Dikkati hayatını kurtardı..
Geçtiğimiz günlerde haberlerde izlediğim bir kaza, gerçekten hayatımı değiştirdi. 16 yaşlarında bir çocuk, yaya kaldırımında karşıya geçmek için bekliyordu. O sırada kontrolünü kaybeden bir araç, aşırı hızla doğrudan çocuğun üzerine geldi. Olay bir güvenlik kamerasına çok net yansıdı. Araç jet gibiydi. Allah’tan çocuk, yola bakıyordu. Üzerine doğru gelen aracı fark etti ve yalnızca iki adım atarak ölümden kurtuldu.
Geçtiğimiz günlerde haberlerde izlediğim bir kaza, gerçekten hayatımı değiştirdi. 16 yaşlarında bir çocuk, yaya kaldırımında karşıya geçmek için bekliyordu. O sırada kontrolünü kaybeden bir araç, aşırı hızla doğrudan çocuğun üzerine geldi. Olay bir güvenlik kamerasına çok net yansıdı. Araç jet gibiydi. Allah’tan çocuk, yola bakıyordu. Üzerine doğru gelen aracı fark etti ve yalnızca iki adım atarak ölümden kurtuldu.
O anı izlerken tüylerim diken diken oldu. Düşündüm; “Bu çocuk kim? Neden yüzlerce çocuk gibi telefonuna gömülmemiş?” Ya mesaj atıyor olsaydı? Ya sosyal medyada gezseydi? Ya dinleyeceği müziği seçiyor olsaydı?”
Telefonlar dikkatimizi %60 oranında dağıtıyormuş. Yapılan araştırmalara göre telefonla ilgilenen yayaların kaza geçirme ihtimali, ilgilenmeyenlere göre 3 kat daha yüksek. Yani o çocuğun elinde telefon olsaydı, bugün hayatta olmayacaktı.
Dikkati hayatını kurtardı.
Araba kullanırken, yolda yürürken, otobüs beklerken, hatta sadece kaldırımda dururken bile. Çevremize odaklanmak, telefonlardan bir adım geri durmak zorundayız. Çünkü dikkatimizin açık olduğu o an, bizi bir köpeğin ısırmasından da koruyabilir, hızla gelen bir motosikletten de, hayal bile edemeyeceğimiz bir kötülükten de.
Bu haberi izledikten sonra hayatımda ciddi kararlar aldım. “Dikkatsizlik ömürlük pişmanlıklara sebep olabilir. Uyan!” dedim kendi kendime.
Son söz: Hayal gücüyle yapılan verkaç, bazen golün kendisinden tatlıdır.
Tadımlık: Birini kaybetmekten korkuyorsan, onu gerçekten sevmişsindir. Ama belki de daha derin ve daha tuhaf bir hakikat vardır: Aslında sevdiğimiz şeyler değil, onları kaybetme korkumuzdur. Kayıp fikri, sevgiden daha kalıcı olabilir. Kalpte bir yer açar, oraya yerleşir ve artık sevilenden daha çok orada kalır.
Aziz Augustinus’un İç Konuşmaları (Soliloquia), akıl ile ruhun birbirine sorular sorarak ilerlediği bir iç yolculuktur. Bu kitapta Augustinus, neleri sevdiğini anlamaya çalışırken, ne kadar kırılgan olduğunu da itiraf eder. Akıl sorar: “Tanrı’dan ve kendinden başka bir şeyi seviyor musun?” Augustinus cevap verir: “Sahip olduğum duyuya dayanarak sevmiyorum demek isterdim. Ama daha doğru bir biçimde hiçbir şey bilmediğimi söylemeliyim.” Ardından itiraflar gelir: Sevdiklerini kaybetme korkusu, acı çekme korkusu ve ölüm korkusu…
Not 1: İlkokul öğrencileri günde 6 saatten haftada 30, ortaokul öğrencileri 7 saatten haftada 35, lise öğrencileri okul türüne göre gün içinde 8, 9 hatta 10 saate kadar toplamda 40-50 saatini okulda çoğunlukla dört duvar arasında geçiriyor. Meslek liselerindeki öğrenciler neredeyse tüm gün memur gibi okulda geçiriyor.
Bir ortaokul öğrencisi Türkçe, matematik, sosyal bilgiler, fen bilgisi, Din kültürü, seçmeli dersler derken 10 ve üzeri sayıda farklı derse girerken işler lisede adeta çığırından çıkıyor. Seçmeli derslerle birlikte bu sayı 15, 16 hatta 17 bile olabiliyor ve bu derslerin çoğunluğu sınavlı.
Öğrencileri bu kadar çok farklı dersten zorlamak ne kadar doğru, ne kadar pedagojik açıdan uygun, tartışılır. Hele liselerde fen lisesi ve meslek lisesi öğrencilerine üniversite sınavında soruluyor diyerek aynı müfredatı aynı ağırlıkta dayatıyoruz. Bir tarafta integral çözebilen öğrenci diğer tarafta 2 üzeri 4 kaçtır dediğinizde suratınıza bakan öğrenci…
Tüm öğrencileri aynı kazana atıp aynı seviyede olgunlaşmalarını bekliyoruz.
Burada MEB tek başına suçlu değil, suçlu herkes aslında. Eğitimde eşitlik adına en büyük eşitsizliği eşitlik isteyenler yaratıyor. Atılan her doğru adıma şiddetle itirazlar yükseliyor. Özellikle bazı sendikaların ve siyasi çevrelerin eğitime bakış açılarında gerçekten büyük bir akıl tutulması var.
Herkesin tıp, hukuk, mühendislik okuyamayacağını söylediğinizde hemen bir eşitlik yaygarası kopuyor. Bunu yapamayacak öğrencilerin mesleki eğitime yönlendirilmesinin öneminden bahsettiğinizde kapitalizme-patronlara kölelikten, çocuk işçiliği ve istismarından bahsediliyor. Halbuki mevcut sistemde çocukların yapabileceklerini yapabilmeleri engellenerek çoğunluğunu bilerek-bilmeyerek asgari ücretli kölelere çeviriyoruz.
Not 2: Evde oturan ve atıl iş gücü durumunda kalan yüzbinler var, intihar olayları geçmişe göre kat kat fazla. Sokaklarımız şiddet kaynıyor, kadın cinayetleri demek istemiyorum insan cinayetleri sıradan bir vaka haline gelmiş durumda. Hapishaneler suçlu kaynıyor.
Bunlar derin mevzu ama çocuklarımız için çok acil yapılması gerekenler var. Ben en basit ikisini yazıp bırakayım:
1- Öğrencilere zorla dayatılan bir dönemde onlarca farklı ders uygulamasından vazgeçilmeli.
2- Öğrencilerin tüm vaktini okulda dört duvar arasında geçirmesine sebep olan haftalık ders saati sayısı acilen düşürülmeli.
Bu tedbirler kolay gözükse de maalesef ciddi sonuçları olacak ve sanırım bu sebeple MEB adım atamıyor. Ders saatinin azaltılması demek veliler için öğrenciyi erken alma açmazına sokuyor maalesef azımsanamayacak sayıda veli okulu seviyesine bakmaksızın güvenle gönderdiği bir kreş olarak görüyor. Ders sayısının azalması demek mevcut durumda binlerce öğretmenin norm fazlası haline gelmesi demek ki bu da her yıl güç bela 15-20 bin alım yapılabilen öğretmen alımının uzun yıllar yapılamaması anlamına gelecek.
Sakal, bıyık hikayesi ama maliyeti ağır bir hikaye…
Not 3: Türkiye’de bazı çarklar maalesef hep yanlış dönüyor. Geçenlerde bir arkadaşın paylaşımı bana bu çarpıklığı bir kere daha hatırlattı. Bir üniversitemizin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kayıt yaptıran, ailesi Moskova’da yaşayan bir Rus vatandaşı öğrenci oradaki bir arkadaştan yardım istemiş, o arkadaş da önceki deneyimlerinden yola çıkarak Rusya Büyükelçiliği ile temasa geçerek bu öğrenci için burs talep etmiş. Gelen cevap ilginç “Rusya’da çok daha rahat okuyabileceği ve kendini çok daha fazla geliştirebileceği dünya çapında Türkoloji Enstitülerimiz var. Bu nedenle talebeniz uygun görülmemiştir…”
Malum üniversitelere yerleştirmeler geçen haftalarda tamamlandı ve tüm ülke genelinde öğrencilerin barınma ve burs telaşı da beraberinde başladı. Derece yapanların büyük kısmı zaten hem istedikleri bölümlere yerleşti hem de hatırı sayılır burslara ulaşabildi.
Peki, ya diğerleri?
Çevremde sınava giren yüzlerce öğrenci var ve burada ya da çok yakındaki üniversitelere gidebilecekken neredeyse %80’i çok uzak şehirleri tercih etti.
Hukuk, tıp, mühendislik gibi bazı dallarda büyük şehirleri ve gözde okulları tercih etmek mantıklı ancak pek çok lisans ve lisansüstü program için buna gerek var mı? Koskoca bir soru işareti. Üstelik bu tercihlerde İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Eskişehir, Adana gibi öğrenci şehirleri başı çekmiyor. Öğrenciler rasgele bir şehri tercih edebiliyor.
Sonrası mı? Kalacak yer ve geçim derdi ama aileden uzaklaşmak çoğu çocuğumuzun tek gayesi. Aileler de çocuklarının bu tercihlerine ses çıkaramıyor çoğu kez. Onlar da “Biz elimizden geleni yaptık” diyebilmek için en ücra köşelere bile çocuklarını gönderip, dişlerinden tırnaklarından arttırdıkları ile çocuklarına yıllarca finansörlük yapmaya devam ediyor.
Not 4: Çevremiz onlarca bu şekilde okumuş ama halk tabiri ile bir baltaya sap olamamış, bu nedenle de bitirdiği alanla ilgisiz işlerde çalışan insanlarla dolu. Bugün liseden ya da terk olup hayatın cenderesinde erkenden pişen ve bir mesleğin ucundan tutanlar uzak illerde okuyup zaman öldürenlerden çok daha iyi paralar kazanabiliyor.
Bir zamanlar ev ekonomisi diye bir dersimiz vardı ve ev içindeki pek çok iş bu derslerde öğretilirdi. Dolayısıyla o nesil evdeki elektrik prizini değiştirebilir hatta elektrikli aletlerin basit arızalarını bile onarabilirdi. Okuma yazma bilmeyen annem fırın, çamaşır makinesi tamir ederdi mesela. Şimdi priz değiştirmek ya da basit bir arızayı gidermek için çağırdığımızda servis ücreti kafadan 1000-1500 TL’den başlıyor. Sadece bakmak için ve çoğu arıza da herkesin yapabileceği seviyede oluyor.
Not 5: Ülkemizin neredeyse tüm ilçelerine kadar her yere üniversiteler açılmışken, burnunun dibindeki üniversiteye gitmek yerine uzaklara giden öğrencilere Rusya gibi davranmak gerekiyor aslında.
Sırf özgürlük adına oralara kadar giden öğrenciyi finanse etmek devletin görevi değil. Ailenin de bu çarpıklığa izin vermemesi lazım ama veriyor.
Bir de Türkiye’de her şeyde olduğu gibi burslarda da sıkıntı var. Bursların büyük bir kısmı karşılıksız veriliyor. Kişi ve vakıfların -eğer kendi kaynakları ile veriliyorsa- burslarının karşılıksız olması ya da olmaması beni ilgilendirmiyor ama devletin bursları karşılıksız olmamalı. Çünkü bu paralar hiç okul yüzü görmemiş insanlardan da alınıyor. Başarı odaklı olmalı, hizmet odaklı olmalı. Devlet ya nakdi ya da hizmet olarak bu bursların karşılığını bir gün almalı ama ben biliyorum ki devletimiz yurt dışına gönderdiği pek çok öğrenci ya da hoca için istihdam yaratıp da onlardan hizmet bile almamakta hatta çoğu zaman “ne yaptınız?” deme zahmetinde bile bulunmamakta.
Küçük kasaba esnaflarını kalkındırmak maksatlı üniversite(?) yatırımlarımız geleceğimizi baltalarken bu acı gerçek çok yakında yüzümüze çok sert bir şekilde çarpacak ama kimsenin umurunda değil.
Not 6: Tarih bize defalarca göstermiştir: Ahlâkını yitiren toplumlar, ekonomik olarak güçlü görünseler bile çökmeye mahkûmdur. Kur’ân’ın uyarısı açıktır: Yüz çeviren helâk edilir, yerlerine başka bir topluluk getirilir (Muhammed, 47/38).
Not 7: Bugün konut piyasası, barınma ihtiyacından çok servet biriktirme davranışlarının belirlediği bir alana dönüşmüştür. İnşa edilen yeni projelerin çoğu orta-üst gelir grubuna sesleniyor; kime gittiği sorusu sorulmadan yapılan her yeni inşaat, sosyal konut değil yeni bir rant alanı yaratıyor. Veriler zaten şunu söylüyor: Satışların önemli bir kısmı kredili değil, peşin alımlarla gerçekleşiyor. Bu tablo, barınma ihtiyacı olan yeni haneleri değil, birden fazla konutu olan portföy sahiplerini besliyor.
Sıkça öne sürülen “düşük faizli kredi” çözüm olmuyor. Ne zaman kredi faizlerinde bir gerileme olasılığı gündeme gelse, gayrimenkul fiyatlarının hızla arttığına tanık oluyoruz. Dolayısıyla ev sahibi olma hayali kuran grupların, faiz maliyeti düşse bile konut fiyatı arttığı için ev almanın toplam maliyeti de yükseliyor. Böylece, orta gelirli ve dar gelirli yurttaş için “ucuz kredi” fırsatı daha doğmadan buharlaşıyor. Yani konut finansmanı mevcut eşitsizlikleri yeniden üretiyor.
Not 8: Konut piyasası ciddi düzenleme gerektiriyor. Artık bu ülkede artan oranlı çoklu konut vergisini konuşmak lazım. İnsanların içinde oturduğu evlerden alınan emlak vergisi çok düşük tutulmalı; hatta asgari düzeyde olmalı. İçinde oturmadığı, yatırım amaçlı sahip olunan çoklu konutlar için ise vergi oranı artırılmalı, konut sayısı arttıkça vergi yükü de artmalıdır. Böylelikle konutu yatırım aracı olarak görenler, bu yatırımlarının topluma getirdiği maliyetin karşılığında vergilerini de ödemelidir.
Dünyada bu eğilim zaten çok yaygın. Örneğin, Singapur’da, spekülasyonu caydırmak ve konut talebini yönetmek için "Ek Alıcı Damga Vergisi" (ABSD) adı altında kademeli bir vergi uygulaması var. Bu vergi, vatandaşlar için ikinci konutta yüzde 20, üçüncü ve sonraki konutlarda ise yüzde 30 oranında uygulanırken, yabancılar için herhangi bir konutta yüzde 60 gibi istisnai derecede yüksek bir orana ulaşıyor. Bu, piyasaya spekülasyon amaçlı girişi ciddi anlamda maliyetli hale getiren stratejik bir bariyer olarak işlev görüyor.
Birleşik Krallık da benzer şekilde, ek konut alımlarında Damga Vergisi’ne (SDLT) yüzde 2'lik bir ek vergi getirirken İngiltere'deki yerel yönetimlere ikinci evlere yönelik emlak vergisini (council tax) Nisan 2025'ten itibaren iki katına çıkarma yetkisi tanındı. Bu tür politikalar, birincil konut ile yatırım amaçlı konut arasında net bir ayrım yaparak spekülasyonu caydırmayı hedefliyor.
Not 9: Bir taraftan ev sahibi olma imkânları kalmadığı için yüksek kiralar ödemek zorunda kalan insanlar, diğer tarafta boş duran konutlar. Kiralık ev arzını artırmanın yollarından birisi de “boş konut vergisi”dir. Boş tutulan konutların piyasaya kiralık olarak sunulması teşvik edilerek hem fiyat baskısı azaltılır hem de konutun birikim aracına dönüşmesi frenlenir. Bu tür düzenlemeler barınma ihtiyacını öne çıkarır, emlak spekülasyonunu ise sınırlar.
Not 10: Ama bunlar da yetmez. Piyasa mekanizmasının barınma hakkını sağlayamadığı açık. Bu yüzden kamu doğrudan sosyal konut üretimine girmelidir. Barınma hakkı piyasaya bırakıldığında en savunmasız olanlar kaybeder; bu yüzden kamu, planlama ve üretim süreçlerine yön veren, standart belirleyen bir rol üstlenmelidir. Nitelikli, erişilebilir ve kira kontrolü olan sosyal konut projeleri yalnızca alt gelir gruplarına değil, orta sınıfın da barınma güvenliğine katkı sunar.
Mesele sadece kaç konut satıldığı değil; kaç yurttaşın barınma hakkına kavuştuğudur. “Rekor satış” manşetlerinin perde arkasındaki bu gerçeği görmek, tartışmayı doğru zemine taşımak için ilk şart. Başarıyı tapu devriyle değil, güvenli bir yuvaya kavuşan insan sayısıyla ölçmenin zamanı çoktan geldi. Eğer barınma hakkını merkeze koymazsak, her yeni istatistik ve her yeni kampanya toplumun geniş kesimleri için yeni bir hayal kırıklığına dönüşmeye devam edecektir.
Not 11: Tarih boyunca dinlerin en büyük iddiası, cinsel dürtüleri zabt u rapt altına alıp, toplum düzeni için bir tehdit kaynağı olmaktan çıkarmaktır. Bu iddiaya dayanan ahlâk anlayışının çözümsüz bir paradoksu vardır.
Cinsellik bastırılır, yok edilmez ve böylece zihin sürekli cinsellikle meşgul hale gelir. Hiçbir temeli olmayan Cennet pornografisinin bu kadar abartılı olmasının sebebi budur. Bir de tövbe kapısı var. Tövbe ederek günahların affedileceğini bilmek, işlek bir günah kapısı açar. Kapalı, dolayısıyla denetimsiz toplumsal yapılarda, iki yüzlü dindarlıkla kendisine alan açan ahlâksızlık çok daha tahripkârdır.
Not 12: Gençler her türlü kalıba girip çıkar, yaşlanınca hacca gidip cami cemaatine dahil olurlar. Muhafazakâr atmosfer bu yaşlı dindarlığı etrafında kendisine alan açar. Sosyal medya bu atmosferi alt-üst etti. Dedelerle torunlar arasında bağlar zayıfladı. Aile bağlarının gevşemesi de bu muhafazakârlık damarını daralttı.
Bireysel dindarlık, kimsenin diğerinin dindarlığını sorgulayamadığı, tam olarak vicdanlara ve bireysel tercihlere dayalı bir din anlayışı yaratıyor. Ana akım TV kanallarında, şekilden şekle giren din adamlarının önüne gelen meseleler durumu özetliyor. Yönünü bulmak, güvenli bir toplumsal çevre edinmek için geleneksel dindarlığın sunduğu alışkanlıklara duyulan ihtiyaç azalıyor. Öbür taraftan insanları varoluşsal sorunları devam ediyor. Sorulara cevaplar, dinî otoritelerden değil yaygın kaynaklardan ediniliyor. Doğrudan bireyleşme de dindarlığın bireysel formlarını yaygınlaştırıyor.
Siyasette, baş döndürücü bir şekilde değişen gündemlerle bir alt-üst oluş yaşanıyor.
Derinlerde, alıştığımız ve hiç değişmeyecek gibi görünen geleneksel anlayışlar da değişiyor. Günün sonunda önümüzde bu köklü değişimin getirdiği yeni bir siyasî düzene, demokrasi anlayışına doğru yol alıyoruz.
Muhafazakârlık geriliyor, ama karşısında kendini ifade edebilen bir karşı tez yok. Galiba bu karşı tezin toplumsal-siyasal ihtiyaçlara göre kendini oluşturmasını takip edeceğiz.
Not 13. Senarist Göntem, verdiği mülakatta diyor ki, “Liselerde, üniversite yurtlarında o kadar çok kız var ki, para karşılığı s.. yapıyor. Bu artık normal hale gelmiş durumda. Kızlar hayallerini gerçekleştirmek için kendilerine eğlenceli bir yol bulmuş. Para karşılığı s… yapıyor. Ne var ki! Onlara bu motivasyonu ülke şartları veriyor.”
Bu açıklama dört yıl önce yapılmış. Bu iddialar yenilir yutulur cinsten değil ne yazık ki. Toplumun çoğunluğu okutmak için çocuklarını devlet yurtlarına emanet ediyor. Ancak Merve Göntem’in iddiasına göre; kızlar burada para karşılığı, ya kendi rızalarıyla ya da bir suç grubunun koordinesinde açıktan fuhuş yapıyor. Öncelikle savcılıklar bu iddiaların gerçeklik kısmına bakması gerekiyor. Hatta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı, özellikle büyük şehirlerdeki yurtları mercek altına almalı. Şayet bu iddiaların zerresi doğruysa, yazıklar olsun bize. Hepimize… Gönen, sözlerinin devamında, “Ne var ki! Onlara bu motivasyonu ülke şartları veriyor.” diyerek de topu siyasi iktidara atıyor.
Not 14: Hukuk somut gerçekler üzerinden hareket eder. Şayet, gerçekten böyle bir fiil var ise, failler kimler, hangi kurumlar sorumlu, mağdurlar kim ve yaşı kaç gibi hususlar tespit edilmeli. İşin daha vahim yanıysa, cinsellik ve eskort kavramının Türkiye’de lise çağına kadar düştüğü iddiası. Senarist Merve Göntem, sıradan bir kişi değil. Muhtemel çalışması esnasında bazı çevrelerle temas kurduğu anlaşılıyor. Eğer gerçekten lise öğrencilerine yönelmiş bir suç söz konusuysa bu çocukların korunması öncelikli olmalıdır. Çocuk koruma yasaları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorumluluğu, iletişim denetimleri, sosyal hizmetler vs. devreye girmek durumunda. Ayrıca okul yönetimleri, yurt idareleri sorumluluklarını yerine getirmeli.
Şayet Merve Göntem sadece bunu gündem oluşturmak amacıyla yaptıysa, iddialarıyla ilgili hiçbir somut delil yoksa o zaman da TCK’nın 267. maddesi işletilmelidir. Kısacası somut suç isnadı yapılırken, dikkatli olunması gerekiyor. “Eskortluk yaptılar” gibi suçlayıcı ifade, iftira unsuru içeriyorsa ağır hukuki sonuç doğurur. Göntem gibi bir senaristin bunu bilmemesi mümkün değil bana göre.
Son olarak altını çizmem gerekiyor. Bu şekilde iddialar, hukuken hem ağır hem de ciddi süreçler doğurur. Somut delile dayanmayan suçlamalar iftira ve hakaret suçunu tetikler; gerçek bir suça dair deliller varsa ceza hukuku, insan hakları hukukları, çocuk koruma gibi çok yönlü yükümlülükler devreye girer. İddia eğer asılsızsa mağduriyeti olan kişi, suç duyurusunda bulunabilir. Eğer, iddia doğruysa sorumlular cezai ve tazminat bakımından sorumlu duruma düşer.
O zaman yetkili makamlara çağrıda bulunmak gerekiyor. Savcılık yerine Merve Göntem ile bakanlık müfettişleri ve sosyologları acilen görüşmek zorundalar. Aksi durumda atılmayan bir adım, bir genç kızımızın daha hayallerini bitirmeye yeterde artar.
Not 15: Şairlere sığınmak çare mi? “Önce yüreklerimizdeki Kudüs’ü işgal ettiler / Biz savaşı önce kendimizde kaybettik / Kendimizle kaybettik / Filistin’de, Yemen’de ve daha nice illerde kuşlar / Peygamber kuşları çoktan uçup gittiler / Ürkerek vahalarda kurulmuş sefahat sofralarından / Gazze önce içimizde vuruldu…” Nuri Pakdil’in, Cahit Zarifoğlu’nun dizelere yansıyan duyguları… Gazze utancını şiirler de, şairler de gidermekten çok uzak. Gerçekler orada çok acı… İşgal altında bir şehir…
Nasıl bir çağa denk geldik..? Bahtımıza Gazze utancıyla yaşamak düştü. Dua, dua… Başka? Alnımızın ortasında kara bir leke Gazze… Sözler tükendi, kelimeler anlamını yitirdi. Yaşanan acı bir gerçek… Ve feryatlar, çığlıklar karşısında dünyanın kahreden sessizliği…
Not 16: Başıma düşmüş sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum. C. Z.
Not 16: Kalbi dolu dolu hasret çekmek nicedir..!
Not 17: Günümüz insanı, sevdiklerine dört elle sarılıyor ama aynı zamanda onları kaybetme fikriyle boğuluyor. Bu yüzden bağlar sahici olmaktan çok bağımlılıklara dönüşüyor. Aile, aşk, arkadaşlık, kariyer… Ne kadar çok bağ kurarsak, o kadar çok korku üretiyoruz. Ve belki farkında olmadan sevginin kendisini değil, onun çevresine ördüğümüz güvenli surları seviyoruz.
Augustinus’un iç konuşmalarında akıl çok serttir. Tıpkı içimizdeki eleştirmen gibi. Der ki: “Demek ki sağlığını, sevdiklerini ve hayatın kendisini seviyorsun. Aksi takdirde bunları kaybetmekten korkmazdın.” Bu cümle bize şunu hatırlatır: İnsan sadece soyut hakikatleri değil, tenine dokunan, gözle gördüğü, eliyle tuttuğu şeyleri sever. Ve bu sevgiler, onun ne kadar kırılgan olduğunu açığa çıkarır.
Not 18: Bugün bunu bir hastane odasında beklerken, bir savaş haberi izlerken ya da bir çocuğun gözyaşlarını görünce hissediyoruz. Sevgimiz, en çok tehdit edildiğinde ortaya çıkıyor. Oysa tehdit edilmeyen sevgi çoğu zaman sıradanlaşıyor, neredeyse unutuluyor. Belki de bu yüzden felaket anlarında insanlar birbirine daha çok sarılır; çünkü o anlarda sevginin ne kadar değerli olduğunu hatırlarız, ama hâlâ sevgiyle değil korkuyla bağ kurarız.
Bir başka dikkat çekici nokta şu: Augustinus, bir anda sağlığına kavuşsa, sevdikleri yanına gelse mutlu olup olmayacağını sorduğunda “şüphesiz” cevabını veriyor. Ama ardından akıl tekrar onu uyarıyor: “Bu durumda hâlâ zihninin hastalıkları seni yönetiyor demektir.” Yani dışsal koşullar düzelse bile içsel dertler bitmez. Bu, günümüzün en derin çıkmazlarından biri değil mi? Psikolojik rahatsızlıkların artması, kaygının yaygınlaşması, anlam arayışının giderek kişisel krizlere dönüşmesi… Hepsi bize gösteriyor ki; fiziksel güvence, sosyal statü, duygusal destek tek başına yetmiyor. Ruhsal açlık doyurulamıyor.
Augustinus bu noktada önemli bir soruyu ima eder: Mutluluk dışsal koşullarla mı gelir, yoksa içsel dönüşümle mi? Eğer mutluluk sevdiklerinin varlığına, sağlığın yerine, hayatın uzunluğuna bağlıysa; bu durumda her an kırılmaya, dağılmaya mahkûmdur. Oysa kalıcı mutluluk, sevginin nesnesini doğru belirlemekten geçer. Augustinus’a göre bu nesne Tanrı’dır. Bugün için bu kavramı, her insanın inancına göre genişletebiliriz: aşkın olan, kalıcı olan, seni senden daha çok seven bir varlık ya da
Not 19: Derviş’in “Ben oradan geliyorum, anılarım var. / Doğdum, herkes gibi doğdum. / Bir annem var. / Ve bir evim var çok pencereli. / Kardeşlerim var, dostlarım var” dizeleriyle “herkes gibi”likleri vurgulanan Gazze’lilerin, “hiç kimse”leşmesi de ne ölümcül bir gerçek.
Şimdi orada, Gazze’de kapana sıkıştırılmış 400 bin insan var. Hepimiz gibi doğan, ailesi, evi olan, çocuk, bebek. Gidecek yerleri yok. Evleri yok. Yaralılar, hastane yok. Sığınacak kimseleri yok, herkes diğerinden daha zorda. Kaçıyorlar, kurtulamıyorlar. Ya oldukları yerde öldürülüyorlar ya da gittikleri yerde.
Not 20; Sanki Gazze halkı “hiç kimse.” Gazze ise “hiçbir yer.” Katlediliyorlar ve katleden cezalandırılmıyorsa, Gazze halkının “hiç kimse”liğinden. Vatanlarının turistik belde yapılması planlandığı gün, kendileri de çoktan inşaat hafriyatına dahil edilmişlerdi.
Dünyanın geri kalanı Gazze’nin başına gelenleri görüyor ama Gazze, dünyanın geri kalanının varlığını hissetmiyor. O zaman, Gazze’den bakınca dünyanın geri kalanı da “hiç kimse”leşiyor. Bu gerçek herkesi, kötücül saldırılar karşısında eşitlemiyor mu? Eşitliyor.
Not 21: Adeta sınırsız bütçelerin konuşulduğu futbolda dökülüyoruz. Milli Takım 6, en pahalı yabancıların oynadığı Galatasaray 5 gol yiyor. Görece daha az bütçeli, daha az popüler spor alanlarında daha çok galibiyet kazanıyoruz.
Not 22: Öğretmenlere telefon yasağı: MEB’in “öğretmenlerin sınıfta cep telefonu kullanmaması” genelgesi çok yerinde oldu. Maalesef sosyal medya salgını, öğretmenleri de kapsıyor. Ancak genelge tek başına yeterli değil. Okul ve Bakanlık yönetiminin de cep telefonunu bilgilendirme aracı olarak kullanmaması ve “veli WhatsApp grupları” uygulamalarını da düzenlemeye dahil etmesi gerekir. Ve elbette, mesai saat içerisinde cep telefonu kullanımı yasağı, dikkat gerektiren başka meslek gruplarını da içermelidir.
Not 23: Tüm yasakları ve performans kriterlerini öğretmen üzerinde uygulamak negatif ayrımcılık kanısı yaratabilir. Zaten her gün velilerin psikolojik ve fiziksel şiddetine maruz kalıyorlar.
Not 24: CHP, küresel analizde miyop politika anlayışını terk etmediği için yaşanan sorunların sonu gelmiyor. Kamuoyunu, seçmeni, teşkilatı yoruyor. Yorgunluk, bir süre sonra ilgisizliği doğuruyor ki, son dönemdeki mitinglerde bu durum görülüyor. İletişim politikasını sosyal medya odaklı planlamak, yankı odalarına hapsolarak gerçeklikten uzaklaşmasına yol açıyor. Örneğin il binasını, ilçe binalarına kaçırmak akıl tutulması dışında açıklanamaz. Mahkeme il başkanını geçersiz saydı, il binasını değil. Genel Merkeze gaz maskesi, makarna stoklamak da akıl tutulması.
Sağlıklı bir analiz yapılabilse, “cephelerin” çoğaldığı bir küresel gerçekliğin farkına varılabilir. Bu analiz, ülkeler söz konusu olduğunda “iç cephe” ve “dış cephe” ayrımını önümüze koyar. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Nutuk’ta, “Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir” saptaması bugün yaşamsal değerdedir.
Güçlü devletler dış cepheye karşı içeride birlik oluşturabilen devletlerdir. Etrafımızdaki tehditlerin yoğunlaşması, ülke olarak iç cephemizin birliğini acil öncelik yapıyor. CHP, “kuruluş dava”sını öncelediğinde, iç cephenin önemli unsuru olabilecekken, tam tersi bir görüntü sergiliyor. Bu durum, tedirgin insanları umutsuzluğa itiyor. CHP’nin, iç cephenin önemli bir unsuru olabilmesi, örgütün içindeki cepheleri birleştirerek kendi “iç cephe”sini sağlamlaştırmasından geçiyor.
Not 25: Unutulmaz bir yönetici, güçlü bir lider olmak istiyorsanız önce hatalarınızdan ders çıkarmayı öğrenmelisiniz. Sonra, hatalarınız için ilgili kamuoyu önünde özeleştiri yapmayı başarmanız gerekiyor. Takımın karakterini tasarlamadan, teknik adamın karakterini ve geçmişini analiz etmeden büyük tazminat bedellerine imza atarsanız bir özür borcunuz vardır. Yenilgilerin üstüne, Fenerbahçe’nin 9 Milyon Euro’sunu Mourinho’ya ödeyen Ali Koç’tan söz ediyorum.
Not 26; “Nesneleşen” ülkeler, sorunları doğru analiz edemezler. Örneğin Londra sokaklarını yaşanmaz hale getiren Türkler değilken, İngiltere’nin, Türkiye’ye gerçeklikten kopuk vize uygulaması gibi. Geçmişi unutmuş, geleceğin farkında olmayan bir demans hastası sanki. Artık “hasta adam” kendisi.
Not 27: Irmağı dağlara doğru akıtmak. Ovalar suyu beklerken biz ne yapıyoruz? Irmak nereye akıyor? Eğitime ayrılan bütçeleri biliyoruz. Harcanan bütçeler ırmağı tersine akıtmak gibi değil de nedir? Yüz binlerce işsiz üretmek nasıl izah edilebilir? Elimizde suyumuz var ama toprak susuzluktan çatlıyor. Eğitime de milyarlar harcanıyor ama elimiz boşa çıkıyor. Genç nüfusumuz göz kamaştırıyor ama üretime dâhil edemiyoruz.
Nice ırmağın yatağını değiştirdik. Ziyan edilen kaynaklar, ehli olmayana teslim edilen makamlar… Yüz binler ovalarda suyu bekliyor. Peki, ırmak nerede? Tersine döndürüldü. Elinde diploması ile bekleyen gençlerimizin umudu kaldı mı? Sanırım onlar hâlâ suyu bekliyor. Oysa o su gelmeyecek! Suyun yönü değişti. Kronik hiçbir sorundan bahsetmeye gerek yok. Teşhis çoktan yapıldı. İyileşme isteniliyor mu, istenilmiyor mu? Tablo ortada. Hâlimiz belli.
Söylenecek çok söz vardır. Ancak söz söylemek çare değildir. Neticeye bakıyoruz. Sınırlı bir kesimin tarlasını suladığı, kalan kısmın ise su sırasını beklediği ama bir türlü o sıranın gelmediği bir durum. Mahsul yandı, zayi oldu. Biz şimdi yeniden ekim için ümitlendik. Güneş her gün doğuyor, su akıyor, toprak kıvamını buluyor, tohum ekim zamanını bekliyor.
Eğitim kendi doğallığı içinde yürütülmelidir. Takıntılara, ideolojik saplantılara, kayırmacılığa, belli bir zümrenin çıkarına, siyasî hesaplaşmalara kurban edilemez. Zorla yani tersine bir istikâmetle bir yere varılamaz. Su yatağında akmalı. Irmağı tersine akıtmak akıl tutulmasıdır. Belki yıllardır yapılan buydu. Şimdi “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile ırmak yatağında akacak. Bekliyoruz.
Not 28: Trafik kazaları, cinayetler, ölümden kıl payı kurtulmalar… Her içerik tek tek bireylerin kaygı düzeyini yükseltmeye programlanmış gibi. İnsanları ve kitleleri büyük, bilinmeyen ve öngörülemeyen tehlikelere maruz bırakmak, onları rehberliğe ve kontrole daha yatkın hale getirir.