Not 1: “Hayır” diyebilmek yalnız olmayı, ötelenmeyi, cezalandırılmayı göze almaktır. Kırmamak için “evet” demek zorunda kalan irade kendine ve özüne yönelik birçok şeyi kırıp dökmüş olacaktır. Hayatım boyunca “hayır!” diyememenin sıkıntısını yaşadım. İçimden bir el beni çimdikleyip durdu. Hiçbirimiz “hayır” dedikten sonra karşılaşacağımız sonucu göğüsleyebilecek güç ve cesarette değildik. “Hayır deyip uğraşma, evet de kurtul” anlayışı ne çabuk aramızda bir prensip halini aldı. “Evet” demek her zaman senkronizedir. “Hayır” demek ayrıksı ve itaatsizdir. Koroya katılan rahatta, dışarda kalan taraftarsızdır. Evet diyenlerin tribünleri ve amigoları, hayır diyenlerin ilkeleri, doğruları ve kalp atışları vardır.

Not 2: başörtülü kadının, çalışmadığı belediyeden maaş almasını sorun yapmıyorlar. Başörtülü kadının, babasının görev yaptığı üniversitede torpille araştırma görevlisi olmasından rahatsızlık duymuyorlar. Ama başörtülü kadının, CHP’ye oy vermesini hazmedemiyorlar. Şu hassasiyete bakın!

Not 3: nasıl bir din anlayışları varsa artık; HDP’liler, CHP’liler ve kısa etek giyenler cehenneme giriyor hep. Kamu malını çalanların, ihaleye fesat karıştıranların, rüşvet alanların, akrabasını kayıranların, kul hakkı yiyenlerin, ırkçılık yapanların cehenneme girdiğini görmedik hiç.

Not 4: Dostoyevski’nin insancıklar adlı romanında Makar Devuşkin, Varvara Alekseyevna'ya, "kimseye yük olmamak bir ahlak dersidir. Ben kimseye yük olmuyorum" diyordu. Tam olarak bunun üstüne kurmaya çalışıyorum hayat felsefemi.

Not 5: Amin Maalouf, Doğu’nun limanları adlı romanında Ortadoğu’daki karışıklığı ve kaosu anlatırken, "herkes, ötekilerin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyordu" diyor. Cübbeli Ahmet’in, içinde "HDP" geçen bedduasını görünce aklıma geldi nedense.

Not 6: Tutuklanma korkusu yaşamadan  "patates niye pahalı?" diye sorabileceğim bir Türkiye istiyorum yeni dönemde.

Not 7: yeni cumhurbaşkanımızın öyle reis, baba, milli şef, dünya lideri falan olmasını istemiyorum; ayakları yere bassın, gerçeklikten kopmasın, tevazu sahibi olsun, adaletli olsun, vicdanlı olsun, farklılıklardan korkmasın, lükse ve gösterişe düşkün olmasın, gerginlik yaratmasın yeter.

Not 8: Sönmüş bir ocakta ne karın doyuracak bir aş pişer, ne üşüyen canları ısıtacak bir ateş yanar.

Not 9: "Ey uyku ey anne gel kurtar beni

Ezildim aklımın hesaplarında"

Akif İnan (Hicret, 2020, syf. 35)

Not 10: “Gönlünde gizli yara yok; Müslümanlığın heyecanı, ateşi, çırpınması yok. Benliğin bahçesini, tufanı olmayan bir denizin suyu ile sulamışsın» diyor merhum Muhammed İkbal, ‘Kulluk Kitabı’nda.

Not 11: "Kimse, başkalarının kendisinin merhametine muhtaç olduğunu sanmamalı. Tam tersine, hepimiz merhamete muhtacız. Topumuz birden, merhamet ruhuna muhtacız."

Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II -Sevgi Devrimi-, 7. baskı, İstanbul 2012, syf. 179

Not 12:

Oysa benim de dünyaya ve içindeki bir takım saçmalıklara

pervasızca kafa tuttuğum zamanlar vardı

sen yetişemedin

bir haksızlık bir adaletsizlik bir bile isteye kırılmış kalp

görmeyeyim yıkarım ortalığı dediğim zamanlar vardı

sen görmedin

hep böyle içi çürümüş

mücrim bir ağaç değildim

bakma şimdi gölgemi

her türden mahlukata çiğnettiğime

beni bu hale sokan

hep taahhüt edilen

ama hiç yerine getirilmeyen

bir takım vaatler

sözler

karşılık bulamamış seviler ve beklentiler

laf uzun

sabır az

ağaç da olsam

ömür kısa

gölgemin hatırına

bana bir iyilik yap

beni sulama

beni budama…/A.L.

Not 13: Para riskten kaçmaya çalışıyor. Zira bilinmezliklerin arttığı dönemler; kaygıların kol gezdiği dönemlerdir. Böylesi dönemler güvenli bir alanda durup bekleme alanlarıdır. Ancak heteredoks para politikası neyin güvenli olduğunu da unutturdu. Neye el atsanız enflasyonun altında kalıyorsunuz. Enflasyona eklenen deprem maliyeti, yurt dışından gelen faiz artışları ile rota arayan para yeni getiri ikliminde yabancı fonlara, emtia hareketlerine odaklanmaya başladı. Biz parayı içerde tutmaya çalışırken para yurtdışına gözünü dikmiş durumda.

Not 14: Kurucu babalar, değerleriyle vardır ve ülkeyi inşa eder, toplumu var kılarlar. Oğulları da babaları kadar olmasa da değerleriyle toplumu güçlendirirler, bayındır kılarlar. Ancak üçüncü nesil, torunlar; kurucu babaların değerlerini unutmuş, aralarındaki dayanışma bağını zayıflatmışlardır.

Bu dönemde sanat, edebiyat, mimari, estetik gelişir. Torunların çocukları ise çürüme neslidir. Asabiyet yok olmuştur. Geriye, bencil, çıkarcı, değerlerini yitirmiş, ahlakı çökertmiş, hedonist bir yapı gelmiştir. İşte bu çürüme nesli, büyük bedeller ödeyecek ve doğuracağı çocuklar bir sonraki çağın kurucuları olacaktır.

Not 15: Çürüme tepeden başlar, tabana yayılır. Çürüme bir kez tetiklenince, toplumsal değerler ihlal edilir. Demokrasi talebi yoktur, imtiyaz talebi vardır. Otorite talebi de yükselir. Ancak otoritenden beklenti, “çıkar” olur. Aile bozulur, değerler yok olunca aile bireyleri menfaat yığınlarına dönüşür.

Neticede çürük toplum; bireylerinin içinde çürüdüğü hapishaneye dönüşecektir. Çürümeye dair akılda kalmasını umduğum şudur ki çürüme, bir kez başladığında durdurulamayacağıdır. Bu yüzden senin sağlam olman yetmez, çürüklerden de uzak durman gerekecektir.

Bireyleri bencilleşen toplumların çürümeye yüz tutmasını fark edenler, çare geliştirmekte geç kaldıkları için ödeyeceğimiz bedel de ağır olacak. Ancak sonunda güzel günler göreceğimiz kesindir.

Not 16: Sürekli bir koşturmaca, gelecek kaygısı, siz yaklaşırken uzaklaşan hedefler, tüketim kültürü, kariyerizm, yetersizlik hissi ve tükenmişlik sendromu… Sonra tüm bunlarla başa çıkmak için yoga, pilates, reiki, nefes eğitimi, kişisel gelişim, mindfullness, spiritüel terapi, falcı ve medyum gibi plasebodan öte hiçbir faydası olmayan türlü saçmalıklar. “İyi bir hayat yaşama kaygısı, gitgide hayatta kalma kaygısına doğru dönüşmüş durumda.”

Not 17: Baharları yaşarken o güzel gözlerinde,
Beni derin yaralar hüzünlü bakışların…

Not 18: Kapitalizmde fırsat eşitliği diye bir şey yoktur. Sayısız akademik araştırma gösteriyor ki yoksul bir aileye doğduysanız çok yüksek bir ihtimalle yoksul, zengin bir aileye doğduysanız zengin ölüyorsunuz. Tam tersi ihtimali de, yani zengin aileye doğmuş birinin yoksul veya yoksul bir aileye doğmuş birinin zengin olma ihtimali, çok düşük.

Zira yukarı doğru sınıf hareketi (upward class mobility), yani nüfusun en yoksul yüzde 20’lik dilimindeki bir aileye doğan birinin hayatı boyunca nüfusun en zengin yüzde 20’lik dilimine yükselme ihtimali hür girişim ülkesi Amerika’da sadece yüzde 4-5 civarında. Kölelikten hallice… Bu da gösteriyor ki “nereden başlarsan başla, çok çalışarak sen de Bill Gates kadar zengin olabilirsin” ideolojik bir fasaryadan ibaret aslında.

Çünkü, hepimiz biliyoruz ve görüyoruz ki, zengin aileler ekonomik avantajlarını çocuklarına aktarıyorlar. Örneğin Amerika’daki Ivy League üniversitelerinde en zengin yüzde birden gelen öğrencilerin sayısı aşağıdaki yüzde 60’tan gelen toplam öğrenci sayısından fazla. Haliyle eğitim yoluyla sınıf atlamak, eğitimin “paralı” olduğu ülkelerde, neredeyse imkânsız gibi bir şey. Bill Gates’in annesi IBM’in CEO’suyla aynı kuruldaydı; Jeff Bezos ailesinden o zamanın parasıyla 300 bin dolar başlangıç sermayesi aldı; Warren Buffet’ın babası yatırım şirketi olan bir milletvekiliydi; Elon Musk’ın babasının Güney Afrika’da zümrüt madeni vardı; Ferit Şahenk’e de babasından holding kaldı. Fakat bu insanlar bize çok çalışkan, dahi ve hayırsever insanlar olarak anlatılır. Pazarlamanın gücü…

Sandel meritokrasi fetişinin toplumsal menfaati aşındıran bir şey olduğunu öne sürüyor. Meritokrasi; kazananlar arasında bir kibre, kaybedenler arasında ise bir aşağılanmaya sebep oluyor. “Başarılı” zenginlerin havasından geçilmezken “başarısız” yoksullar kendilerini mağlup ve yorgun hissediyorlar. Byung-Chul Han da, aynı minvalde, meritokratik performans toplumlarında başarısızlık, yetersizlik ve değersizlik endişesinin depresifler ve mağluplar yarattığını söylüyor.

Her şeyin mümkün olduğuna inanılan bir toplumda hiçbir şey mümkün değil çığlığı depresif bireyden yükseliyor. Bu insanları mental olarak yoran bir şey. Zenginler başarılarını anlatırken yolda onlara yardımcı olan şans faktörlerini düşünmüyor ve kendileri kadar şanslı olmayan yoksul insanları hor görüyorlar.

Mesela başka bir ülkede, başka bir zaman diliminde yaşasa, yüksek ihtimal, böyle bir zenginliği ve şöhreti olmayacak olan Jahrein, internet çağına denk geldiği için zengin oluyor ve zırt pırt “Belediye hangi hakla benim vergilerimle [yoksul halka] zararına Halk Ekmek satıyor” bilmem ne diyor. Tudor döneminde yaşasaydı muhtemelen o ucuz ekmekleri kendisi almak durumunda kalacaktı (bkz. 1536 Yoksul Yasaları). Ama Ahmet Efendi zenginliğini, diğer birçok zengin gibi, kendi başarısı olarak görüyor ve Twitch’te oyun oynayarak kazandığı paraları son kuruşuna kadar hak ettiği konusunda çok ikna. Bu yüzden (liberal düşünceye göre) “tembellik ederek yoksul olmayı tercih eden” insanlara belediyenin ucuz ekmek satması onun çok zoruna gidiyor. Yoksullarla aynı ortam bulunmayı bırakın onlara ekmek verilmesini dahi istemiyor. Böyle bir ideoloji, böyle bir kibir…

Aynı şekilde, kitlesel medya ve “entertainment” çağında yaşadıkları için Ronaldo veya Burcu Esmersoy’un becerileri bugün onları zengin ve saygın yapıyor. Ama topu kaleye sokmanın ya da Instagram’da makyaj seti tanıtmanın değil de kilise duvarlarına ince resimler yapmanın prestij olduğu bir orta çağ ülkesinde yaşasalardı ne durumda olurlardı? Yani o becerilerin ödüllendirildiği bir toplum ve zaman diliminde yaşadıkları için zengin olmaları tamamen onlara ait bir başarı mı? Yoksa onların şansı mı? Birileri evsiz veya işsizken lüks spor arabalara binip toplumda kibirle boy göstermelerini sağlayacak kadar “hak edilmiş” bir servet mi bu sizce? Ronaldo’nun çok çalıştığına hiç şüphe yok; ama ben ne kadar çalışırsam çalışayım Ronaldo gibi olamıyorsam, bu benim tembelliğim mi yoksa Ronaldo’nun biyolojik (ve tarihsel) bir şansı mı?

Herhangi bir toplumda, birilerinin doktor, mühendis, öğretmen, mimar vs. olması gerekir tabii ama birilerinin de çöp toplaması, çimento karması, paket taşıması, kasiyer olması ve temizlik yapması gerekir. Bakın bunlar bir tercih değil, zorunluluk. Üretim toplumsaldır. Ameliyat masasında kendini tanrı gibi hisseden bazı doktorların kibrini anlıyorum ama asla hak vermiyorum! Toplumsal fayda üretiminin bir takım oyunu olduğunu kabul etmeliyiz… Çöpçüler greve gidip çöp toplamazlarsa metropol şehirler birkaç hafta içinde yaşanmaz hale gelir. İnşaat işçileri şantiyelerde çalışmazlarsa, mimarlar kalkıp demir taşımayacağına göre, ekonomi çökme noktasına gelir. Pandemide adliyeler üç ay boyunca kapalı kaldı; tek bir dava bile görülmedi; banka avukatı arkadaşım aylarca evde bira içip online alışveriş yapmaktan başka fazla bir şey yapmadı. Dünya avukatların üç ay boyunca çalışmamasından ne kadar etkilendi? Hiç etkilenmedi demiyorum; ama kargo işçileri, çöpçüler, market çalışanları, çiftçiler veya hemşirelerin (hipotetik olarak) üç ay boyunca çalışmıyor olmasına kıyasla daha az mı etkilenmiştir, daha çok mu? Siz de benim gibi daha az diyorsanız eğer, Ankara’dan bir avukat vergi rekortmeni olurken market çalışanlarının asgari ücret alıyor olmasını, tercihen demokratik ve kamusal bir tartışma yaparak, konuşmamız gerekiyor.

Not 19: Liyakat, ehliyet, hak, hukuk ve denetimsizlik her alanda eksik. Hamaset her alanda hükümferma. Cehalet sadece inşaatta değil bütün işlerde en makbul ve en çok aranan özellik. Rant hırsı, sadece inşaatı değil bütün ülkeyi kemiriyor. Denetim sadece göğe kadar yükselen çürük binalarda değil, nerede para, pul, ikbal, iltimas varsa orada da eksik. Bilimin sözü her sahadan dışlandı, sadece depremden, inşaattan değil. “Kimse bilmez, ben bilirim” tafrası, inşaattan eğitime, depremden diplomasiye kadar bütün sahaların tek kuralı.

Hukuku, eğitimi, bilimi sağlam olan ülkenin binaları da sağlam olurdu. Ekonomisi, diplomasisi, yargısı güçlü olan ülkenin şehirleri de güçlü olurdu. Tecrübeden, akıldan, gelenekten, eğitimden, bilimden nasibi olan ülkenin depremi, bu bahislerden nasibi olan ülkeler gibi olurdu.

Deprem en ölümcül ama tek meselemiz değil. Tek meselemiz o olmadığı için, yenilgimiz bu kadar acı oldu.

Not 20: AK Parti öncesi Bangladeş Türkiye’nin yüzde 23’ü kadar bir ekonomiye sahipmiş; ama şimdi Türkiye’nin yüzde 45’ine geldiler. Kim fark atıyor? Görece kim büyüyor? Kim asrın başarısını yakalamış? Kim Milletine kalıcı bir refah sağlamış? Ama köprü yaptık... Ama yol yaptık... Aslında Türkiye’de yapısal gerileme, yapısal çöküş çoktan başlamış.

Not 21: Yapısal sorunlar ülkeler için çok daha önemlidir. Çünkü düzeltilmesi bir kuşak süresi gerektiriyor. Bugün herkesi üniversiteli yaparak aslında bir kuşağı yok ediyoruz. Her aile evladının üniversite okumasını istiyor. Okusun ve ırgat olmasın, çırak olmasın istiyor. Böylece topluma yeni üniversiteler açmak çok hoş ve seçimlerde prim yapacak bir atılım gibi geliyor. Ama sonuç ne olacak? Asıl mesele orası. İşsizlik kampları haline gelen üniversiteler aslında Türkiye’nin geleceğini karartıyor. Toplumun istekleri elbette önemlidir. Ama devlet yönetimi bu istekleri kısa vadeli çıkarlar yerine, orta ve uzun vadeli düşünmek durumundadır. Aksi halde günümüzü kurtarıp geleceği batıran bir ülke oluşturmuş oluruz.

Not 22: Yaşadıklarımız henüz hiçbir şey değil... Yaşayacaklarımız karşısında.

Türkiye içten içe çökertiliyor. Bunu çok ama çok net biliyoruz. Bilmediğimiz şu: Türkiye’nin bu şekilde YAPISAL YIKILIŞI bilinçli mi yapılıyor yoksa bilinçsiz mi?

Okumuşlara “giderlerse gitsinler” deyip okumamış cahil ve savaşı nitelikte Afganlı, Yemenli, Iraklı, Somalilileri buraya getirmek neyin nesidir?

Yıllarca kamu kaynaklarını verimsiz şov yatırımlarına harcayıp Türkiye’mizin temel ihtiyaçlarını görmezden gelmek ne amaca hizmet eder? Keşke sadece basit bir ekonomik kriz yaşamış olsaydık.

Keşke 94 ve/veya 2001 krizi olsaydı da bu büyük yıkımı yaşamasaydık.

Not 23: Sizin olan sizde kalsın. Ben size çok geldim. Pencerelerinize kapınıza, elektrik düğmelerinize, musluklarınıza… Sizin olan her şeylerinize… Aklınıza çok geldim aklınıza… Onu da alır daha uzak yerlere giderim…

Not 24: 800 milyar dolar milli gelire sahip ülkede insanlar bir araba alacak gelire sahip değilse yolsuzluk had safhadadır.

Not 25: Sömürü biçimi değişti fakat ne kurumların sömürücü doğası ne de elitin kimliği değişti.

- Ulusların Düşüşü, Daron Acemoğlu

Not 26: - Kalp bozulunca akıl hile yapar.

- Düşüncen fakir ise diğer zenginlikler seni kurtarmaz.

- Aptal olmanın en kısa yolu merak etmeyi bırakmaktır.

- Çocuklar daha iyi akıl yürütür çünkü onlarda önyargı yoktur.

- Dünyayı değiştiren insanlar gönüllü olarak rahatını bozan insanlardır.

Not 27: Sabah erkenden bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, zorla bir şeyler atıştır, diş fırçala, saç tara. Başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur bu yaşama?

Charles Bukowski

Not 28: Erdem + Emek = Liyakat

Ne erdemsiz ne de emeksiz liyakat olmaz, yani emek vermeden ilkesizce kestirme yoldan başarılı olmak isteyenler aslında liyakat sahibi değildir. Liyakatin olmadığı yerde kazanan da mutlu olamaz kaybeden de, çünkü liyakat bozuldukça adalet bozulur.

Not 29: Arada uzaklıklar bulunmasının ne değeri var. Yanyanayken de, insanlar birbirlerinden çok uzaklarda...

Not 30: Cem Mehmet Eren'in şu dizelerine takıldım kaldım: "öylesine başladığımız bir aydı şubat / bir güz bir kış bir de yüzyıl geçmiş gibiydi bittiğinde..."

Not 31: Durmadan "Kendini iyi hissetmelisin, her şeye iyi tarafından bak" diyenler "iyi" değiller, emin olun!

Az çok sağlam ruhlu bir insan, boktan bir dünyada ve çakal ruhlu insanların arasında nasıl her şeye iyi tarafından bakabilir?

Her şeye mızmızlanan ile her şeye pembe gözlükle bakan aynı aldatıcı madalyonun iki yüzüdür...

O madalyonu derhal çöpe atın!

Not 32: Büyük hamburger zincirleri menülerine yeni bir "ürün" kattılar: Patates kızartmasını dürüme sarıp veriyorlar.

Yanında içecekle beraber 40 TL.

Tanıtımını da "Bu lezzet, bu fiyata!" diye övünerek yapıyorlar.

Külahı önümüze koyup düşünme vakti!

Not 33: Kötüler, iyilerin bedbahtlığıyla beslenir.

Not 34: “Ah Malte, göçüveriyoruz; bana öyle geliyor ki herkes dalgın ve meşgul; gidişimizin farkında değiller bile. Sanki bir yıldız akıyor da görmüyor kimse ve kimse niyet tutmuyor. Bir şey dilemeyi unutma, Malte. İnsan dilemeyi elden bırakmamalıdır. Bence gerçekleşme yoktur, ama uzun süren, bütün bir ömür boyu devam eden dilekler vardır; öyle ki insan onların gerçekleşmesini bekleyemez bile” diye yazmış Rainer Maria Rilke.

Not 35: Dünyanın buz gibi ayazında üşümekten kurtaramadığımız nicelerini, içimizde kat kat battaniyelere sarıp sıcacık tutuyoruz.

Not 36: “Filmlerin gösteriminde öylesine hassas davranılıyor ki, sigara içme sahneleri asla affedilmiyor. Güzel de sigara içmek kötü ise aynı filme kötünün de kötüsü, çirkinin de çirkini, pisliğin de pisliği, iğrencin de iğrenci onlarca sahne var: İçki, kumar, adam öldürme, zina, müstehcen kıyafetler ve sözler, uyuşturucu kullanımı, rüşvet, adam kandırma, soygun vs… Yani insanlık dışı ne kadar vahşet ne kadar haram, insanı insanlıktan çıkaran ne varsa hepsi de mevcut. Onlara bir şey yok. Buzlanma yok, mozaikleme yok.” (Burhan Bozgeyik-Milli Gazete-13.03.2023)

Not 37: Deprem büyük bir vergi kaybına ve ek kamu harcamalarına yol açacaktır. Bunu nasıl karşılayacağız. Daha Mart ayı içindeyiz. Maliye Bakanı Sayın Nebati'nin bir talimatına, gerekirse Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir Kararnamesine bakar. 2023 yılı kurumlar vergisini bir defalığına yüzde 25’e çekersiniz. Bütün firmaların bilançoları, 2022 yılı faaliyet ve kârları elinizdedir, vergi matrahı bellidir. Sadece oranı arttıracaksınız. Mart sonuna kadar bu ek yüzde 5’lik vergiyi de tahsil edersiniz.

Sadece kurumlar vergisi mi artsın? Hayır, beyanname ile gelir beyan eden özel kişilere de bir seferliğine ekstra yüzde 5 vergi konsun. Böylece Hükümet biraz olsun ciddi bir kaynak elde edebilir. “Aman Hocam, şimdi seçim var! Fincancı katırlarını ürkütmeyelim!” Eğer iktidar partisi zenginlerden gelecek oy kaybını düşünüyorsa 14 milyon depremzeden kazanacağı oyları da hesap etmelidir. Ankara’da bu benim yaptığım hesabı yapabilecek yetkili yok mu? Niye önermiyorlar?

Not 38: Söylesenize bana, bir insanın yaşarken insanca herhangi bir şey yapmadan, dolayısıyla hiçbir şey bil­meden, herhangi bir şeyi anımsamadan ölmesinin çok korkunç bir şey olduğunu düşünmüyor musunuz?

Not 39: Deprembilimcilerin depremzedelerin önüne geçmesi çok rahatsız edici bir hal almaya başladı. Halkın deprem korkusunu depreştirerek sürekli manşette olmanın şehvetiyle konuşuyorlar.

Her gece bir programa konuk olan, uzatılan her mikrofona saatlerce konuşan, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de sosyal medya hesabına uzun uzadıya yazan bu insanlar şöhret olmanın hazzını yaşıyor. Çoğunun okumaktan, araştırmaktan, çalışmaktan çok konuştuğunu düşünüyorum.

Bilimin değil, goygoyun baştacı edildiği bir coğrafyadayız. Halkımız da çok seviyor bu tip gösterileri. Sıkıcı, iç bayıcı bir dramaya dönüştü bu yerbilimci gösterileri.

Bilim, olay ve olgular arasında bağlantı kurmaktır. Çernobildeki nükleer reaktör kazası ile on yıl sonra Karadeniz sahilinde artan kanser vakaları arasındaki bağlantı, komplo teorisi değil, bilimsel neden/sonuç ilişkisidir. Bu ilişkileri kuramadığınız yerde, geriye magazin kalır.

Bütün pop figürleri ilgiden beslenirler; pop dünyasında ben müzik yapayım, kimse dinlemezse dinlemesin diye bir şey yoktur. Pop figürlerin toplumun dikkatini yönelttiği yerde görünür olmaya çalışması ve görünür olduğu yerde verdiği imaj, onların popülaritesi için yaşamsaldır.

Not 40: "İnsan, tıpkı deniz kıyısında kuma çizilmiş bir figür gibi silinip gidecektir."
Kelimeler ve Şeyler, Foucault

Not 41: Entelektüel açıdan yüksek bir insana, yalnızlık ikili bir yarar sağlar:Birincisi, kendi kendisiyle olmak ve ikincisi, başkalarıyla birlikte olmamak.

Not 42: Sağlık olduğunda her şey bir zevk kaynağıdır. Bu nedenle sağlıklı bir dilenci, hasta bir kraldan daha mutludur.

Mutlu Olma Sanatı, Schopenhauer

Not 43: Bilgi arttıkça, ızdırap artar.

Not 44: Bir üçgen eğer konuşabilseydi, Tanrı'nın tam olarak üçgen biçiminde olduğunu söylerdi ve bir daire ise kutsal gücün tam bir daire biçiminde olduğunu söylerdi. Yani herkes kendi niteliklerini Tanrı'ya atfeder.

Yaşamak Dediğimiz Şey, Spinoza