Bugün seçim yapılsa ittifakların oyu % 40’lar civarında ve birbirlerine yakın oy alacaklar. Ne Cumhur İttifakının ekonomiyle ilgili yaptıkları ve söylemleri seçim kazanmaya yetiyor ne de Altılı Masa’nın eleştirileri.

Soru: Peki, bu “pata” yani “yenişememezlik” durumunu kim kendi lehine çevirebilir?
Cevap: Daha iyi siyaset yapanlar.
“Daha İyi siyaset” ne demektir?
Cevap: Ya bir ittifak diğer ittifakın bazı bileşenlerini yanına çekecek ve/veya oyunu azaltmaksızın ittifaklar dışında kalan HDP kitlesinin oylarını alacak.
Muhafazakâr kesimleri rencide etmeyeceği hatta ikna etmesi mümkün görünen Sayın Ekrem İmamoğlu’nun aday gösterilmesi iyi bir siyaset örneğidir. Keza Mansur Yavaş’ın milliyetçi kesimleri CHP’ye oy vermeye ikna edeceğinin görülmesiyle aday gösterilmesi de aynı iyi siyasetin bir diğer göstergesidir.

Keza önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sayın Abdullah Gül’ün aday gösterilme çabası “iyi siyaset”e ve aday olmamasına yol açan gelişmeler de “kötü siyaset”e örnek olarak gösterilebilir.
Bugün ve her dönem için “iyi siyaset”in parametreleri değişmemiştir ve aynıdır.
Cumhur İttifakının adayı bellidir ve ittifakın iyi siyaset ve kesin sonuç için yapabileceklerinin sınırı yoktur, çaba göstermek haklarıdır.

Altılı Masa için geriye, ortada cevabı verilecek tek bir soru kalıyor: Cumhur İttifakından önemli oranlarda oy alabilecek ve demokrat kişiliğiyle HDP seçmenlerine umut aşılayabilecek bir aday kim olabilir?

Seçmenlerin şahsiyetine hakaret anlamına gelen “ceket seçtirme” retoriklerini kullanan siyasetçilerden de siyasi yorumculardan da sıkıldık.

Nebati’nin Schumpeteri ve Yaratıcı Yıkım:

“Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım…” diye devam eden Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin meşhur konuşması… Açıkçası konuşmanın bu bölümü üzerine birçok yorum yapıldı.
Nebati’nin konuşmasında asıl şu cümleye dikkat çekmek isterim:
“Toplumları ileriye götüren itici güç ‘Schumpeter’in de yaratıcı yıkım’ şeklinde ifade ettiği üzerine aslında böylesine bir döngüdür.”

Nebati’nin konuşmasında Schumpeter’in yaratıcı yıkım kavramından bahsetmesinin önemli olduğu düşüncesindeyim. Böylelikle ‘yenilik, girişimci’ gibi günümüzün önemli kavramlarını hatırlatmak isterim. Zira hayat pahalılığı, yoksulluk ya da ayrımcılık, görmezden gelmeyi konuşmaktan bu kavramlara bir türlü sıra gelmiyor.

Schumpeter’e göre yaratıcı yıkımda ekonomik gelişme dört temel olaylar serisinden oluşmaktadır. Bunlar; başlangıç dengesi, inovasyon ve ekonomik gelişme, yenilenmiş denge ve evrimdir. Özetle, yaratıcı yıkımda, bir yenilik ikame etkisi nedeniyle birçok pazarın daralmasına neden olmakta ve bu arada yeni piyasalar gelişip farklı firmaları bünyesine çekmekte, bir anlamda bir sektör yok olurken diğeri doğup gelişebilmektedir.

Schumpeter daha genel bir yaklaşımla değişimin dinamiğinin girişimci olduğunu özellikle vurgulamıştır. Kısaca girişimcilerin ekonomiye sağladığı yararlar temel olarak şu şekilde belirtilebilir:
İş olanakları yaratmak, yeni ürün ve hizmetler sunmak, rekabeti arttırma yoluyla çeşitliliği ve kaliteyi arttırmak.

KÜRESEL KAPİTALİZMİN BALON EKONOMİSİ…

Menkul kıymetlerin piyasa fiyatları teminatları tarafından belirlenen temel değerlerinin çok üstüne nasıl çıkarlar? Bunun kısa vadede çok farklı sebepleri olabilir, ancak, en önemli ve bütün balonlardaki ortak sebep normalin altında düşük faiz ve parasal genişlemedir. Bugün bütün bir ekonomi halinde balonlaşmış ülke ekonomileri kadar, hatta ondan daha hayati önemi haiz olan, küresel ekonominin bir balon haline gelmiş olmasıdır. Bunun sebebi de küreselleşme süreci ile birlikte ABD hegemonyasının bir kaldıraç olarak kullanmak istediği finansallaşma sürecidir. 1990 yılında Soğuk Savaş’ın bitmesi ile başlayan süreçte dünyada dolaşan sermaye her geçen gün daha yüksek oranlarda sanayi ve üretim sermayesinden mali sermayeye dönüşmektedir. 1970’lerde dünyadaki toplam sermayenin yarısı reel sektörde yarısı da finans sektöründeyken bugün toplam sermayenin yüzde 20’si reel sektörde yüzde 80’i de finans sektöründedir. Yani 4 birimlik bir finansal işlemin sadece 1 birimlik bir teminatı vardır. Tıpkı bankacılık sisteminde olduğu gibi herkes elindeki menkul kıymeti paraya çevirmek isterse bütün finans piyasaları, buna bağlı reel sektör piyasaları çökebilir. Bu teminatı destekleyecek, mevduat sigortası benzeri, bir araç da bulunmamaktadır. Bütün bu küresel balon her an patlayabilir

Ülke bazında baktığımızda, örneğin kendi ülkemizi ele alırsak, 2002 – 2014 arasında sürekli gelen dış borç, bankalar kanalıyla tüketime ve inşaat, hizmetler gibi üretken olmayan sektörlere kredi olarak dağıtılmıştır. Üretim kapasitesi tüketim kapasitesi kadar artmayınca, fazla talep dışarıdan mal ithalatı ile karşılanmıştır. Oluşan cari açık dış borçla finanse edilmiş ve dış borç balonu her sene daha fazla şişmiştir. 2014’ten sonra dışarıdan gelen para muslukları her sene daha fazla kapandıkça dış borç ödemeleri ülkeyi daha da zor duruma sokmuş, döviz kurları her geçen sene daha hızlı bir şekilde artmaya başlamıştır. Kesilen dış sermaye musluğu balonu söndürmesin diye hükümet balonu döviz satarak ve para basarak tutmaya çalışmaktadır. Çünkü balonun sönmesi demek durgunluğun kalıcı hale gelmesi ve işsizliğin artması demektir. Hükümet bunun için 2018’den ve özellikle 2021’den bu yana para basarak ve rezerv satarak balonu şişirmeye devam etmektedir. Bunun doğal sonucu artan enflasyon ve cari açıktır. 

Türkiye gerçekten sahip olmadığı ve üretemeyeceği bir satın alma gücüyle yaşamak istemektedir. Yani Türkiye’nin satın alma gücü temel değerinin çok üstüne çıkmıştır. Ancak balon her an patlayabilir. Balonun patlaması ise 2001 benzeri bir ekonomik krize denk gelir.

Son söz: En iyi logo izah gerektirmeyen logodur.

Not 1: Halk nezdinde kabul gören ahlaksız hatipler sadece insanların duymayı arzuladıkları şeyleri söylerler.

Doğruyu Söylemek, Michel Foucault

Not 2: Dünya herkesi pençesi içine alan öfke içinde kaybolup gitmektedir. Zafer ne Tanrıya ne Şeytana aittir, zafer Deliliğindir.

Deliliğin Tarihi, Michel Foucault

Not 3: "En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı. Bilgelik çağıydı; ahmaklık çağıydı. İnanç dönemiydi; şüphecilik dönemiydi. Aydınlığın mevsimiydi; karanlığın mevsimiydi. Umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı. Öncemizde her şeyimiz vardı; öncemizde hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk; hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o dönem de bugünkü gibiydi; öyle ki, dönemin en gürültücü yetkililerinden kimileri, hem iyisi hem de kötüsü için 'en' ile başlayan karşılaştırmalarda ısrarcıydılar."
İki Şehrin Hikâyesi, Charles Dickens (1859)

Not 4: Birinin gidişi, diğerinin gelişini hazırlar. Bir şeyin bitişi, diğerinin başlangıcını.. Bu yüzden ne gidişlerden kork ne de bitişlerden….

Not 5: Dil bir temsile ‘bu gerçektir’ denmesiyle başlar. (...) Gerçeklik antropomorfik bir yaratıdır. Gerçeklik insan ürünü olabilir, ancak o bir oyuncak değildir, bilakis o insan yaratılarına göre ikincildir. İlk büyük insan icadı temsildir. Bir defa temsil etme işi yapılabildiğinde, ikinci dereceden bir kavram bunu takip eder. Bu gerçeklik kavramıdır, ancak birinci dereceden temsiller var olduğunda içeriği olan bir kavram (Hacking, 2016: 172).

Not 6:  Gerçeklik, insan dilinden önce de vardır. Gerçekliğin ‘gerçeklik’ olarak kavramsallaştırılması ise zorunlu olarak temsile göreli olarak ikincildir. Bu, aynı zamanda epistemolojinin ontolojiye öncelenmesidir. Bu bakış açısına göre, önce temsillerin yapımı gelir, ardından “temsillerin gerçek ya da gerçek dışı, doğru ya da yanlış, sadık ya da sadakatsiz şekilde yargılanması” söz konusu olur. Sonunda da dünya ortaya çıkar.

Not 7: “Bir kuş bir dağın zirvesine kondu, uçtu. Dağ bundan ne kaybetti ve ne kazandı?” diye soruyor Hazreti Mevlânâ, ‘Fihi Ma Fih’te.

Not 8: İnsanlıkta neden bir türlü dikiş tutturamıyoruz? Tutturduklarını söyleyenler var ama onlar da bunu o kadar haris biçimde yapıyor ki, mezarlıkta ıslık çaldıklarını hemen anlıyorsunuz. Hepimizde bir sıkıntı olduğu aşikar... İnsanın adımlarını kendi hakikatinin zıddına doğru attığını görmek için de dikkatli bakmak bile gerekmiyor. Yanlış adresle doğru menzile varılmıyor. Kendi hakikatimizle irtibatımızı sıkılaştıramadığımız, kendimizi kendimize yakın tutamadığımız sürece o ahengi yakalayamayacak, kendimizi bütün tutamayacağız.

Not 9: “Bilgi, yalnızca bizi tüm varlığımızla sarmaladığında kurtarıcıdır. Yalnızca toprağımızı sürüp bizi dönüştürdüğünde, sabanın toprağı yardığı gibi bizi yaran bir yol olduğunda... Metafiziksel bilgi kutsaldır. Kutsal olanın insandan, ‘olduğu’ her şeyi talep etmesi onun hakkıdır” 
Frithjof Schuon, ‘Manevi Perspektifler’ 

Not 10: Sadece pazarı ve müşteriyi bilmeniz yetmiyor. İşe gelip giden ama iş üretmeyen yani ‘sessiz istifa’ moduna geçen çok çalışan var. Ve patronlar bunun farkında değil.
Araştırmalara göre, Türkiye’deki her 4 çalışandan biri ‘sessiz istifa’ denilen modda bulunuyor. Her 3 kişiden biri ise kendisini çalıştığı şirkete ait hissetmiyor. Bizim çalışanları da maça dahil etmeniz gerekiyor. Türkiye’de bu çok büyük bir sorun. Bu sorunları çözebiliyor ve yönetebiliyor olmamız gerekiyor

Not 11: Kişide sürekli çalışma isteği bulunmasını savunan koşuşturma kültüründen ve bu kültürün getirdiği başarılara isyan eden tepkinin adıdır “sessiz istifa”.
Baktığınızda insanlık tarihi kadar eskidir bu anlayış; Sessiz istifa.
Yazılı olmayan ama her zaman işleyen bir kuraldır; Mutlu edersen, mutlu, mutsuz edersen mutsuz edilirsin.
Çalışana kendini değersiz hissettiren her şirket yerinde saymaya veya küçülmeye mahkumdur.
En alttaki elemanı bile kendini şirketin bir parçası olarak görüyorsa o şirket de büyümeye mahkumdur.

Not 12: Diyeceğim o ki; kırk kere "Türkiye Yüzyılı" demekle "Türkiye Yüzyılı" başlamaz.
Delirtmek için akıllıya, kırk gün 'deli' demek yeter belki ama peynir gemisi yürütmeye laf yetmez.
Yetse şimdiye kaç seçimdir miladımızın başlaması, artık bizi kimsenin tutamaması, şahlanmış da uçuyor olmamız gerekirdi.
"Türkiye Yüzyılı" adı altında milat 2053'e, şahlanma 2071'e, 2023 hedefleri 2123'e ertelenmiyordur umarım. Boşa kürek çekilir yoksa, tutmaz.
Tutması için cafcaflı bir logodan fazlası lazım, benden söylemesi.

Not 13: Para kazanmak artık çok zor ama kaybetmek çok kolay...
Hatta günümüzde para kazanıyor gibi gözüküp iflasa gitmek asıl gizli tehlike.
Gelin bunu bir kenar mahalle müteahhidi varsayımından yola çıkarak açıklayalım:
Müteahhidimizin 2020 yılında sermayesi 20 daire karşılığıdır. Daire maliyeti 400 bin TL etmesine karşılık satış fiyatları ise yaklaşık 500 bin TL etmektedir. Kısaca 8 milyon liraya mal ettiği inşaatını 2021 yılında 2 milyon lira kar ile 10 milyon liradan satmaya başlamıştır.

Ama o da ne?
Bizim müteahhit 100 bin lira karla (%25 kâr marjı) sattığı dairelerden 2 milyon lira kar elde ederken yeni inşatta daire maliyeti 700 bin TL’ye çıktı bile... Artık 10 milyon sermayesi ile sadece 14 daire yapabiliyor. 
Ve artık kâr marjını yeni risk ortamına göre artırarak yüzde 35’e çıkartıyor. 700 bin lira maliyetle ürettiği daireleri 950 bin liraya satıyor.
Umudu önceki zararının da çıkması.
Ve başarıyor da... 950 bin liraya peynir ekmek gibi dairleri satılıyor.
Ve hemen yeni inşaat için arsa, ruhsat vs işlemlere giriyor. Ve yeni inşaatın yapımına başlıyor ama o da ne??? Bir dairenin yapım maliyeti artık 1.300 bin TL olmasın mı?

950 bine sattığı 14 daireden elde ettiği 13 milyon 300 bin lira ile artık sadece 10 daire yapabiliyor...

Bakın müteahhidimiz aslında hep karlı sattı ama sermayesini 20 daireden 10 daireye düşürdü.
Şimdi burada kar mı etti, zarar mı?

Not 14: Son 1 yılda TL yüzde 16 civarı kazandırırken kuru fasulye yüzde 140 artış göstermiş. Tabiri caiz ise TL’den 10 kat daha fazla kazandırmış.
Kuru fasulyenin bile 10 kat değer kazandığı bir yerde TL’nin ikinci büyük fonksiyonu olan “tasarruf etme” aracı olması artık raftan kalkıyor denilebilir.
TL ile sadece anlık alışveriş yapacağız... o kadar.

Aslında TL’yi ABD dolarına endekslemeye başladığımızı “Küçük Amerika” yazımda belirtmiştim. Hatta TL ile tasarrufun hızla gerilediğini ve yakında TL ile kredi verme imkanının da kalmayacağını anlatmıştım...
Hatta daha da ileri gidip: TL ile kredi verecek finans kurumlarının da çok risk altında kalacaklarını, ya da ortada kalamayacaklarını anlatmıştım...
Durum açık ve net...
Sistem aşırı tıkanmaya doğru hızla gidiyor.
Benden hatırlatması...
Kuru fasulyeyi bile ararsınız... bilesiniz.

Not 15: Okur yazarlığın azlık ya da çokluğunun alfabe ile doğrudan ilgisi olduğu düşüncesi herhalde bir tek bizim ülkemize has bir durum olabilir. Çünkü, Arap Alfabesinden Latin Alfabesine geçişin gerekçesi olarak çoğunluk “efendim Arap alfabesi ile yazıp-okumak zordu” açıklamasından öte gidemiyor. Halbuki daha akıllıca ileri sürülebilecek bir çok sebep var.

Meselenin alfabenin zorluğu ya da kolaylığı olmadığını Japon tarihi bize gösteriyor. Meiji Restorasyonu döneminde Japonlar (1868-1912) 44 yıllık bir süreçte okur-yazarlık oranını geleneksel alfabeleri ile yola devam ederek nerede ise %100’e ulaştırmışlardı. Biz ise 100 yılı geride bırakmaya ramak kalmışken hala bu orana ulaşamadık ve bir 20 yıl daha ulaşamayacağız.
İşin sağına soluna girmeden neden ulaşamadığımızı aslında birkaç cümle ile açıklayabiliriz.
Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroların ekonomik bir vizyonlarının olmaması bunun ana sebebi. Liberalizmden başlayıp sosyalizme kadar savrulan görüşler hep birlikte yürütülmeye çalışılmış, azıcık oradan azıcık buran misali.

1929 Dünya Ekonomik Buhranından faydalanamamak işte bu eksikliğin ürünü. Şevket Süreyya Aydemir bu konuda Ankara’nın umursamazlığı ve kaçırılan fırsatı Suyu Arayan Adam kitabında anlatır. İleride Kadro’cuların başına gelenlerde malumdur.
Osmanlının talihsizliği tam manifaktür üretim sürecini tamamlamaya çalışırken Batı’nın Sanayi Devrimini gerçekleştirmesi oldu. Cumhuriyet ise sanayi inkılabının gereklerini yeterince kavrayamadı. Yıkılan bir imparatorluğun küllerinden üniter bir devlet yaratma çabası içinde gelenekten koparken, Batılılaşmayı da maalesef daha çok şekilcilikte aldı.

Dünden bugüne gelecek olursak, okuryazarlık meselesini ne denli yanlış anladığımızın en güzel göstergesi ise üniversitelerimizin durumu. Dünyanın gelişmiş hiçbir ülkesinde eğitim bizdeki kadar fetişleştirilmemiştir. Ve maalesef Ak Parti iktidarı üniversite işini o kadar yanlış anladı ki bugün içine düştüğümüz çıkmazın baş müsebbibi oldu.
Sırf resmi işsizlik rakamlarını düşük göstermek için gençleri liseden bozma üniversite kapılarına yığdık. Şimdi de harç bitti yapı paydos misali bu okullardan mezun olan milyonlarca genç, kısmen haklı olarak, hak ettiklerine inandıkları diplomaları karşılığı devletten iş bekliyorlar.

Ekonomi bilgisi derken buradan CHP’nin tepe kadrolarına da naçizane bir uyarıda bulunalım.

Sayın Kılıçdaroğlu Sivas’ta “20 yılda AK Parti hükümetinin kurduğu bir tek fabrika var mı?” diye sordu. Metinde geçen bu cümleleri CHP’nin danışman kadroları yazdı ise hemen istifa etsinler, eğer onlar yazmamış Sayın Kılıçdaroğlu bu sözü irticalen etmişse kendisine işi bilen kimselerden yardım alarak 1930’lu yıllarda yaşamadığımızı ve bugünün ekonomik gerçekliğinin farklı olduğunu hatırlatmak sanırım onların görevi olmalı.
Alfabe dedik, üniversite dedik, sanayi dedik bir arpa boyu yol gidemedik. Koskoca Başkentin dibine 220 km yakınındaki köyüme okul ancak 1972’de gelmişti, şimdi ise 10 km ötesine Ak Parti yüksekokul açtı!?..
Cümleten hayırlı olsun…