Kısasta hayat vardır

Bir parti liderinin "dibine kadar" sokulup, ona yumruk atmak neyin nesidir? Bunun yerine bıçaklı veya tabancalı bir saldırı da yapılabilirdi

Yediği yumruk sebebiyle Özgür Özel’e çok geçmiş olsun.

Bilemem ama dilerim ki tez vakitte o yumruğun hesabı sorulsun ve sorulacaktır da. Hem devlet peşini bırakmaz işin hem de CHP.

Özgür Özel’e yumruk atan herifin adı Selçuk Tengioğlu. 2004 yılında iki çocuğunu önce silahla vurup ardından ölmediklerini fark ettiğinde ikisini de bıçakla öldüren bir psikopat. Tengioğlu’nun kızlarından biri, ikinci kat balkonundan atlayarak kurtarmış kendini.

Bu katil herifin aile içi şiddet, cinsel taciz, uyuşturucu madde satmak gibi uzun bir suç listesi de var. Ve maalesef çoktan idam edilmesi gereken bu vahşi yaratık, müebbet hapis cezasını yatıp 2020’de “şartlı tahliye” ile serbest kalmış.

Diyor ki, “Ben daha önce yemek kartı için CHP’ye başvurdum. Ancak partili olmadığım için yemek vermediler. Bundan dolayı da uzun zamandır sinirliydim! CHP’nin sokağa gençleri çağırmasıyla ilgili daha önceden biriktirdiğim siniri içimde muhafaza ediyordum. Taksim’de kaldığım apart otelden çıktım, oraya gittiğimde saldırı niyetim yoktu. Gördüğüm anda sinirlerime hakim olamadım!”

Ne tezgâh ne tezgâh!

“Özgür Özel’e ülkeyi karıştırmaya çalıştığı için” kızmış!..

Bunun için de ülkeyi karıştıracak bir eylem yapmış!..

Yemek kartına muhtaç olacak kadar fakirmiş ama

Taksim’deki bir apart otelde kalıyormuş.

Ağabeyinin dediğine göre koyu Atatürkçüymüş!

Ne tezgâh ne tezgâh…

“Hazırlanmış bir ifade”!

Ve bir de…

Sıcak saatlerde, bir “sivri dilli politikacı” tarafından gündeme taşınan “Osmanlı Torunuyum dedi” uydurmasına da dikkat edelim.

Bu olay maalesef ülkede can güvenliğinin olmadığını, alınan tedbirlerin veya cezaların bir işe yaramadığının göstergesidir. Ayrıca suç dosyası bu kadar kabarık bir adamın; alan taramasından geçip, elini kolunu sallaya-sallaya herhangi bir parti liderinin yanına sokulması ise son derece düşündürücüdür.

Unutmamamız gerekir ki, siyasi tarihimiz faili meçhuller ile, çözülememiş cinayetlerle doludur. Dolayısı ile, her parti liderinin kendisi için bir koruma kalkanı oluşturması, kendi istihbarat kaynaklarını güçlendirmesi bir zorunluluktur. En fazla barışa ve huzura ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde, bir meczubun çıkıp işleyeceği siyasi bir cinayet tüm ülkeyi sonu belli olmayan bir kaosa sürükler.

Eğer Özgür Özel'e bir şey olsa idi sonrasında olacak olayları tahayyül bile edemezdik.

Elektrikle, yağlı urganla, tek kurşunla infaz edilmesi gereken bir adam, Taksim’in ortasında, memleketin en büyük ikinci partisinin genel başkanına yumruk atıyor.

O zaman şöyle söyleyeyim. Modern hukukun, -bu modern hukukun belirleyicisi kim olursa olsun- adaleti asla temin edemediğini düşünen taraftayım oldum olası. Öyle rezil bir hukuktur ki modern hukuk, suçun sabitliğini bile zamana ve zemine göre esnettikçe esnetir. At çalmanın idam cezasını gerektirdiği dönemlerden pedofili sapıklara “hasta” denilen yere geldi modern hukuk ve bu haliyle tam karşılığı “sefalet” bence.

Kalabalıkların karşısına çıktıklarında parti liderleri çelik yelek giyerler mi? Bilemiyorum. Ama açık hedef teşkil ettikleri bir gerçektir.

Termal kameralar ile topluluklar taranıyor mu? Elinde, belinde silah olan birileri tespit edilip, miting öncesi yakalanıyor mu? Bilemiyoruz.

Taammüden böyle bir eyleme girişecek kişilerin kaçışının önlenmesine yönelik güvenlik koridorları kuruluyor mu?

İnanıyorum ki, emniyet ve istihbarat birimleri öncelikli olarak liderlerin korunmasına yönelik tedbirleri alıyor ve uyguluyorlardır.

Yeterli mi?

Hiçbir zaman yeterli değildir. Büyük kalabalıkları kontrol etmek zordur.

Ülkenin içinde bulunduğu durum malum. Öfke kontrolü olmayan insanlar, üç kuruş için ölümü bile göze alacak meczuplar, yabancı provokatörler tarafından yönlendirilebilecek ülkeyi karıştırmak isteyenlerin tutacağı kiralık katiller her zaman, her ülke ve her lider için büyük bir tehlikedir.

Bize düşen tek şey gerçekleri görmek; sonradan dövünmemek ve yanmamak için yaşadığımız topluma sahip çıkarak onları aydınlatma, öfke ve şiddet sarmalından arındırmak olmalıdır.

Çünkü geleceğin en önemli problemi, içlerinde çoğalan öfke ve şiddeti kontrol edemeyen insan grupları ile uğraşmak olacaktır.

“Hapishanenin icadı adaletin tecellisini imkansız hale getirdi” desek yeridir.

Tamam. Hukuk, adaletin tecelli etmesi için insanlar eliyle yazılan bir kurallar bütünüdür de, adalet bir türlü tecelli etmiyorsa “yahu burada esastan bir yanlışlık var” dememiz gerekmez mi?

Bugün suça bulaşmayan milyonlarca insanın kendini güvende hissetmediği bir vasatta yaşamaya çalışmasının baş suçlularından biri “çocuklarını öldürmüş bir psikopatı sokağa salan” modern hukuk değil midir?

Büyükşehirlerin periferisinde, hapse girip 3-4 ay yatmayı “iş kazası” olarak değerlendiren ve gayrı meşruyu “istihdam alanı” olarak gören on binlerce insanla bir arada yaşamanın yükünü taşımak zorunda değil miyiz modern hukuk sayesinde?

Çare basittir. Suçun gerçek cezasını, muadilini insanlara yaşatacak bir hukuk düzeni kurmak. Kendisinde hayat bulacağımız kısas düzenine ve zindan konseptine dönmek.

Kısasta hayat vardır. Kriminalize olmuş tipleri ya hayattan ya da toplumdan ayırmada bereket vardır.

Selçuk Tengioğlu ve benzerlerinin yaşamasına izin verirseniz olacağı budur çünkü. Herifi öldürmek ya da zindanda çürümeye terk etmek yerine “infaz yasası bilmem ne” diyerek sokağa salarsanız olacağı budur çünkü.

Son olarak şunu da ifade edip yazıyı noktalayayım: Özgür Özel’in “Bu, siyaset kurumuna yapılmış bir saldırıdır!” cümlesi önemliydi.

Bu ülkede daha nice tezgâhlar kurulacak.

Ve biz hepsini, hep birlikte aşacağız İnşaAllah.

Geçmiş olsun saldırıya uğrayana ve lânet olsun tezgâh kuranlara!

Son söz: Ticari kredi reel faizleri incelenirse son 10 yılın net olarak görülen şudur: 4 sene; 2020-2024 arası şirketlere, sermayeye, zenginlere servet transferi yapılmış ve bedeli enflasyon ödenerek geniş halk kitlelerine ödetilmiş. Enflasyon ve negatif reel faiz lobisi zombi şirketlerini ve lüks harcamalarını fakirlere ve orta sınıfa mensup kesime devlet eliyle finanse ettirmiş. Bunu da düşük faizler sanki halkın genelinin menfaati gösterip rıza üreterek yapmışlar. Bu arada bazı orta sınıf mensuplarına da; sayıları düşük de olsa; kemik olarak ev kredisi düşmüş ve onların da kanı oradan bitlenmiştir. Negatif reel faiz zengini daha zengin fakiri daha fakir geniş halk kitlelerini yoksullaştıran bir sistem yaratır her zaman.

Aforizma: ‘Başarısızlığa açık olmak ve başarısızlık geldiğinde heyecanını yitirmeden devam edebilmek bir kişilik göstergesidir.

Acı: Şehit Önder Özen'in kızından yürek yakan sözler:

Kadın komutan: Dikkat edelim iğne sana batmasın.

Şehit Önder Özen’in kızı Alya: Toplu iğne babama batıyor. Babaya batmadan kenardan yapalım.

Çocuk bir aynadır.

Babası da onu hiç incitmemiş belli.

Seni incitmeyen o baban, bizim onurumuz ve gururumuz.

Babanın mekanı cennet, senin ömrün, uzun ve mutlu olsun küçük kızımız Alya.

Kulağa küpe: “Her mevsim içimden gelir geçersin.” Vefasız bir yolcuya seslenirken kalbi viran olan çaresizi şimdi kim duyacak? Elveda demekle kapanmaz ki yaralar. Daha çok açılır, acılar yumağına sarılır ten ve can. Sevmek güzel şeydi. Oysa vedalar, ölümü beklenen biçare gibi, gözlerinden ışığı çekilen ve teninden nefesi uçan hasta gibi bırakır insanı. Bîmâr bırakılan gönül şimdi kafeste. “Âdeti hûbların cevr ü cefadır ammâ/Bana ettiklerini kimseye etmediler” diyen Necâtî gibi gamlı ve bahtsız bir gönül… Koskoca dünyayı kafese çeviren bu cevr ü cefayı sevmekle göğüsleyecek o gönül ve şimdi son kez seslenecek: “Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı” deseler de seni sevmek güzel şey…

Ustalardan: İntikam gibi, affetme fantezisi de çoğu sıradan insanın ulaşamayacağı bir şey olduğu için genellikle acımasız bir işkenceye dönüşür. Halk bilgeliği, affetmenin ilahi bir şey olduğunu kabul etmiştir. Ve çoğu dini sistemde, ilahi affetme bile koşulsuz değildir. Gerçek affetme, failin itiraf, pişmanlık ve telafi yoluyla affedilmeyi araması ve hak etmesiyle mümkün olur.'

Judith Herman

Eskilerden: Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyuz

A'lâlara a'lâlanuruz pest ile pestüz.

Ruhi Bağdadi

Bu fani dünyada ne zengin, ne de dilenciyiz.

Büyüklük satanlarla yüksekten konuşur, mütevazı kimselerle mütevazı oluruz.

Hakikat: Uçmayı öğrenmeden göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi kalbimiz.

Cahit Zarifoğlu

Not 1: “Elleri vardı, siz bilmezsiniz

Ben tek başımaydım, onlar ise yalnızdı

Şubattan kalan bir gece yarısıydı sanki bütün caddeler

Yine yenik ve gazetesiz ayrılıyorduk bir çağdan

Çağın canı cehenneme

Cennet nereye düşer şimdi

Annesinden dayak yerken sorunca çocuk

Ellerin vardı, sen de bilmezdin

Hatırı sayılmak kimsenin aklına gelmeyen bir yoksul gibi

Karşında duruyordum.”

(Bülent Parlak/Şubat Kimseye Çekmedi)

Not 2: Yaşamak sadece bir hak değil, izzetle sürdürüldüğünde değerlidir. Ve bu izzeti korumak hem bireysel hem toplumsal bir sorumluluktur. Tanıl Bora’nın şu cümleleri ile aslında birçok şeyin özeti gibi; “Evet, gidecek başka yerimiz yok- aslında burası da yok! Gidilecek bir yer, gitmeye değer bir yer, özenilecek bir yer yapmak lâzım “bura”yı.” Unutmayalım: Kutsal olan yaşam değil, izzetiyle yaşanmış hayattır.

Not 3: Küresel sistemin toplam GSYH’si 2000 yılında 34,2 trilyon dolardı. Sıfır yılından (milat) 2000 yılına kadarki bütün gelişimiyle küresel sistem 36,7 trilyon dolarlık yıllık gelir yaratabilme kapasitesine ulaşmıştı. Aynı yıl küresel borç tutarı (kamu borcu, özel kesim borcu, hane halkları borcu dâhil) 110 trilyon dolar dolayındaydı. Demek ki dünya, bir yılda yarattığı gelirin üç katından biraz fazla borç stoku yaratmış durumdaydı.

Küresel sistemin toplam GSYH’si 2024 yılında 111 trilyon dolar. Aynı yılın küresel borç stoku (kamu borcu, özel kesim borcu, hane halkları borcu dâhil) 320 trilyon dolar. Dünya 111 trilyon dolarlık GSYH yaratabilmek için onun üç katına yakın bir borç stokuna ulaşmak zorunda kalmış görünüyor. 2000 yılına göre son 24 yılda GSYH de toplam borç stoku da aynı şekilde artmış.

2016 yılında küresel borçların küresel GSYH’ye oranı yüzde 320 iken bu oran pandemide (2021) yüzde 362’ye çıkmış. 2024’de bu oran yüzde 333. 2024 yılında küresel GSYH 111 trilyon dolar olarak tahmin edildiğine göre borç ile gelir arasındaki ilişkiyi gösteren 3 çarpanı değişmiyor demektir.

Buradan kabaca şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün: Dünyada 1 dolarlık yeni gelir yaratabilmek için 3 dolarlık borçlanma yapılması gerekiyor.

Artık alınan borçlar yeni bir kaynak girişi sağlamak yerine eski borçların kapatılmasında kullanılıyor. Bir süre sonra eski borçların kapatılmasına da yetmeyecek.

Sonrası meçhul!

Büyük küresel buhran dünyayı dümdüz ettiğinde borçlar sıfırlanır elbet!

Not 4: Milletin hakimiyeti, demokrasi ve cumhuriyet kavramları tüm dünyada siyasi yaşamın testlerinden geçti ve değişti. Hukuk devleti kavramı öne çıktı. Anlaşıldı ki; isterse milletin kahir ekseriyeti tarafından seçilerek iktidara gelmiş olsun, bir şahsa veya adı millet meclisi de olsa, bir heyete “kayıtsız şartsız egemenlik” vermek diktatörlük anlamına gelir.

Not 5: Hem “hak, hukuk, adalet” üçlemesi yapmak hem de “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” demek yaman bir çelişkidir. Bu, belli bir süre için seçilmişleri sınırsız yetkilendirmedir. Böylesi bir yetkinin ne kadar büyük adaletsizlikler yaratabileceğini bizden iyi kestirebilecek bir toplum olamaz. Millet uzaktan bakınca tek ama yakından bakınca çoktur. İçinde ekonomik çıkarları ve sosyal tercihleri birbirine zıt yüzlerce küme vardır. Bunların mümkün mertebe barış içinde yaşaması için, millet hakimiyetinin, “kayıtlı ve şartlı” (restricted and conditional) olması gerekir. Bunu da değiştirilemez anayasa, uluslararası anlaşmalar ile evrensel hukuk normları belirler.

Not 6: Dün için doğru olan hâlâ doğru olabilir, ama dün için.

Not 7: Geçmişte bazı kapitalist ülkelerde de “ücret-fiyat” sarmalını durdurmak için kısa süreli “fiyat ücret dondurma” yöntemi uygulanmıştır. Ama kural olarak, devletin fiyatlara müdahalesi enflasyonu indirmez aksine çıkartır. Serbest piyasa “insan yapması” bir sistem değildir. Binlerce yılda yüzbinlerce deneme yanılma deneylerinden geçerek bugünkü kompleks yapısına ulaşmıştır. Son soru: Serbest piyasa sisteminde, devletin enflasyonla mücadelede rolü nedir? El cevap: “Piyasanın oyuncusu değil, oyunun hakemi olmaktır.”

Not 8; Enflasyonla mücadelede Merkez Bankası ile Maliye Bakanlığı’nın görevlerini yapmaları gereklidir ama yeterli değildir. Bunlara ilaveten “adil rekabet ortamı” yaratılması fiyat istikrarını sağlamada yaşamsal öneme sahiptir. Bu amaçla “hakem/devlet” küçük-büyük, gerçek-tüzel, yerli-yabancı ayırımı yapmadan, piyasa oyuncularını, yasa ve yönetmeliklerin sadece şekline değil ruhuna da uygun davranmaya zorlamalıdır. Alıcı veya satıcıların kartel oluşturmasına, ahbap çavuşların ve yandaşların sırtını merkezi veya yerel yönetimlere dayayıp rant yaratan imtiyazlar edinmesine, yapım ve alım ihalelerine fesat karıştırmasına, kamu bankalarından düşük faizle yüklü krediler alıp sonunda çamura yatmasına, torpil veya rüşvetle çevre koruma yasaklarını delmesine, imar katsayısı büyütmesine, nasıl olsa af çıkar diye vergi kaçırmasına veya vergi ve sigorta primi ödemelerini kasten aksatmasına meydan vermemelidir.

Not 9: Aklıma bir zamanların tanınmış sitüasyonist düşünürü Guy Debord'un şu sözleri geliyor: "Artık bilimden dünyayı anlaması ve bir şeyleri iyileştirmesi değil, olup bitenleri MEŞRULAŞTIRMASI isteniyor. İşte bugünün rezil dünyasında satılmış bilimin manzarası..."

Not 10: Depreme hazırlık olarak ve deprem sırasında ne yapmalı?

Bu konuda da birbiriyle çelişen bir sürü tavsiye havada uçuşuyor.

Tabii bir de depremi en acı biçimde yaşamış insanların dibine kadar "hakiki" reaksiyonları var. Maraş’ta yaşayan değerli Orman Mühendisi Fazilet Çam, sosyal medyaya şöyle yazdı: "6 Şubat depremini yaşamış biri olarak hiçbir tavsiyem yok. Önceden planladığınız hiçbir şeyi yapamıyorsunuz zaten. İnşallah büyük deprem olmaz."

Not 11: Kent (şehir değil, o başka bir şey) insanı ve özellikle gençler kendini pilava vurdu...

Şaka yapmıyorum...

Sizi bilmem benim dolaştığım semtlerde adım başı pilavcı var.

Önlerinde kurye motorları vızır vızır...

Gençlerin harçlığı pilava yetiyor artık, ne yapsınlar!

Pilav ve yanına salata; pilav ve üstüne bir avuç yarım haşlanmış nohut, pilav ve kapkara ve tadı zehir gibi bir musakka...

Pilav fiyatları da artınca ne yenilecek acaba? Düşünmek istemiyorum.

Not 12: Önceki gün annesi ölmüş sanatçının konsere çıkması, iki gün önce babası ölmüş futbolcunun sahaya çıkması profesyonellik değil vicdansızlıktır, paranın köpeği olmaktır, modern gönüllü köleliktir. . Aynı zamanda duygu yoksunu sosyopat bir vefasızlık halidir. Hani işe gitmese aç kalacak korkusu olsa anlarım. Sanatçı şarkıcı futbolcu tonla para kazanıyorlar, hala doyumsuzlar. Kısaca anasının babasının yasını tutmayan bir insan değil başka tür şizofren psikopattır, ruh hastasıdır hayatın olağan koşulları altında. Bu tarz durumlara güzelleme yapılması da tam bir aymazlıktır. Böyle böyle insanlığımızı kaybedip robotlara, makinelere, zombilere dönüşüyoruz. Yasını tutmayana insan mı denir!

Not 13: Bir insan, düzenli olarak ben yalan söylemem deme gereği duyuyorsa, yalan söylüyordur. Bir devlet adamı, iki günde bir burası hukuk devletidir deme gereği duyuyorsa, orası hukuk devleti değildir. Şaşmaz kuraldır.

Not 14: "Zeminimiz Japonya, binalarımız Hindistan, kafalarımız Afganistan, fiyatlarımız New York" diye bir söz duymuştum bu deprem sürecinde. Bundan daha iyi bir tanımlama olmadı henüz.

Not 15: Zaman değişir, şehirler büyür, insanlar küçülür. Ama bazı kelimeler vardır ki ne çağ eskitir onları ne zihin unutur. Karacaoğlan’ın “hatırdan, gönülden geçici olma” sözü böyledir işte. Çünkü insan, ömrü boyunca neyi unutur? Unuttuğu, kendisinde iz bırakmayan; gönlünde yer etmeyen şeylerdir. Asıl mesele, geçici olmamaktır; bir kalpte, bir dostlukta, bir hatırada daim kalabilmektir. Her dizede bir irfan yatar. Şairin öğütleri yalnızca bireye değil, bir toplumun mayasına yöneliktir. Mecliste nasıl oturulacağını, nasıl konuşulacağını, insanın kendini nasıl sınaması gerektiğini anlatır. “El iki söylerse sen birin söyle” derken aslında bir suskunluğun değil, bir bilgelik dilinin altını çizer. Çünkü kelâm, sadece konuşmak değil; yerinde susabilmeyi de bilmektir.

Not 16: Her gün milyonlarca insan uyanıyor. Kimisi işe gidiyor, kimisi iş arıyor. Kimisi hayatta kalmaya çalışıyor, kimisi sadece dayanıyor. Ama bir şeyi çoktan unuttuk: Yaşamak dediğimiz şey sadece nefes alıp vermek değil. İnsan sadece yaşamak için yaşamaz; onurlu, güvenli ve adil bir yaşam için yaşar. Yaşamanın kıymeti, içinde ne kadar izzet taşıdığıyla ölçülür.

Not 17: Bugün adalet arayan milyonlarca insan var. İşsiz gençler, güvencesiz çalışan emekçiler, evine ekmek götürmekte zorlanan aileler… Hukukun zayıf olduğu, temel hakların sürekli ihlal edildiği bir düzende, kimse gerçekten “yaşıyor” sayılmaz. Çünkü bir toplumda hukuk yoksa, adalet sağlanmıyorsa, insanın onuru da korunmaz. Ve izzeti elinden alınan bir yaşam, yalnızca bir varoluş mücadelesidir.

İzzetli yaşamak, insan kalabilmenin en sade ama en direngen hâlidir. Başını dik tutmak, korkmadan yaşamak, hakkını arayabilmek… Bunlar lüks değil, temel insan hakkıdır. Yaşamak ancak bu koşullarda bir anlam kazanır. Aksi halde, sadece hayatta kalmış oluruz — ama insan olarak değil, suskun birer gölge olarak.

Bugün, bir işçinin alın teri dökmesine rağmen geçinememesi, bir kadının güven içinde sokağa çıkamaması, bir öğrencinin gelecek hayali kuramaması, sadece sosyal sorunlar değil, aynı zamanda izzetli yaşamanın önündeki engellerdir. Ve bu engellerle mücadele etmek, yalnızca bireysel değil, kolektif bir sorumluluktur.

Not 18: Yaşamak sadece bir hak değil, izzetle sürdürüldüğünde değerlidir. Ve bu izzeti korumak hem bireysel hem toplumsal bir sorumluluktur. Tanıl Bora’nın şu cümleleri ile aslında birçok şeyin özeti gibi; “Evet, gidecek başka yerimiz yok- aslında burası da yok! Gidilecek bir yer, gitmeye değer bir yer, özenilecek bir yer yapmak lâzım “bura”yı.” Unutmayalım: Kutsal olan yaşam değil, izzetiyle yaşanmış hayattır.

Not 19: Ayrıydı, farklıydı ama, kendini ortaya koyamamanın iç azabını sessizce yaşıyordu.

Yitik Cennet, Sezai Karakoç

Not 20: Yüzüm sana çevrili

Adımım sana

Irmaklarına

Bir lokma suyla geldim, su denmez kabul ola affola ..

Cahit Zarifoğlu

Not 21: Ruhunuzun kirlenmesi dolmadı mı?

Cahit Zarifoğlu

Not 22: Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu zamanında uzun bir süre politika faizi enflasyonun çok altında kaldı. Bu sürede birçok şirket enflasyonun çok altında faizle kredi kullandı.

"Faizler düşük olursa şirketlerin krediye erişimi kolaylaşır. Bu kredilerle yatırım yaparlar, üretim artar ve enflasyon da artan üretimle düşer" şeklinde bir iddianın mesnetsiz olduğunu da gördük. Eğer "enflasyon sadece üretimle düşer bunun için de ucuz kredi gerekir" iddiaları gerçek olsa şimdi üretim de artmış olurdu ve ülkemizde de dünyanın en yüksek 5. enflasyonu (TÜİK'e göre) olmazdı.

Not 23: Yönü Allah rızası kazanmaya çevrilmemiş her ne işe bulaştıysanız o ilişkilere son verin. Unutmayın ki insanoğlu cennet için yaratılmıştır. Cenneti özlüyoruz çünkü insan olmamız hiçbir emek sarf etmeden en iyisine kavuşma duygumuzu besliyor.

İsmet Özel

Not 24: 1509 BÜYÜK İSTANBUL DEPREMİ.

İstanbul Nüfus: 50.000

İstanbul Ölü: 15.000

Çorlu Nüfus: 5.000

Çorlu Ölü: 4.000

KASLI hocanıza güvenin tabii siz...

Not 25: Esas karı koca şirket kurmaları ilgincime gitti. Takı şirketi. Sağ olsun AK Parti herkese bu iş nasıl yapılır öğretmiş. Para değil takıldığım. Sistematik ahlaksızlık ve haksız kazanç ve haram tüm ülkede kurumsallaşmış. Ne gerek vardı ki bunlara! Yönetmeye aday olanlar uzak durmalı bu işlerden. En azından güç azgınlarından. Ailece pisliğe batmış durumdalar. Kolay para herkese tatlı geliyor.

Not 26: Biz, sakalları şiirle karışık,

Kalpleri Allah ile barışık adamları çok sevdik..

Not 27: tarihin kırılma noktalarını anlatan bir kitap okuyorum. Çekoslovakya’nın, Yugoslavya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dağılması gibi başlıklar var. Hepsine tanık olduğumu anımsayınca ürperdim. Bir dinozor kadar yaşlanmışım meğer. Köye yerleşip tavuk yetiştirme vaktim gelmiş galiba.

Not 28: Bir kere gelindi mi bir şehre tekrarını dilerdi ruh. Öyle oldu ve o kaç kez tekrar başka vesilelerle gelmişti buraya. En son, depremin arsız pençesi her yana çarpmadan evvel on beş güne inmişti gidip gelmesi. Şiirden insana nasıl çıkılır, şehir insana doğru nasıl okunur, bir cümleyi kurarken aslında neyi kurarız sorularının ışığında gözden göze, yazıdan sese, gönlün, tecrübenin bilgisi açık edilmişti. Kağıt hışırtıları, bahara bel vermiş dut gölgeleri fakat asıl şiirin kader saati mi aranmıştı? O zaman da görmüştü. Tekrar da bilmişti. İmge ile gerçek burada da boğaz boğazaydı. Kimse söz dinlemiyordu. Herkesin aklı birbirinden ziyadeydi. Bina bina diye şakıyordu tavus kuşu. Çarşı bir yana, kale bir uca, devlet öte kanada, belediye, parti, cemiyet gururunun kanat vuruşlarıyla pervasızdı. Hele en son ziyaretinde kaldığı otel hayli korkutmuştu onu. Bir taraflarda bir karaltı horultusu, bir şeytan anaforu görünmeden dolaşıyor muydu? Sezmek korku vericiydi.

Not 29: Felaket gelmeden kimse ona inanmaz kötü belirmeden var sayılmaz. Alıp satmanın, kazıp yükseltmenin şehveti, cenah, yaş, inanç, kültür tanımaz bir altın çene kalıbı benzeri yorulmadan yapışıp kalır yüzlere. O da, koluna girip duyudaş olduğu birkaç dostla dile dökmüştü bu gidişi. Yıkım haberi geldiğinde ben sezmiştim, tahmin etmiştim kaçışına kapılmadı. Acı, yüzünde Aksu’nun duruluğunu yitirmiş akışı gibi kıvrıldı. Ahır Dağı’nın eteklerinde gençliğini geçirmiş bazı şairlerin hatıralarının ağaçlara sarıldığını hissetti. Vaktiyle bir şair, arkadaşlarıyla bu dağa çıktıklarını ve birbirlerinin isimlerini uzaklara ünlediklerini anlatmamış mıydı? O seslere ne olmuştu? Deprem onları da yerlerinden mi etmişti? Şiirinde, dağda rastladığı bir çobanın kavalıyla bir sümbülü emzirdiğini söyleyen şair değil miydi o? Çiçeklere ne olmuştu? Onların zayiatını dert edinen çıkmış mıydı?

Not 30: Dün çabuk eskiyip bugün yokmuşçasına yaşanırken gelecek kopkoyu bir sisin içinde dağılıp gidiyor. Tuzu kurular, aklı her yere erenler, dünün eteğinden sıyrılıp da geleceğin malikanesinde baş odaya oturmayı garanti edenler için bu sözlerin anlamı yok, biliyoruz. Kuruntu, boş laf, hayal ürünü, hainlikle cahilliğin sarmalandığı gereksiz akıl yürütmeler bunlar. Onlara göre gelecek şimdiden zühre yıldızı. Dünya yönünü dönmüş bize bakıyor hayranlıkla. Her şey bunca yerli yerindeyken oyunbozanlık edip çatlak ses çıkarmanın gereği yok. İşte binalar, yollar, dev alışveriş merkezleri, biri inip biri kalkan uçaklar. Ekmeğin tadı kaçmışsa bizden sebep değil, diyorlar. Yoksulların hanesi ne zaman çökeceği belli olmayan bir tavansa kimin umurunda? Gençlerin gözünde fer sönmüşse o da ne öyle? Kahramanlık varken şımarıklık neden? Bu şehrayin bu büyük lütuf yıldız yağmurunun altında göz yumup şükretmek dururken, nedir bu mırıltılar, yandan, açıktan, kesik kesik konuşmalar…

Not 31: "Kalbin saflığı tek bir şeyi istemektedir." demiş Kierkegaard. Gerçek saflık, ebediyen iyi olmak için tereddütsüz bir istektir. Hayatını yüce ve iyi olana odaklayabilmektir. Böylece kim olduğumuzu, neden burada olduğumuzu bilir ve o büyük anlam hikayesinin içine yerleşiriz.

Not 32: “Bırak, şu billûrda solsun şu güller/Zamanı anlatır her düşen yaprak.” derken Ali Mümtaz Arolat, bir yaprağın şahitliğine ihtiyaç duyuyordu. Çünkü farkına varmak acı veriyordu. Zamanın akışına kapılan ruh hakikati niye öğrensin ki? Hakikat! Hakikatmiş başımıza gelen ve içinden çıkılmayan yol. Bu yol, yol içinde nice yola çıkar, çıkar da bizi nereye çıkarır? Hep hakikat diye diye itiraz sesini içimize gömüp sessizlik kuyusuna bırakırız tenimizi. Tenimiz cenderede.

Not 33: Dar geçitlere çıkan bu yolu değiştirmek niçin mümkün değildir? Zaman geçti, yolumuz boşluğa çıktı. Zaman vurdu suratımıza, durdu zaman kalbimizin üstünde. Bir şarkının nağmelerinde gezinen ruhumuzun isyanını şimdi kim duyar? Ayşe Tunalı’nın içimizde yankılanan sesini, şimdi tekrar tekrar dinlemek de zamansız mıdır? “Saatler mi durmuş yoksa zaman mı/Umutlar tükenmiş hâlim yaman mı/Her şey susmuş ne var neler oluyor/Mektuplar yırtılmış artık tamam mı”

Not 35: Büyük Turplar Belirsizliği vardır.

Büyük Turplar Belirsizliği'ni gerektirdiği bir risk primi vardır.

Elbette bu durumda vatandaşın dolar talep etmemesi için mevcut faizin üzerine risk primi ödenmelidir yani faiz artmalıdır.

Bunun başka yolu yoktur.

Not 36: Çok uzun süre faizi enflasyon hedeflerine göre düşük tuttular.

Doğal olarak enflasyon hedeflerine ulaşamadılar.

Şimdi hem Asya hem Avrupa'da en yüksek enflasyon bizde olduğu halde hala daha faizi yüksek bulanlar var.

Normaldir, enflasyon lobisi zombilerin yaşaması için düşük faiz ister.

Zombi şirketlerin iyisi olmaz. Bütün zombiler ekonomi için zararlıdır.

Not 37: Ne zaman yoksulluğa dikkat çeksek, pahalı restoranlardaki kuyruktan bahsediyorlar. Mevzu tam da bu hâlbuki. Bu gelir dağılımı adaletsizliği. Birileri ay sonunu getiremezken, birilerinin parayı koyacak yer bulamaması. Sorun bir kesimin et yemesi değil; bir kesimin et yiyememesi.

Not 38: “İğneden ipliğe kadar

Sorulacak çok hesap var

Gönül üzmesin analar

Bir gün geri geleceğiz.”

(Abdurrahim Karakoç)

Not 39: Max Weber, liderlik ve toplumsal hareketlerin başarısını meşruiyet kaynakları üzerinden açıklar.

1-Karizmatik otorite: Bir hareketin saygınlık kazanması için liderinin karizması ve toplumda güven uyandırması gerekir.

2-Geleneksel otorite: Toplumun mevcut kültürel değerlerine dayanarak hareket eden liderlik biçimi.

3-Rasyonel otorite: Modern dünyada, hukuk ve kurallara dayalı bir düzenin oluşturulması. Hareket, meşruiyetini bu üç otorite kaynağından bir veya birkaçını kullanarak toplumsal saygınlık kazanmalıdır.

Sosyolojik olarak bir toplumun ya da hareketin kıyam etmesi, yani eyleme geçmesi, toplumsal değişim teorileri çerçevesinde analiz edilebilir: Marx’a (Çatışma Teorisi) göre, toplumsal değişim çatışma yoluyla gerçekleşir. Toplumdaki ekonomik, kültürel ya da siyasal eşitsizliklere karşı adalet çağrısı yapmak, kıyamın temel motivasyonu olabilir. Hareketin, “kimlerin çıkarına hizmet edeceği” net bir şekilde tanımlanmalıdır. Antonio Gramsci’ye göre, bir hareketin topluma yön vermesi, sadece fiziksel bir kalkışla değil, aynı zamanda kültürel bir hegemonya oluşturmasıyla mümkündür. Toplumun zihinsel ve kültürel dünyası dönüştürülmeden, kalıcı bir değişim sağlanamaz. Kıyam, yalnızca fiziksel bir direnişi değil, aynı zamanda toplumun zihin dünyasında bir uyanışı hedeflemelidir. Eğitim, medya ve kültürel alanlarda etkili olmak bu sürecin bir parçasıdır. Modernizasyon teorileri, bir toplumun eyleme geçmesini ekonomik kalkınma, eğitim ve sosyal hareketlilikle ilişkilendirir. Hareketin kıyamı, yalnızca ahlâki ve manevi bir kalkışı değil, ekonomik ve sosyal alanlarda da somut hedefler belirlemelidir.

Not 40; ENFLASYONU düşürmek için, SIFIR ZAM gerekiyor maaşlara.

Ve KİRALAR da mecbur 1 sene dondurulacak. Yoksa, ödenemez.

Millet hala farkında değil...