadığı yerde, çaba boşuna görülür.
Bir ülkede suçlular değil, dürüstler korkuyorsa orada çürüyen sadece hukuk değil, aynı zamanda ahlaktır. Sosyal psikolog Tom Tyler, insanların kurallara sadece cezadan korktukları için değil, o kuralların adil olduğuna inandığı için uyduğunu söyler.
Adaletin işlemediği yerde ‘Herkes kendi hukukunu yazar‘ düşüncesi yaygınlaşır. Bu anlayış hukuku değil, rövanşı; liyakati değil, torpili yüceltir. İtalya’da mafyanın yıllarca ‘adaleti sağlayan alternatif’ olarak görülmesi, bu çarpıklığın tarihsel örneğidir.
Başarı artık bir süreç değil, bir gösteri olarak yaşanıyor.
Sosyal medya bu dönüşümün hem sahnesi hem senaristi. TikTok’ta
viral olan bir içerik, bir akademik kariyerden daha çok
kazandırabiliyor. Bu durum gençlere şu mesajı veriyor: Değer değil,
dikkat önemli.
Walter Benjamin’in ‘Sanat Yapıtı’nda anlattığı ‘auranın kaybı’,
bugün dijital platformlarda başka bir formda yaşanıyor. Emeğin
değil, görünürlüğün kıymet gördüğü bir düzen kuruldu. Böyle bir
zeminde etik, estetiğin gerisine; ahlak, algoritmaların gölgesine
düşüyor.
Ekonomik kriz sadece cebimizi değil, duygularımızı da
filtreliyor. Artık ilişkiler bir tür yatırım hesabı gibi
değerlendiriliyor. Zengin sevgili, faydalı arkadaş, güçlü çevre…
Bunlar magazin başlığı değil, gerçek hayatın yeni kodları.
Tinder, Bumble gibi platformlarda yapılan araştırmalar, insanların
eş seçiminde giderek ekonomik ve sosyal statüye öncelik verdiğini
gösteriyor. Aşk artık bir duygu değil, bir avantaj olarak okunuyor.
Bu, yalnızca bireysel ilişkilerin değil, toplumsal bağların da
zayıfladığına işaret ediyor.
Toplum hâlâ dürüstlükten, saygıdan, hakkaniyetten söz ediyor. Ancak bu sözler nostaljik bir hatırlatmadan öteye geçemiyor. Psikolojide buna ‘öğrenilmiş çaresizlik‘ denir: İnsan doğruları bilir ama yapacak gücü kalmaz.
Krizler geçer, enflasyon düşer. Ama ahlaki bozulma kuşaklar boyu
kalır. Eğer çocuklara ‘Doğru olanla bir yere varılmaz‘ duygusu
miras bırakılırsa sadece bugünü değil, geleceği de zehirlemiş
oluruz.
IMF tablolarında görünmeyen ama okul kantinlerinde, apartman
toplantılarında, sokak oyunlarında hissedilen bir çürüme başlar.
Oyun kuralsızsa çocuk kural tanımaz olur. Bu nedenle ahlaki enkaz
kaldırılmadan yapılacak her reform, üzerine bina dikilmiş çürük bir
temel gibidir.
Son söz: İçtiğin bir şişeyi 10 metre 15 metre ötedeki çöp kutusuna atmak ne kadar zor olabilir! Eğitilemez bir ulusuz vesselam.
Aforizma: Aşk, komünisttir..
Kulağa küpe: En büyük uçurum gözdür, düşenin parçası dahi bulunmaz.
Uyarı: SÜREKLİ CHP ALEYHİNE OPERASYON YAPILIYOR DA,
AK Partililer bile sormaya başladı, AK Parti belediyelerinde hiç mi
yolsuzluk yok! CHP'li belediyelerde daha fazla yolsuzluk da
olabilir, ama diğer parti belediyelerinde durum ne?.
ADİL OLMAK GEREK.. ADALET YOKSA ZULÜM VARDIR.
HERKES ADALET ÖNÜNDE EŞİT OLMALI..
Hakikat: Acar Baltaş; ‘utanma, suçluluk duygusu olmasa nasıl bir
insan olacağını düşünebiliyor musunuz?’ diye sorar.
Çocukların olumsuz duygu yaşaması, zorlanması gerekir.
Küçüklükten beri bir işi yapmak onun işi olmalı. Ödül almak için
yapmamalı, o ailenin bir parçası olarak sorumluluklara
katılmalı.
14’ünden itibaren yaz aylarında çalışmalılar ki paranın kıymetini
anlasın, bir yetişkin dilini öğrensinler.
Sorumluluk alsın, kararlarının sonuçlarıyla karşılaşsınlar.
İnsan ilişkilerinde sınırın nereden geçtiğini görsünler.
Okula yetişme sorumlulukları dahi yok, servis bile kapıdan
alıyor.
El bebek gül bebek yetiştirilen çocuklar, hayata atıldığında hazır
olmadığı gerçekler karşısında soluveriyor.
Kendimize sormamız gereken şudur; acaba çocuğuma iyilik mi kötülük
mü ediyorum?
ÇOCUĞUNUZ EN SON NE ZAMAN AÇ KALDI?
Realite: Sosyal medya platformları Twitter, Facebook, Instagram,
Linkedin, TikTok; bizim paylaşımlarımız ile var oluyor.
Her birimizin derdi, daha fazla görünür hale gelmek.
Çektiğimiz fotoğraf ve videoların %97’sine bir daha asla
bakmıyoruz.
İzlenme ve beğenilme sayısı yeni itibar ölçüsü oldu.
Bu meşhuriyet döneminde birikimin bilginin önemi kalmadı, paylaşım
sayısı yeni rütbe oldu.
Eskinin ‘düşünüyorum o halde varım’ ilkesi; ‘görünüyorum o halde
varım’ pratiğine erişti.
Görünmüyorsan; yoksun!
Yapman gereken, sosyal medya ile görünür hale gelmen…
Not 1. Rüzgar kokunu burnuma getirdi,
Anlayacağın yine canım burnumda sevdiğim.
Cahit Zarifoğlu
Not 2: İyi adamlar güzel atlara binip birer birer gidiyorlar, gerisi yalan.
Not 3: İtfaiyeciler...
Onların özel yanlarını unutmuştuk.
Şimdi hatırlıyoruz.
Hepsinden razıyız...
Not 4: "Kardeşim ve ben. Yatmamız için kalın kalın yorganlar ve ağır yün yataklar hazırlandı. Eskiden hep böyle olurdu; cam, çerçevenin bir tarafı, hep kırık veya yastıkla ya da kâğıtla kapatılmış. Dışarda rüzgâr ağaçları devirirken, bu cam aralığı, sabaha dek ürkütücü bir mızıka gibi durmaksızın, ruhumuzu titreterek çalardı. (...) Ruhlarımıza ruhlardan emanet. Hâlâ çocukluğumuzun gecelerinde rüzgârın fısıltısıyla, zillerle, ürkütücü mızıkasıyla, şekilsiz hayvanların çığlıklarıyla boğarak söylediklerini yeniden hatırlamak isteriz..." (Nihat Genç/ İhtiyar Kemancı)
Not 5: Nasıl bir edebiyattı merhum Nihat abininki?
Kendi satırlarıyla çok vurucu biçimde anlatıyor şurada: "Temiz,
düzgün, neşeli, sevgili, dostluk dolu edebiyatla hiçbir ilişkim
yok, kelimeler sonsuz bir yangının cesetleridir, kelimeler vahşi
bir sırtlanın dişleri, hayatın leşlerine saldırır, sevgiyle,
dostlukla, kardeşlikle yürüyen sanat, edebiyat, buraya kadar işte!
Mehmet Fuatların, Tahsin Yücellerin, Oktay Akbalların şiir,
edebiyat üzerine kitaplarını tiksintiyle bir bir çıkartıp raftan
yerlere fırlatıyorum, bir nesli kandırdınız, kelek
metinlerinizle..." (Nihat Genç/ Arkası Karanlık Ağaçlar)
Not 6: Özgürlük, diye öğrettiler bana, avcıyla avı arasındaki mesafeden başka bir şey değildir (OCEAN VUONG / On Earth We're Briefly Gorgeous )
Not 7: Buyurun size bir kamuoyu yön-eylem araştırma raporu:
“Sizce bugün Türkiye’nin en güvenilir kurumu hangisidir?” diye
sormuşlar, sonuç şöyle: “Hiçbirine güvenmiyorum” diyenler en büyük
grubu oluşturuyor. Onların oranı %24.9. (%20 bile güven duyulan bir
örgüt yok. Yani hepsi sınıfta kalmış. %10’luk grubta 3 kurum var,
3’ü de güvenlikle ilgili) Türk Silahlı Kuvvetleri: %18.0, Milli
İstihbarat Teşkilatı: %13.5, Emniyet Müdürlüğü %10.6. Güvenilirlik
sıralamasında %9-%5 arasında sadece 2 kurum var; Cumhurbaşkanlığı:
%8.3, TBMM: %8.1. (Her ikisi de %8 seviyesinde). Bundan sonrası
utanç verici: Üniversiteye açılan kapı olan ÖSYM’ye duyulan güven
%2.2, Hakimiyeti milliye şiarına ulaşım için bir eşik olan “Milli
İradenin tecelligahı”na açılan kapı hükmündeki Yüksek Seçim Kurulu:
%2.0, Dini topluluklar ve Diyanet camiasına duyulan güven: %1.9, Bu
sonuç cemaat denilen yapılar ve “din maskeli siyaset” insebeb
oldukları bir sonuç olsa gerek. Belediyelerin durumu daha da kötü.
Bu konuda genel olarak parti farkı gözetilmiyor: %1.6, Yargıya
güven belediyelerin de gerisinde. “Adalet mülkün temelidir”
diyorduk değil mi? “Yargı Borsası” gibi hepimizin yüzünü kızarması
gereken bir durumun gölgesinde kalan yargı sondan 5.ci sırada.
:%1.6, Hani “adil şahid”ler olacaktık. Ölçü’yü – tartıyı doğru
tutacaktır. Sonuç ortada, TÜİK: %1.3, Bankaların durumu TUİK’den de
beter. Başta da merkez Bankası tabi. Zaten katılım bankaların
esamesi okunmuyor. :%1.2, En çok güven erazyon’u“Siyaset esnafı”nda
:%1.0, Politikacıların kiralık kalemlerinin tetikçilik yaptığı bir
camia olarak medyaya güven: %0.8 diğerlerinden önce sonunda. Zaten
diğerleri de: %3..
Bu verilerin üzerinde hepimizin oturup uzun uzun düşünmesi gerek.
Bu veriler, fırtına öncesi sessizliği işaret ediyor.
Selam ve dua ile..
Not 8: Yılların ve yorgunlukların ardından, küçük husursuzlukların, büyük mutsuzlukların, hacimli kızgınlıkların ve gündelik telaşların insanları sürüklemesinde, sürüklüyor olmasında yeni bir şey olmasa gerek. Ama, birden bire beliren hayretlerin, haklı endişeler ve sonu gelmez kaygıların, insanın ayakları altındaki toprağı, yaşadığı ülkeyi, soluduğu havayı tüketmesinde de yeni bir şey yok. Öyle ya da böyle kaybedilen, aslına bakılırsa kaybedilmiş bir hayatın insanı getirip bıraktığı yer, muhtevası belirsiz tecrübelerin sunduğu sözde bir bilgelik bile olmuyor. Dostlukları geleceğe saklamaktan vazgeçeli ne kadar oldu hatırlamıyoruz bile ama bir dostumuz varsa, onu geçmişte aramaktan utanmıyoruz artık. Başkalarının hayatı ve daha başkalarının ölümünden, kendi hayatlarımıza, ölümlerimize doğru yol alıyoruz. Yorulduk. Yaşlandık. Ölüyoruz.
Not 9: Hey gidi Nihat abi ne yaşadın şu hayatı be! Yasanın sadece onun için varolduğuna inandı; klasiklerin sadece onun okuması için yazıldığına da. Hızlı namaz kılar, hızlı okur, hızlı yürür ve hızlı hareket ederdi. Bir tane ömrü vardı ama birkaç tane varmışcasına yaşadı.
Not 10; Gücü eline alan kim varsa bir ülkenin geleceğini düşünmek yerine başka şeyleri düşünüyor. Yatırımlar, projeler, mevzuat, bütçeler, atamalar hep bir zihniyete hizmet ediyorsa ve onu ikâme etmek için tüm imkânlar seferber edilmişse orada ne iyi bir eğitim vardır ne de isabetli bir istihdam. Bunların olmadığı yerde fikir de gelişemez, kültür ve sanat da. Çözüm ürettiğini sananlar daha derin krizlere sebep olur, bu ise toplumda çözülmeye, bozulmaya, düzensizliğe sebep olur.
Eğitim; istihdama yani üretime kapı açmıyorsa orada havanda su dövülüyor demektir. Bugün binlerce gencimiz istihdam olamayacağı alanlarda eğitim alıyor. Bu ekonomik bir kayıptır, telafisi olmayan zaman kaybıdır. Üretimi sağlayacak yatırımlar yapılmıyor da hayallere yatırım yapılıyorsa burada sadece bir avuç gücün rahatı için harcanan imkânlar vardır, ihtiraslı bir otorite vardır. Eğitim, çocuğa gelecekte hayatını idâme ettirebileceği bir iş sağlayabilmelidir. Gelecek ancak böyle kurulabilir.
Not 11/ Eğitimini sağlayamadığımız nüfusu israf ediyoruz. En büyük zenginlik insan kaynağıdır. Ancak bizde şöyle de bir söz vardır: “Bir boğaz eksilirse rahat edeceğiz.” İçimize bu sözü kim sokmuşsa amacına ulaşmış. Bir insanı, bir boğaz olarak gören zihniyet, nüfus artış hızımızı zayıflattı hatta durdurdu. Elbette iş ve ekonomik şartlar evlenmeyi geciktiriyor, çocuk sayısını azaltıyor çünkü çalışan karı-kocanın çocuk yetiştirmesi çok zor. Eskisi gibi dede-nene de evlerimizde olmadığı için çocuklara bakacak kimse kalmadı. Eğitimini sağlayamadığımız bir nesil başımıza iş açıyor. Kontrol edilemeyen, istihdamı sağlanamayan, endişeli, ümitsiz, huzursuz bir nesil ile mücadele etmek durumunda kalıyoruz. İşsiz veya yetiştiği alanda çalışamayan, böyle olunca da kendisinden yeterince verim alamadığımız insan gücü israftır.
Not 12: Eğitim verdiğimiz, meslekî formasyon kazandırdığımız çocuğumuzun aldığı eğitime karşılık uygun istihdam alanının olup olmadığı. İşte burada bocalıyoruz. Ne yazık ki büyük bir emek boşa gidiyor. Kimse aldığı eğitimin sağlayacağı alanda istihdam olamıyor. Öğretmenlik okuyan polis; turizm okuyan gece bekçisi, hayvan teknikeri itfaiyeci, tarih okuyan zabıta oluyor. Daha çok örnek saymak mümkün. Bu çarpık ve çelişkili durumun izahı da zor. Devletin ve ailenin harcağı ekonomi ne yazık ki böyle bir şekilde sonuçlanıyor. Çoğu insan aldığı eğitimin bir faydasını göremiyor. Böyle bir sonuç israftır. Ancak istida uygun bir istihdam sağlanıyorsa o eğitime devam edilmelidir.
Not 13: Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım,
Biri damla damla alnıma düşer;
Diğerinde durur göğe bakarım.
Ne şehir, ne deniz kokan gemiler;
Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım..
Sezai Karakoç
Not 14: Ya Türkiye adam olacak ya sen onların gözünde adam olacaksın; ikisinden birisi.
İsmet Özel, İstiklâl Yürüyüşleri
Not 15: Toplumda bir tarafta sıradanlık ve bayağılık, diğer
tarafta ise elit ve özel olma hastalığı yaygınlaşıyor.
Sözüm ona elitler istiyor ki sıradan insanlar sürü gibi hep onları
takip etsin. Bundan da bayağı nemalanıyorlar.
Bunu da "sizi aşağıya çekenlerden kurtulun. Size negatif enerji
yükleyenlerden uzaklaşın" diyerek yapıyorlar. Ne yazık ki bu
çağrıları yüz binlerce insan kuzu gibi takip ediyor...
Not 16: Adanmış ruhlar küçük hesapların adamı olmazlar.
Not 17: yaz tatilleri bir ihtiyaç molası olmaktan çıktı, bir ritüele, külte, ibadete dönüştü adeta. gerekirse borç harç bir şekilde sahillere inilecek, fotoğraflar Instagram'a yüklenecek, eşe dosta bu yıllık farizamı da yerine getirdim mesajı verilecek. Tabiat boşluk kabul etmiyor.
Not 18: Osman Gökçek olmaktan daha kötü bir tek şey var bu dünyada; Osman Gökçek'in babası olmak.
Not 19: İçinde bir ateş vardı. Onu koyacak yer aradı durdu ömrü boyunca. Herkes Nihat Genç’in ateşi koyduğu “yer” hakkında konuştu. Bu kolay kısmıydı. Ama kimse ateş konusunda konuşmuyor: Ateş niçin vardı?
Not 20: Bilgi, resmi antetli bir kâğıdın üzerine bir şeyler yazıp altına koca kurumlardan birinin yetkilisi sıfatıyla imza attığınız zaman gerçeğe dönüşmez, sadece fıkra konusu olur. Bilgi, farklı yorumlara, eleştirilere konu edildiği ve serbestçe tartışıldığı zaman gerçek sıfatını hakeder.
Not 21: Devlet aklı, yalnızca kriz dönemlerinde değil, her an
işlemelidir. Çünkü bir milletin yönünü belirleyen şey, kimin
yönettiği değil, nasıl yönetildiğidir.
Kurumsallaşmamış veya kurumsallığını yitirmiş, kişiselleştirilmiş
veya partizanlaşmış (dolayısıyla ideolojikleşmiş) yönetim tarzı,
kolektif aklı suskunlaştır. Oysa devlet aklı, güvenli bir gelecek
için ortak yarar üretir; birliğin ve birlikten doğan enerjinin
dinamosudur.
Not 22: Çalınan her kapı hemen açılsaydı ümidin, sabrın ve
isteğin derecesi anlaşılmazdı.
Hz. Mevlana
Not 23: Yalnızlık yalnız olmayı değil, var olan tek kişi olmayı
öğretir.
Dağlar yalnızlıklarını göğe komşuluklarıyla, çöl ise serapların
şiiriyle aldatır. Yalnız insanın kalbi ebediyen kendisi ile baş
başa kalır.
Not 24: ‘Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim’ demiş bizim Yunus, demiş ki, ne güzel söylemiş. Ruhumuz bazen dağ gibi yücelir çöl gibi dara da düşer. Ama insan hepsinin üstündedir. Buna değer. Bu güzeldir.
Not 25: ‘Hüzün ki en çok yakışandır’ der şairimiz Hilmi Yavuz. Sis, buruk rengiyle hüznün muğlaklığında yitik olmanın esenliğini duyurur mu bilinmez fakat ‘bu Gökkubbe altında söylenmemiş bir şey yoktur’ sözü, güneşle irtibatlandırıldığında, ona her şey zaten malumdur öyleyse müphemiyerin şemsiyesini açmak gerekir. Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslâm kitabında, sise yakışır bağdaştırmalarda bulunmuştur, diyebilir miyiz? Yine keskinlikler bize şiir getirmezler. Aşk o yüzden siste kaybolma iştiyakıdır. Hatta neşvesi.
Not 26; Yalnızlık Tanrıya özgüdür demiş eskiler. Bir yandan onu yüceltirken bir yandan da imkansızlığını dile getirmişler. Yine de yalnızlık gelip insanı bulur. Bazen insan onu ister, peşine düşer. Kimi vakitte yalnızlıktan kurtulmak için her bedeli ödemeye hazırlanır. Cioran, var olmayı insan olabilmenin kemiği diye görüyor olmalı ki şekli ve görüntüyü değil iliği, ruhu öne çıkarıyor. Görünüşte tek, yalnız, bir başına görünen kişilerin bütün evreni ve insani erdemleri yüklendiğini imliyor.
Not 27: Can sıkıntısı, deneyim yumurtasını yumurtadan çıkaran rüya kuşudur.
Not 28: Niçin enflasyonu düşürmek için “faizi önce bindir, sonra indir”, “önce borç harç döviz al, rezerv biriktir sonra panik çıkınca sat”, “parayı önce kıs, sonra hafiften gevşet” gibi bir sürü çetrefilli işle uğraşılıyor. Madem enflasyon fiyat artışları demek; devlet tüm fiyatları bugün bulunduğu seviyede dondursa, enflasyon da sıfır olmaz mı? Olur; ama o fiyatlardan satın alınacak mal da bulunmaz olur. Fiyatları dondurmak, ağlayan bebeğin yüzüne yastık bastırarak onu susturmaya benzer. Sonunda ağlama biter ama bebek (ekonomi diye okuyun) de ölür. Serbest piyasa sistemi, fiyat serbest demektir. Serbest piyasa sisteminin, fiyatların devletçe belirlendiği sistemden çok daha verimli işleyip halka daha fazla refah yaratmasının sebebi işte bu fiyat serbestliğidir. Herkes devletten, sattığı ürününün veya sunduğu hizmetin fiyatının yüksek ama satın aldığı mal ve hizmetin fiyatının düşük belirlemesini ister. Bu ise imkansızdır.
Not 29: Pahalılıkla enflasyon aynı şey değildir. Enflasyon nesnel bir ölçümdür. Fiyatlar genel düzeyinin artması ve artmaya devam etmesidir. Pahalılık ise hane gelirinin, hane giderlerini karşılayamamasıdır. Ülke içinde pahalılık artışı, eğer harcanabilir milli gelir azalmıyorsa, gelir dağılımı bozulmasıdır. Ülkeler arasında enflasyon kıyaslaması yapılır. Ama pahalılık kıyaslaması yapmak anlamlı değildir. Parite değişimleri bir anda hesapları altüst edebilir. Pahalılık veya ucuzluk, milli gelir düzeyi ve kısmen de milli gelir dağılımı ile ilgilidir. Mesela İsviçre’de enflasyon çok düşüktür. Ama İsviçre, Avrupa’nın en pahalı ülkesidir. İsviçreliler de daha ucuz mal almak için komşu ülkelere giderler ama İsviçreliler, pahalılık altında ezilmemektedir. Çünkü İsviçre’nin kişi başına milli geliri yüksektir. Ulus, Bebek ve Nişantaşı İstanbul’un pahalı semtleridir. Burada fiyatlar mesela Beşiktaş’a göre yüksektir. Ama enflasyon oranı bu semtlerde aynıdır. En iyisi Bebek’te çalışıp, Beşiktaş’ta oturmaktır.
Not 30: Mamdani, belediye başkanı seçilince, zenginlere ek vergi salacağını, bazı bölgelerde kiraları donduracağını, şehir içi otobüslerinin bedava hizmet vereceğini, gıda ve ihtiyaç maddesi fiyatlarının kontrol altına alınabilmesini sağlamak için belediye marketleri açacağını, ücretsiz kreş hizmeti sunulacağını, çocuk bakım yardımı yapacağını ve uygun fiyatla satılacak 200 bin konut inşa ettireceğini söylüyor. Ne kadar tanıdık vaatler. Ama bu vaatler kolay tutulamayacak galiba. Çünkü yerel yönetimlerin gelirlerinin bir kısmı “gelir vergisini toplayan” Federal (merkezi) hükümetten geliyor. Federal devletin başında da Cumhuriyetçi Trump var. ABD’nin kurucu zihniyetini savunan Cumhuriyetçiler: “Bu ülkede bedava yemek yoktur. Çalışmazsan, aç kalırsın. Amerika, göçmenlere imkan değil, fırsat eşitliği sunma sözü vermiştir. Amerika’yı dünyanın en muhteşem ülkesi yapan da budur” tezini savunur. Başkan Trump bu prensipleri temsil etmektedir. Trump: “Zohran %100 komünist bir kaçıktır. Böyle bol keseden vaatlerde bulunmasın. Yoksa ona bütçeden zırnık koklatmam” diyor.
Not 31: Değişmem deme, sen de değişirsin.
Not 32: EL BEBEK GÜL BEBEK
BÜYÜYÜNCE SOL BEBEK
1-Ayağına taş değmesine dahi izin vermiyor,
2-Adeta bir fanus içinde
3-Yetiştiriyoruz çocukları.
4-Bu yüzden açlık yokluk utanç gibi duygularla
5-Baş etmeyi öğrenemiyorlar.
Şeref Oğuz
Not 33: MAAŞLAR,
ÜRETİMİN bir fonksiyonudur.
Karşılığında ÜRETİM olmayan MAAŞLAR, yüksek ENFLASYON yaparlar.
Not 34: Devlet varlığını devamlılık arz eden görünüşüne borçludur ve bariz gözlemlerimiz aracılığıyla yürürlükteki hayat tarzının icbar ettiği her aşamada milletin yeni bir kesintiye uğradığını kavrayabilmekteyiz.
İsmet Özel, Cuma Mektupları-II
(Devlette Devamlılık Millette Kesinti)
Not 35: Herakleitos, "Aynı nehre iki kez girilmez," dediğinde
belki de değişimi kutsuyordu.
Bizim nehrimiz akmıyor.
Toprak taşı tutmuş, taş suyu, su çamuru...
Zamanın içinden akacağı bir kanal kalmamış gibi.
Durgun su, akıntıdan daha tehlikelidir aslında. Kokusu geç fark
edilir, öldürmesi uzun sürer.
Ve biz, o suyun hâlâ bizi temizleyeceğine inanıyoruz.
Kendi karanlığımızı kutsayarak yaşıyoruz.
Krallar devrilir, yeni krallar tahta çıkar.
Taç değişir, ama baş eğen omuzlar hep aynı kalır.
Firavunlar ölür, piramitler kalır.
Taşların gölgesinde başka köle pazarları kurulur.
Not 36: Süleyman oğluna bilgelik bırakmak istedi, Kudüs ikiye
bölündü.
Barış, hiçbir zaman miras olamadı bu dünyada.
Her sabah yeniden örülmesi gereken bir ağdı o.
Ve insan, her sabah o ağı söktü.
Spartaküs zincirleri kırdı, Roma yıkılmadı.
Köle pazarlarının kapıları büyüdü sadece.
Sisifos taşı tepeye yuvarladı, taş geri düştü.
Belki de taşın zirveye varacağına inanmak en büyük cezaydı.
Not 37: Yangınlar, yitip giden canlar, mutsuz, yorgun, kimsesiz
bir ülke...
Söylenmesi gereken her şey söylendi aslında.
Söyleniyor da, birilerince.
Ama yapılması gerekenler?
İşte o, kimsenin diline yakışmıyor.
Çünkü eylem, kelimelerden daha ağır.
Not 38: Ve belki de asıl korktuğumuz şey, bir gün o nehir akmaya
başlarsa, suyun en çok bizi götüreceğini bilmek.
Taşlar yerinde kaldıkça, su hep ölü...
Not 39: Nuh’un hikâyesi yalnızca tek tanrılı dinlerin değil,
bütün bir insanlık tahayyülünün ortak parçası.
Sümerlerin Utnapiştim’i, tufanı atlatıp ölümsüzlükle
ödüllendirilir.
Hint mitolojisinde Manu, balığın sırtında geleceğe taşınır.
Tevrat’ta ve Kur’an’da Nuh, inananları gemiye alır; geri kalanlar
tufanda yitip gider.
Bütün bu anlatılarda ortak olan bir şey vardır:
Tufan, sadece bir felaket değil; bir elemeyle gelir.
Ve ardından yeni bir düzen başlar.
Ama biz bu düzeni neye göre kuruyoruz?
Ve bu seçim hakkını kim, neye göre elinde tutuyor?
*
Bugünün tufanı su değil.
Bugünün tufanı: savaş, yoksulluk, göç, kimliksizleştirme, dijital
hapsoluş.
Ve bugünün gemisi artık taştan değil — veriden, sermayeden,
sistemlerden örülüyor.
“Gemiyi bu kez Tanrı değil, sistem inşa ediyor.”
— Zygmunt Bauman'ın ruhuna selamla
Geminin dışında kalmak, eskisi kadar görünür değil artık.
Bu kez boğulma, ekranda olamamakla başlıyor.
Kimi dilinden, kimi yerinden, kimi kimliğinden dolayı binemiyor
gemiye.
Ama kimsenin geminin nereye gittiğini sorduğu yok.
Belki de tufan, yönünü kaybetmiş bir kurtuluşun adı artık.
Ve rotasız kalan her gemi, sonunda batmaya mahkûm.
Bir zamanlar inananlar binmişti gemiye.
Şimdi inanıp inanmamak değil, sistemin seni tanıyıp tanımaması
belirliyor varlığını.
*
Nuh’un anlatısı bir "ikinci şans" vaadiydi.
Ama biz o şansla ne yaptık?
Yeni düzenler kurduk, ama eski hataları yeniden ürettik.
Yine seçtik, yine dışladık.
Yine kurtulduk — ama yalnızca kendimiz.
Eğer Nuh hepimizin atasıysa, bu ortak soy niçin ortak bir vicdan
üretmedi?
Not 40: Tarihin her döneminde bir tufan yaşanmıştır; asıl mesele, kimlerin kurtulduğu değil, kimlerin unutulduğudur.
Not 41: Ve şimdi, daha yakıcı bir soru: Bugünün Nuh’u kim?
Devletler mi?
Sermaye mi?
İnanç kurumları mı?
Teknoloji devleri mi?
Yoksa biz mi?
Eğer beklediğimiz gemi hâlâ gelmediyse, belki de biziz kaptanı
beklenenin.
Ama bu kez, gemiyi sadece kendimiz için değil, başkası da
binebilsin diye inşa etmemiz gerekiyor.
Çünkü: "Eğer yalnızca kendini kurtarıyorsan, sen Nuh değilsin.
Sadece iyi yüzebilen birisin."
Not 42: Şık giyimli bir kadın pazarda yere tezgâh açmış olan
yaşlı teyzeye sorar: "Sarımsakları ne kadara satıyorsun?"
Yaşlı satıcı cevaplar, "Destesi 120 lira.”
Kadın der ki, “2 deste alacağım, 200 TL'ye verirsen alırım.”
Yaşlı satıcı; “Olur” der.
Kadın sarımsakları alır ve arabasına binip arkadaşıyla lüks bir
restorana gider.
Yemeğin sonunda hesap gelir; 17.500 TL.
Cüzdanından 20.000 TL çıkaran kadın, bahşiş olarak “paranın üstü
kalsın” der.
Bu hikâyenin farklı biçimlerini farklı mecralarda okumuş ya da
şahit olmuşsunuzdur.
Neden yoksula gücümüzü gösterme ihtiyacı duyarız?
Ve neden ihtiyacı olmayanlara karşı hep cömert davranırız?
Cevabı herhalde şudur; Yoksula cimrilik, gösterişe bonkörlük
zenginlerin geleneksel davranış biçimidir.
Not 43: Afrikalı bir kadın, "size özgürlükten önce ekmek lazım" diyen beyaz adama, "konuşma özgürlüğüm olmazsa, ekmeğimi kimin çaldığını nasıl söyleyeceğim?" demişti. size ne siyasetten, siz işinize bakın, ekmeğinize bakın diyenlere bunu hatırlatmak lazım.
Not 44: Ne Atatürk geri gelir, ne Abdülhamit dirilir, ne de Osmanlı yeniden kurulur. Sekülerinden muhafazakârına kadar kapıldığımız bu nostalji rüzgarından kurtulup önümüze bakmamız lazım artık.
Not 45: Kim ne derse desin, PKK'nın silah bırakması, Cumhuriyet tarihinin en değerli üç beş hadisesinden biridir. Barışa, huzura, sükunete, evladımıza sahip çıkar gibi sahip çıkmalıyız. Bu toprakların tüm halklarına hayırlı, uğurlu olur umarım. Emeği geçenlere içten teşekkürler...
Not 46: Bir yere oturup demli bir çay söylüyorum. Anlamlı bir şeyler yazmak güzel olurdu ama, onu unutalım şimdilik... Ruha yük olacak şeyleri söze taşıma ihtimalindense, uzun uzun geceye bakmak ve demli bir çaydan daha güzeli mi var?
Not 47: Janus, mitolojide iki yüzü olan bir tanrı (“mürai”deki
ikiyüzlü değil), sadece birbirinden faklı iki yüzü ve dolayısıyla
iki farklı kişiliği olan bir tanrının ismi. Bir yüzü gülerken
diğeri ağlayabiliyor, bir yanı yaz köşesi diğer yanı kış bahçesi.
January (Ocak), Tanrı Janus’un ayı anlamına geliyor; Ocak ayının
bir yüzü kışa, diğer yüzü yaza baktığı için.
Siyasetin her zaman en az iki yüzü vardır. Bu yüzden politikada
başarıya ulaşmanın standart yöntemi birbirine zıt fikirleri veya
çıkarları telif etme, yani uzlaştırmaktır. İki zıt fikri, arkadaki
somut gerçekliğini dikkate alarak uzlaştırmayı denediğiniz zaman,
ideoloji yaratmanın ilk aşamasına geçmiş olursunuz. Nihaî aşama,
hayatın karşımıza çıkardığı her şeyi açıklamak olsa da bu ilk
aşamada başarılı olamayan ideolojiler gerçekler karşısında çöker ve
dağılır.Her zaman hayat karşımıza uzlaştırılması imkânsız, sizi
mutlaka tercihte bulunmaya zorlayan birbirine zıt prensiplerle
meydan okur. Somutlaştırmak için Fransız bayrağını düşünün. Mavi,
beyaz ve kırmızı olan üç renk, hemen bütün ideolojilerin sınır
hattını belirleyen üç temel prensibi temsil eder: Eşitlik, Özgürlük
ve Kardeşlik (vatanseverlik-milliyetçilik). Birbirinin kanını döken
ideolojiler, bu üç temel prensipten birini eksen kabul edip
diğerlerini onunla uzlaştırarak kitlelerin eğilimlerini kalıplara
dökmüş oldular. Sosyalist ideolojiler eşitliği, liberal ideolojiler
özgürlüğü, muhafazakâr-milliyetçi ideolojiler kardeşliği esas alıp,
“Üçüncü Yol” gibi hem solun hem de sağın ortak malı olan siyasî
programlar peşinde koştular. Siyasî yelpazenin zıt uçlarına
yerleşen radikal ideolojiler, bu sentezleme gayreti yüzünden
aslında birbirine çok yakın dururlar. Genel Grev mitini icat eden
Georges Sorel’in faşist mi yoksa sosyalist mi olduğuna hala karar
veremiyoruz. Hitlerin faşist partisi, (Nazi kelimesi “Nasyonel
Sosyalist İşçi Partisi”nin kısaltmasıdır) sosyalizmi içerdiği
iddiasındadır.
Not 48: Eşitlik ve özgürlük fikirleri arasındaki ölümcül paradoks, bu uzlaştırma çabalarının mantığını da gösterir. İkisi birlikte aynı anda var olamaz: İnsanları özgür bıraktığınız zaman daha yetenekli olanlar eşitliği bozar; insanları eşit tutmaya kalktığınız zaman özgürlüklerine mutlaka sınırlama getirmeniz gerekir. Mao Çin’inde herkes eşit kıyafet giyiyordu, istediği kıyafeti giyme özgürlüğüne sahip değildi. Neredeyse bütün ideolojiler çokça özgürlük, biraz eşitlik veya tersi üzerine kurulu sentezlere dayanır. Milliyetçilik veya sol versiyonu olan ulusalcılık (Batı’da sağ için nasyonalizm, sol için patriotizm-vatanseverlik) bu özgürlük ve eşitliğin farklı denge formüllerini yanlamasına bir uçtan öbür uca keserek, denklemi çok bilinmeyenli hale getirir. Bir de adalet kavramını ekleyin. Hukuk kuralları herkese eşit uygulandığı zaman adil olur.
Not 49: Çay bahçesinde bir çınarın gölgesine sığınmış Zadie
Smith okuyorum.
Smith, ‘Feel Free’ adlı kitabında devlete olan borcundan uzun uzun
söz ediyor. Dişlerini devlet yaptırmış, küçük kardeşi bir kamyon
tarafından ezildiğinde sağ elini devlet kurtarmış, okul
masraflarını yine devlet karşılamış... Sonra işler değişmiş. Birçok
insan gibi onun da kişisel tarihi ani ve köklü biçimde değişmiş.
Üniversiteye ücretsiz gitmek ya da bedava diş tedavisi görmek, yeni
nesiller için artık birer masala dönüşmüş.
Not 50/ Franco Bifo Berardi, ‘Sonun Fenomenolojisi’nde "artık umutlanacak idealleri olmayan sırtı eğik köleler" olmadığımızı yazmıştı.
Not 51: Eski bir Sovyet kozmonotun anlattığı gibi, iki eski
komünist karşılaşır.
Biri şöyle der:
“Dostum, bize komünizmle ilgili anlatılan her şey yalanmış.”
Diğeri acıyla cevaplar:
“Ben daha kötüsünü fark ettim. Kapitalizme dair anlatılan her şey
doğruymuş.”
Evet, kapitalizmin en büyük başarısı yalan söylemeden seni
sömürmesidir.
Sana hiçbir şeyi vaat etmez. Ama her şeyi alır.
Ahlakını, zamanını, onurunu ve en sonunda kendini…
Ve en kötüsü, seni buna ikna eder.
Not 52: “Hiçbir zaman anlamadı insanoğlu
Dünya birine kalacak olsaydı Süleyman’a kalırdı
Ölüm satın alınsaydı Nemrut tutar alırdı
Çıkmadık canlara derman bulurdu
Lokman Hekim ölmedi mi?
Bu yüzden hiç korkmadık biz
Umudumuz hep Allah’tandı.
Derdimize yüksel dedik, istediğin kadar yüksel!
Nasıl olsa geçmeyecek misin?
Zalimlere güçlen dedik, dilediğin kadar güçlen!
Nasıl olsa düşmeyecek misin?
Öyle oldu, olacak.
Bu dünya iyiyle kötünün arasında bir yerde
Ama günü geldiğinde iyilerden taraf olacak.”
(İlhan Dilek)
Not 53: Otobüste bir yolcu şöyle diyor: “Hiçbir şey hoşuma
gitmiyor.”
"Ne radyo ne sabah gazeteleri ne de tepelerdeki kaleler. Ağlamak
istiyorum."
Şoför, "Durağa varıncaya kadar bekle" diyor. "O zaman istediğin
gibi ağlayabilirsin yalnız başına."
Bir kadın şöyle diyor; "Ben de aynı durumdayım, benim de hiçbir şey hoşuma gitmiyor.
Asabi şoför söylendi: "İşte son durağa yaklaştık inmek için
hazırlanın.
Yolcular hep bir ağızdan: "Durağın ötesindekileri istiyoruz, devam
et sürmeye!"
Ben ise, "beni burada indir" diyorum. "Ben de onlar gibiyim, hiçbir
şey hoşuma gitmiyor, lakin ben, yolculuktan da yoruldum."
(Mahmut Derviş)
Not 54: Defolun
“Çıkıp gidin toprağımızdan
denizimizden, karamızdan
buğdayımızdan, tuzumuzdan, taşımızdan
defolun her şeyimizden!
Defolun
belleğimizdeki anılardan
ey yürüyenler eğreti sözcükler arasında!”
(Mahmut Derviş)