İstisnai, özel yetenek sahibi insanlar, bağlı bulundukları kurumların veya içinde yaşadıkları milletlerin seviyesini yukarı çeker. Bilim dünyasından, devlet adamlarından sanatçılardan, sporculardan örnekler verilebilir.
Son büyük yeteneği, Fenerbahçe keşfetti. Arda Güler’i daha çocukken, Gençlerbirliği’nden transfer ettiler... Arda Güler hakkında en doğru değerlendirmeyi kendisi de Türk futbolunun büyük bir yıldızı olan Nihat Kahveci yaptı:
“Bana soracak olursanız, Arda’nın artık fiziksel olarak gelişime ihtiyacı yok. Hiçbir şeye ihtiyacı yok. İster 18 yaşında olsun, ister 36, Arda Güler zaten fazla süre almasına ve çok gol atmasına yetecek kadar sorumluluk duygusuna sahip. Çok yetenekli ve sahada çok sakin bir çocuk... Kendisinden beklentilerin farkında... Bence Arda Güler'in olgun bir oyuncu olduğunu söylemek için 25 yaşına gelmesine gerek yok. Arda zaten olgun bir oyuncu, çünkü onu sahada gördüm. Kaptanlık pazubandını takmamasına rağmen sahada öyle davranıyor ve takıma bir kaptan gibi liderlik ediyor. Takım arkadaşlarına neler yapmaları gerektiğini söylüyor, birlikte neler yapabileceklerini anlatıyor, maçı nasıl kazanacaklarını iletiyor. Sahada sorumluluk alıyor ve ben bu yönünü seviyorum. Ben bir futbol yorumcusuyum ve onu izlediğimde... Top süren bir oyuncu gördüğünüzde, bu iyi bir futbolcu diyebilirsiniz. Ancak Arda Güler farklı... Bambaşka bir şey...”
Real Madrid ve Barcelona, dünyadaki büyük yetenekleri genç yaşta alıyor ve takımı onlara göre yapılandırıyor. Bir yetenek bulmuşsunuz, onu da satıyorsunuz! Öyleyse nasıl dünya takımı olacaksınız?
Türkiye’de özellikle bilim dünyasında gençler harcanıyor... Bilimin yobazlığı yapılıyor... Bu sebeple bilim adamı yetişmiyor. Batı’da üretilen bilimsel bilgiyi öğretmek bilim değildir. Siz o bilgiye ne katabiliyorsanız, bilim odur.
Sonuç olarak; Arda Güler tarzı özel yetenekli insanlar; ki bu bilim, sanat, felsefe insanları ve yöneticiler için de geçerli; gerekirse fanus içinde tutulup korunmalı ve baş tacı edilmelidir. Ülkeleri muasır medeniyet seviyesine götüren, dünyada söz sahibi olmasını sağlayan, yüksek katma değerli ürün ve hizmetlerle dünyanın vazgeçilmez devletleri arasına girmek geniş kitleler, vasat yığınlarla değil olağanüstü becerikli ve zekaya sahip ahlaklı bireyler sayesinde mümkün olacaktır.
Gelir uçurumu ortadan kalkıyor:
Benim gördüğüm şu: AK Parti yeni dönemde en fazla şikayet edilen bir konuyu ekonomik kararlarla çözüme kavuşturuyor.
Neydi en fazla şikayet edilen konu? Gelir uçurumu değil mi? Bazıları çok kazanıyor, bazıları ise çok az. AK Parti bu konuda memurlar ve öteki çalışanlarda arayı kapatacak kararlar alıyor. Asgari ücret 12 bin TL’ye yakın oldu, en düşük memur maaşı ise 22 bin TL. Yüksek ücretliler ile maaşı yüksek olanlara asgari ücret veya en düşük maaş alanlar kadar zam yok, onların ücret ve maaşları yerinde sayıyor gibi bir şey.
Böylece, en fazla ile en az arasındaki fark, en az ücret ve maaş alanların lehine daralıyor.
Gelir uçurumu ortadan kalkıyor.
Emekliler?
Onlara da yüzde 25 zam yapılacağı açıklandı dün. Emeklinin şikayet edecek hali yok ya…
Devlet stratejik alanlar dışında bir şey yapmasın:
AK Parti seçimlerde oyu kimlerden, hangi kitlelerden alıyorsa onları kollayıcı bir ücret ve maaş politikası izliyor.
Kırk yaşında emekli olmak için EYT isteyenlere bütün partiler birlikte karşı duramadığı için, bedelini gençler vergileriyle ödeyecek.
Ev sahiplerinin çürük evlerini devlet yenilesin diye yaygara çıkardığınız için, bedelini ev sahibi olmayan gençler vergileriyle ödeyecek.
Bedava ve konforlu yurtlarda ücretsiz kalayım, devlet herkese yurt yapsın dediğiniz için, bedelini yurtta kalmayan yeni hayata atılmış gençler vergileriyle ödeyecek.
Her meslek alanında devletten yüzbinlerce atama istediğinizde aslında 'biz gençlerin cebinden daha fazla vergi alın' dediniz. Maaşlarını siz ödeyeceksiniz.
Aslında 'Devlet yapsın' dediğin her şeyi sen yaparsın, çünkü Devlet bedelini senin cebinden aldığı vergilerle öder.
Seçimden önce çok söyledik, muhalefetin popülist politikalarına kulak asmayın, biz bu hikayeyi daha önce gördük diye, ama anlamadınız.
Şimdi sonuçlarını görüyoruz. Elbette çok can sıkıcı ve çok can yakıcı. İsyan etmekte çok haklısınız.
Umarım artık politik tercih yaparken seçiminizi 'Her şeyi devlet yapsın' diyenlerden yana değil 'Devlet stratejik alanlar dışında bir şey yapmasın' diyenlerden yana kullanırsınız.
Eğitim sisteminde kangren devam ediyor:
Öğretmenler daha ilkokul birinci sınıf öğrencisi için test kitapları istiyor. İlkokulda çocuk kendisinden istenen beceriyi gösteremiyor. Sadece test ile başarısı ölçülüyor. Zekâ seviyesi test sonucunda belli oluyor. Öğretmenlerin ellerinden gelse anaokulda da çocuklara test verecek. İyi ki anaokulu öğrencileri okuma yazma bilmiyor. Velilerden yardımcı kaynak kitap olarak bu test kitapları alınıyor. Bu da yetmiyor, öğrenciler hafta sonları özel etüd merkezlerine gidiyor. Orada test ve tost ile muhabbetini ilerletiyorlar. Bütün bunlar öğrencinin en iyi ortaokula gitmesi için yapılıyor.
Ortaokul ve lisede durum yine değişmiyor. Milli eğitim müfredatında ortaokul ve lisede öğrenilecek konular bir kenara atılıyor. Koca koca profesörlerin bin bir emekle hazırladığı kitaplar çöpe atılıyor. Ortaokuldakiler en iyi liseye, lisedekiler de en iyi üniversiteye gitmek için test kitapları ve hafta sonu özel kurslara rağbet ediyor, bu durum giderek de artıyor. Özellikle liseler, üniversiteye kayıt yapmak için ihtiyaç duyulan lise diploması dışında başka bir işe yaramayan kurumlar haline dönüşüyor.
Bir dönem “Yedi Güzel Adam” ve Kara Lise etrafında dönen edebî, sosyal ve siyasal dönüşümler şimdilerde devam ettirilemedi. Maalesef düşünce yüklü bulutlar insanımıza bir iki gömlek büyük geldi. “Ben buz dağına şiir yazıyorum.” Diye merhum Cahit Zarifoğlu’nu çocuklarımız ezberlemişti şiirlerini. Liseye gelelim de bu şiirler gibi şiirler yazalım. Kara Lise diye haykıralım. Bazen şiir bazen de meydan okuyalım.
Merhum Mehmet Akif İnan ve arkadaşlarının “Fabrikalar okul olmalı, teknik okular da fabrika” sözünden çok uzaklaştık. Hiç olmazsa dört yıl olan liselerin son sınıfı müfredat dışında sadece üniversiteye hazırlık sınıfı şeklinde düzenlensin. Böyle bir müfredat uygulanırsa öğretmenler de rahatlayacaktır, öğrenciler de. Diyelim ki okul müfredatını uygulamak istemeyen öğretmenler bu sınıflarda değerlendirilebilir. Ki bu hocaların çoğunun dershane tecrübesi de vardır.
Para Kokusu:
Perşembe günü Netflix’te gösterilmeye başlanan “Para Kokusu” (Cash) da aynı espriye dayanıyor. Kuşkusuz ortada “Meleklerin Payı” gibi sınıfsal anlatısı oldukça keskin bir yapım yok. Karakterlerin ‘çalma’ motivasyonları da, gidilen yolda, seçilen final de farklı ama yine de ‘zenginden çalma’ fikrinin kendisi yeterince cazip!
Müzik videolarıyla tanınan, daha önce aynı platformda yayımlanan “La Révolution” (2020) adlı dizinin üç bölümü çeken Jérémie Rozan’ın yazıp yönettiği “Para Kokusu”, küçük bir Fransa kasabasında geçiyor. Ana karakterimiz Daniel, çocukluğundan bu yana neredeyse kasabanın her şeyine sahip olan Breuil ailesine nefret ederek büyümüştür. Yakın arkadaşı Scania ile birlikte bir iş kurarlar büyüdüklerinde. Ancak en büyük müşterileri Breuil olunca, onlara satmak zorunda kalırlar ve mecburen ‘proleterleşirler’! İkisi de Breuil’in parfüm fabrikasında işe girmek zorunda kalır. Daniel, bir vesileyle işçilere hediye edilen pahalı marka parfümü internetten satışa koyar ve anında satılır. Bu durum aklına bir fikir getirir. Artık Scania ile birlikte sıkı önlemlere rağmen fabrikadan parfüm çıkarıp internette satarlar. Kısa sürede iyi de para kazanırlar.
Ancak kapitalizmin yasaları işlemeye başlar. Talep geldikçe işler artar ve daha da büyümek zorunda kalırlar. İnsan Kaynakları Müdürü Virginie’i ve fabrikadan başka işçileri (sendika temsilcisi de dahil) sürece dahil ederler ve milyon avroluk bir şebekeye dönüşürler. Ta ki fabrikanın üçüncü nesil patronu Patrick Breuil kurumu satma kararı alana kadar.
“Para Kokusu”, ilk yarım saatte denklemini oldukça sınıfsal bir öfkeden kuruyor aslında. Karakterinin motivasyonu da böyle başlıyor. Ancak, bir noktadan sonra bu anlatıyı bir kenara bırakarak tamamen sınıf atlama rüyasına hatta soygun filmine meylediyor. “Meleklerin Payı”nı örnek olarak vermemin anlamlarından birisi de burada çıkıyor ortaya. Orada içinde soygunun da olduğu bir sınıf anlatısı inşa ediliyordu. Burada ise içinde sınıfın olduğu bir soygun hikayesine dönüşüyor film. Ki, bunu Virginie ve Daniel’in tarihi köprünün üzerindeki tartışmalarında da görebiliyoruz. Hal böyle olunca anlatı da bir intikam hikayesinden, köşeyi dönme fantezisine doğru meylediyor.
“Para Kokusu”, ilk yarım saatte denklemini oldukça sınıfsal bir öfkeden kuruyor aslında. Karakterinin motivasyonu da böyle başlıyor. Ancak, bir noktadan sonra bu anlatıyı bir kenara bırakarak tamamen sınıf atlama rüyasına hatta soygun filmine meylediyor. “Meleklerin Payı”nı örnek olarak vermemin anlamlarından birisi de burada çıkıyor ortaya. Orada içinde soygunun da olduğu bir sınıf anlatısı inşa ediliyordu. Burada ise içinde sınıfın olduğu bir soygun hikayesine dönüşüyor film. Ki, bunu Virginie ve Daniel’in tarihi köprünün üzerindeki tartışmalarında da görebiliyoruz. Hal böyle olunca anlatı da bir intikam hikayesinden, köşeyi dönme fantezisine doğru meylediyor.
Not 1: Popülizm yani seçim ekonomisi ise “başlangıçta kontrollü” ancak yılsonuna doğru şaha kalkmış bir şekilde hızlanacak. Ekim’e dek Şimşek&Erkan ikilisi restorasyona dair ne yaptıysa onunla yetinilecek. Zira sandığa ne girerse o çıkıyor. Popülizm girecek fakat çıkacak olan belki de 100 yıllık cumhuriyetin en ağır ekonomik faturası olacak.
Olacağı şu; motoru dağıtırız. Öyle ki “ekonomiye kaç, enflasyona tut” yöntemiyle 3 haneye koşacağız. Enflasyonla mücadele etmeyen, adeta onunla yarışan hükümetin, dev ekonomik yüzleşmeyi; seçim sonrasına bıraktığını görüyoruz. Seçim için gaz, restorasyon için fren ile sandığa gidilecek. Sonrası mı? IMF’nin acı reçeteleri dahi aratır düzeyde kendimize IMF olma dönemi…
Not 2: Makyavel, ünlü eseri Prens’te, iktidarla ahlakî ve dinî değerler arasında kurulan bağları reddetti, iktidarı kendi başına bir amaç olarak tarif etti. Ona göre bu amaç o kadar meşru idi ki, ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçları da otomatik olarak meşru hale getiriyordu. Makyavel’e göre iktidar sahibinin kullanması meşru olan araçların başında da ‘korku’ geliyordu; yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı… Yine Makyavel’e göre bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi.
Not 3: Gurbetçilerimiz, ailece Türkiye’de tatile gelmekte artık zorlanıyorlarmış. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, bari uçak biletine yardım istiyorlar.
Demek avroyla, dolarla maaş alan gurbetçiye de turiste de Avrupa’dan daha pahalı geliyoruz.
Kendi halkına TL bazında pahalı, yabancıya ise dolar bazında ucuzluk cenneti olmuştuk. Öyle bir ülke olmaktan kurtuluyoruz. Uyaranların dediği çıktı, artık herkese pahalıyız çok şükür.
Not 4: AK Partili Metin Külünk bile dün refahı zenginlere, yoksulluğu halka bölüştüren kapitalizmden şikayet ediyordu. Türkiye’de vergi zamlarını o yapıyor, halktan alıp zenginlere mi veriyormuş ne!
Güçlü, büyük Türkiye’nin doğduğu müjdesiyle içi dolup taşarken zamları görünce neye uğradığını şaşıranlara anlatsınlar. Kutlamalar, kısa sürdü vesselam.
Not 5: Seçimlerin hemen öncesinde Erdoğan’ın talimatını yerine getirip en düşük emekli maaşı 7.500 TL’ye yükseltildi. Ancak orada da bir hile yapıldı. Kök maaş değişmedi, ilave ücretle tamamlandı. Şimdi zam yapılınca 7.500 TL üzerine değil kök maaşa zam yapılıyor. Bu rakamın üstünde maaş alanlar ise kendisini mağdur hissetti. Ek ücret değil kök maaşlar yükseltilip memur maaşına yaklaştırılmalı.
Memur emeklileri ile işçi emeklileri arasındaki uçurum varlığını koruyor. Memur olmayan kesim çalışırken patronların gazabına uğrayıp aldığı maaş üzerinden değil en düşük ücretten sigortası yapılıyor. Emekli olduğunda hayal kırıklığı yaşıyor. Aldıkları zamlarla da bir market alışverişi bile yapamıyorlar.
Kurban Bayramı için muhalefetin vadettiği 15 bin TL nakit ikramiyeye itibar etmeyen emeklilerin mağduriyeti acilen giderilmelidir. İhracat artışı ve her yerden petrol fışkırması ile övünüyorsak, refah payını emeklilerimize de yansıtmalıyız. AK Parti’nin büyük şehirlerde muhalefetin gerisinde kalması bakan ve bürokratların bu tür hilelerinden kaynaklanıyor. Toplumun zengin kesiminden gayrı orta ve yoksul sınıfın mağdur edildiği algısının yerleşiyor olduğu şu zaman diliminde, hükümetin emeklileri ve geniş kitleleri peynirin hesabı ile baş başa bırakması toplumsal çöküntüye yol açar.
Not 6: 2023 temmuzunda M1 para arzının (ekonomideki nakit para, vadesiz mevduat ve çeklerin toplamı) 4.2 trilyona çıktı. Para arzının bu kadar artması çok daha sert yükselişler getirecek. Bir ülkede para arzından daha fazla para basarsanız bu enflasyona neden olur.
TBMM’ye sunulan teklifte KKM’de hazine desteği uygulaması, para basılması anlamına geliyor. Bu da enflasyonu çıldırtacak.
Muazzam açıklar para basılarak ve zam yapılarak kapatılmaya çalışılıyor. Bu zamlar enflasyonu tetikleyecek.
Keşke reformları sağlayacak bir program yapılsaydı. Vakit hala geç değil, yalnızca Körfez sermayesini değil Batı sermayesini de getirecek reformları hayata geçirebilirseniz halkın üstüne yüklenecek vergi yükünü hafifletebilirsiniz. Ama Batı sermayesi gelmezse, direkt yatırımlar olarak gelmezse halkın üstüne zamlar yağar, halk ezilir.
Zamlar demek, TL’nin değer kaybı, doların değerinin yükselmesi demek. Bu 30’un kırılıp 35’e gidilmesine yol açacak.
25 milyar dolar 4 aylık dış ticaret açığı. Sizin yılbaşına kadar durumu çevirmeniz, yılbaşından sonra 30’un kırılıp 35’in karşımıza gelmesine netice verecek.
Not 7: Fikirler de, toplumlar da ölür ya da durur. Sümerler, Asurlular ve Roma Uygarlığı gibi. Artık günümüz pek çok toplum için benzer örnekler göreceğiz. Tüketim toplumu her zaman yavaş ölümü seçer, azar azar ve gizlice olmalıdır, kişi umutlanacak bir çare aramaya, bu arada tüketmeye devam etmelidir. Zaten varoluş yoğunluğu azalmış, kendisine yabancılaşmış biri için ölüm çok önceden başlamıştır, haz-kaygı-doyumsuzluk döngüsü içinde…
Not 8: Hep aynı şeyleri söylüyor olmak, bir şey söylemek anlamına gelir mi?
Not 9: David Foster Wallace, ‚Bu Su‘ adlı kitabında, iki genç balığın yüzerken yaşlı bir balıkla karşılaşmasını anlatır. Yaşlı balık, genç balıklara, „Günaydın çocuklar. Su nasıl?“ diye sorar. Genç balıklar, bu sorudan bir şey anlamaz. Çünkü suyun bilgisine sahip olmaları, suyun dışına çıkamadıkları için mümkün değildir. Değişim, içinde yüzdüğümüz bu su...