Enflasyon can yakmaya devam ediyor..
Eylül ayına ilişkin enflasyon rakamları paylaşıldı ve en dikkat çeken husus, tüm kurumların aylık enflasyonunun yüzde 3'ün üzerinde olması.
Eylül ayına ilişkin enflasyon rakamları paylaşıldı ve en dikkat çeken husus, tüm kurumların aylık enflasyonunun yüzde 3'ün üzerinde olması.
Aylık enflasyonu; TÜİK yüzde 3,23, ENAG yüzde 3,79, İTO ise yüzde 3,19 olarak açıkladı.
Bir önceki ay yani ağustosta aylık enflasyon, TÜİK'e göre yüzde 2,04, ENAG'a göre yüzde 3,23, İTO'ya göre ise yüzde 1,84 idi.
Dikkat ederseniz aylık enflasyon oranında artış var.
Bu durum dezenflasyon sürecinin devam etmediğini gösteriyor.
Halbuki Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yaptığı değerlendirmede, "Enflasyonun ana eğilimi dezenflasyonun süreceğine işaret ediyor" diyor.
Eylül ayı enflasyon verisi Sayın Şimşek'i yalanlıyor.
Yıllık enflasyonda da benzer bir durum söz konusu. TÜİK'e göre ağustos ayında yıllık enflasyon yüzde 32,95 iken, eylül ayında yüzde 33,23'e yükseldi.
Belli ki, bir şeyler yolunda gitmiyor, olumsuz gidişat, resmi verilerle de örtülemiyor.
Mehmet Şimşek, açıklamasında, enflasyonun artmasında gıda enflasyonunun etkili olduğunu ve bunun da nedeninin zirai don ve kuraklık olduğunu belirtti.
Halbuki gıda fiyatlarında aylık bazda en fazla artış, yüzde 19,84 ile yumurtada ve yüzde 19,16 ile taze balıkta yaşandı.
Bunun zirai don ve kuraklıkla ne alakası var merak konusu.
Bir diğer önemli husus ise, başta Mehmet Şimşek olmak üzere hükümet yetkilileri sık sık ekonomi politikalarının birinci önceliğinin "enflasyonla mücadele" olduğunu vurguluyor. Bu hedef, açıklanan OVP'lerde de ifade ediliyor.
Bunu açıkladıktan sonra, enflasyonla mücadele edebilmek için talebin baskılanması gerektiğini belirtiyorlar. Çünkü onlara göre enflasyonun temel nedeni talep artışı, yani talep enflasyonu var.
Peki, 1 Ocak 2025'ten bugüne 9 aylık süreçte 22 bin 104 lira olan asgari ücrette bir artış var mı? Yok. Diğer ifadeyle asgari ücrete 9 aylık dönemde ne kadar zam yapıldı? Yüzde 0.
Ama TÜİK'in verilerine göre bu 9 aylık dönemde enflasyon yüzde 25,43 oldu.
Milyonlarca asgari ücretli ailenin geliri bir kuruş artmazken, yani talep sabit kalırken, fiyatlar arttı, enflasyon oluştu. Demek ki talep kaynaklı bir enflasyon yok. Bu, ülkemizdeki enflasyonun talep enflasyonu olmadığının matematiksel ispatıdır.
Peki, fiyatlar neden arttı, enflasyonun sebebi ne? Bu dönemde artan şey maliyetler. En büyük maliyet de finans maliyeti, yani yüksek faiz. Türkiye'deki şirketler en küçüğünden en büyüğüne hep kredilerle üretim yapıyorlar, öz kaynakları oldukça sınırlı. Şirketler üretimde kullandıkları finansın maliyetini, yüksek faizi fiyatlarına yansıtmak zorunda kalıyorlar, aksi halde kredileri ödeyemezler ve batarlar.
Onun dışında, enerji, hammadde, nakliye, vergi, kira gibi maliyetlerde de ciddi artışlar var. Bunları da fiyatlara yansıtıyorlar. 1 Ocak'tan bugüne artmayan tek maliyet maaşlar, çünkü asgari ücrete bu dönemde zam yapılmadı.
Mademki, Türkiye'de gerçek enflasyon sebebi maliyet artışları, o halde enflasyonla mücadelede yapılması gereken vatandaşların kemerini sıkmak değil, maliyetleri aşağıya düşürmek.
Örneğin sanayiciye, üreticiye, tarım köylüsüne sıfır faizli kredi imkanı sunulması lazım. Yerli hammadde ve enerji kaynakları devlet eliyle işletilerek üreticiye ucuz enerji ve hammadde tedarik edilmesi lazım. Ülkemizin zengin petrol yatakları yine devlet eliyle işletilerek, akaryakıt ve dolayısıyla nakliye giderleri minimuma indirilmesi lazım. Üretimde kullanılan elektrikten, hammaddeden ve akaryakıttan vergi alınmaması lazım.
Bu ve benzeri bütün adımlar üretim maliyetlerini aşağıya düşürür ve ürün fiyatlarının da düşmesini sağlar.
Sessiz çığlık:
Türkiye içinde bulunduğu gerçekliklerle aslında birçok raporda yüzleşiyor: Türkiye Uyuşturucu Raporu 2024 ve Yeşilay'ın Türkiye Kumar Raporu 2025. İkisi de farklı alanları inceliyor gibi görünse de ortak bir noktada buluşuyor: Gençlik ve aileler üzerinde yükselen sessiz bir tehdit.
Uyuşturucu raporuna göre Türkiye'de son on yılda metamfetamin kullanımı rekor seviyelere ulaştı. Ele geçirilen miktar 2019'dan bu yana yaklaşık on kat arttı. Esrar hâlâ en yaygın madde olsa da metamfetamin ve sentetik uyuşturucular (özellikle sentetik kannabinoidler) gençler arasında hızla yayılıyor. Yalnızca 2023 yılında, 230 binden fazla uyuşturucu olayı kolluk kuvvetlerine yansıdı. Bu, meselenin sadece sokak aralarında değil, ülkenin her köşesinde karşımıza çıktığını gösteriyor.
Dahası, raporlar yalnızca maddenin kendisine değil, sonuçlarına da işaret ediyor: Uyuşturucuya bağlı ölümler 2011'de 105 iken, 2017'de 941'e çıktı. Bu ölümlerin büyük bölümü genç erkekler arasında gerçekleşti. Ortalama ölüm yaşı 32. Yani tam da ülkenin geleceğini omuzlaması gereken kuşak, uyuşturucunun hedefi haline geliyor.
Kumar raporu ise başka bir cephede aynı tabloyu resmediyor. Türkiye'de 15 yaş üstü nüfusun %10,1'i hayatında en az bir kez kumar oynamış. Yani yaklaşık 6,8 milyon insan. Erkeklerde oran %13,4, kadınlarda %6,8. Daha da çarpıcı olan, kumar oynayanların yüzde 71'inin 15–24 yaş arasında bu alışkanlığa başlamış olması.
Online bahis ise raporun en dikkat çekici bölümü. Gençlerin %6,6'sı son 30 gün içinde online yasa dışı bahis oynadığını ifade etmiş. Akıllı telefonlarla cebimize kadar giren bu siteler, yalnızca gençlerin parasını değil, umutlarını da çalıyor. YEDAM verilerine göre 2024'te kumar bağımlılığı nedeniyle yapılan başvurular, ilk kez alkol ve madde başvurularının önüne geçti. Bu, sorunun büyüklüğünü net bir biçimde ortaya koyuyor.
Uyuşturucu da kumar da sadece bireyi vurmuyor; aileleri de yıkıyor. Kumar kayıplarını kapatmak için kredi kartları patlatan, bankadan borçlanan ya da tefeciye kadar giden gençler… Uyuşturucu nedeniyle sokakta sürüklenen, işini kaybeden, umudunu yitiren aileler… Raporların anlattığı tabloyu, aslında her gün çevremizde küçük hikâyeler halinde görüyoruz.
Peki çözüm ne? Öncelikle şunu kabul etmeliyiz: Bu mesele sadece polisiye operasyonlarla çözülemez. Sokaklarda yapılan baskınlar elbette gerekli ama yetmez. Sorunun kökü ailede, eğitimde ve ekonomik koşullarda yatıyor. Türkiye'nin genç işsizlik oranı hâlâ %15 seviyelerinde. 15–24 yaş grubunun yalnızca %39,5'i istihdamda. Geriye kalan milyonlarca genç ne çalışıyor ne okuyor. Bu boşluk, uyuşturucuya ve kumara zemin hazırlıyor.
Çözümün yolu belli:
* Aile temelli programlar yaygınlaştırılmalı; ebeveynlere eğitim ve destek sağlanmalı.
* Gençlere iş ve gelecek umudu sunulmalı. Asgari ücretle geçinemeyen ya da iş bulamayan genç, kolay kazanç vaatlerine daha kolay kanıyor.
* Okullarda bağımlılık farkındalığı dersleri ve alternatif sosyal-kültürel etkinlikler artırılmalı.
* Rehabilitasyon kapasitesi genişletilmeli. Türkiye'deki AMATEM ve ÇEMATEM merkezlerinin süresi ve imkânları yetersiz. Nüks oranı %60 iken, gelişmiş ülkelerde %30. Bu farkın kapatılması şart.
* Yasal ya da yasa dışı bahis sitelerine karşı sınırlama getirilmeli, teknolojik alt yapı buna göre düzenlenmeli.
Unutmayalım: Uyuşturucu da kumar da bir nesli tehdit ediyor. Bugün raporlarda gördüğümüz rakamlar, aslında yarın yaşayacağımız sosyal krizlerin habercisi.
Doktorlar ilaç sanayisinin paralı köleleri mi?:
Modern tıbbın merkezleri ve sarayları olması gereken hastaneler, artık bir ticarethaneye dönüşmesi dışında sanki birer “ölüm kampına"da dönüştüyse eğer, bunun bir sebebi de prim-performans sistemi ile doktor ve hemşirelerin düşürüldüğü durum ve tabi ki bazı doktor ve hemşirelerin Vicdan Yokluğudur.!
Bakın vermiş olduğum videonun başlangıcında Dr. Murat KINIKOĞLU bazı bilimsel veriler veriyor ve buna göre; "tıbbi hataların, ABD'de kanser ve kalp hastalıklarından sonra üçüncü en büyük ölüm nedeni olduğunu" belirtiyor. Ayrıca, "her yıl 251 bin kişinin önlenebilir tıbbi hatalar nedeniyle hayatını kaybettiğini ve 12 bin kişinin ise gereksiz cerrahi operasyonlarla yaşamını yitirdiğini" vurguluyor..
Bir zamanlar Covid’in o karanlık koridorlarında, yoğun bakımdaki her bir hasta başı için ödenen 666 TL’lik o karanlık prim bir rakamdan çok daha fazlasıydı.! Çünkü bu, hakikatte hastaların üzerinden haksız pirim kazanmak olacağı gibi hem şeytani bir muhasebenin ayini ve hem de bu tiyatroyu sürdürerek doktor-hemşire ve hastaneleri de buna alet etmek içinde gerekliydi.. Bir çoğu bunun farkında bile değildi tabiki..
İşte o karanlık dönemde şifa dağıtması gereken eller, maalesef birer kâr makinesine dönüşmüş ve primleri cebine indirmekle meşguldü..
“Önce zarar verme” kaidesi ise “önce paranı kazan, cebine koy, gerisini boşver..” menfaatine yenik düşmüştü.
Performans Primi adı altında sunulan o teşvikler, mesleki onuru bir meta haline getirmişti..
Hekimlik, acaba "Hipokrat'ın tavsiyesi"ni mi uyguluyordu.? Hipokrat neyi tavsiye etmişti.? Hipokrat yeminine ne olmuştu.? Hipokrat, insanların ölümüne alet-aparat olunmasını, insanların o hasta-perişan hallerinden istifade edilip gereksiz şekilde ve ilk fırsatta yoğun bakıma alınıp-tutulup bunun üzerinden prim-performans alınarak rant sağlanmasını ve kirli bir çarka alet olunmasını mı emretmişti.?
Bakın yine aynı videoda Dr. Murat KINIKOĞLU, geçmişte "İTrail'deki doktorların grevi sırasında ölüm oranlarının düşmesini ve yine Harvard Üniversitesi'nin kardiyologların kongrede olduğu bir dönemde kalp hastalarındaki ölüm oranının daha düşük olduğunu gösteren çalışmayı" hayretle ve çarpıcı bir şekilde anlatılıyor.
Bu durumun ise "tıbbın aşırı kullanımı (gereksiz anjiyografi, stent, ameliyatlar nedeniyle gerçekleştiğini" belirtiyor.
Ve devam ediyor konuşmasına; "ABD de her yıl 199 bin kişinin doktorların bizzat reçete ettiği ilaçların yan etkileri nedeniyle hayatını kaybettiği bilgisini verip Ayrıca, bir ankete göre doktorların beşte birinin gereksiz yere işlem yaptığını kabul ettiğini" belirtiyor..
Bunlar korkunç rakamlar tabiki fakat ben bu rakamlara da çok inanmıyorum.. Bu rakamların aslında çok daha fazla olduğuna inanıyor sadece doktorların bu büyük itirafı yapmaktan çekindikleri için rakamın beşte bir de kaldığını düşünüyorum..
Bunlar bilinen ve kayda sokulan istatistik ölüm rakamlarıdır.
Ya bilinmeyen ve kayda girmeyenler.?
Takdir edilecektir bu tarz meselelerde Toplumsal Bir İnfial Olmaması İçin bir çok bilgi saklanabiliyor ya da kısıtlanabiliyor..
Devam.. Gelelim bugüne;
Hiçbir risk faktörü taşımayan yeni doğmuş bir bebeğin topuğuna, ortada hiç bir klinik bulgu yokken, ZAN ve VEHİM İLE ve bir kâr hırsıyla batırılan iğne BİLİM filan değildir ve olamaz.! HAKİKATTE ise bir suçtur ve kanunca da suç sayılmalıdır.!
Basit ve BİLİM zannedilerek verilen o "küçük bir damla kan" aslında bir bebeğin geleceği için yazılan kirli bir senaryoya dönüşürken, bilimde bu sırada kapitalizminin o pis ve kâr kokan köleliğini yapıyorsa eğer, bu bilimde değil, şifa da değil, bir insanlık suçu olmalıdır.!
Çünkü PCR ile ve Genel Tarama Testleri maskesi altında açılan o kapı ile ilaç şirketlerinin elinde acı çeken ve gelecekleri kararan o çocuklar, sadece ADALETİ hak etmiyorlar, aynı zamanda kaybettikleri gelecekleri ve sağlıkları içinde ömür boyu kendilerini koruyacak ve yetecek kadar tazminatları da hak ediyorlar.
Aşıların otizme yol açması güya tartışmalı bir meseleymiş gibi gösterilmeye çalışılmasına rağmen ve bu tartışma o sözde bilimsel verilerin gölgesinde sürerken, asıl veçhesiyle, uygulama ve gözlemlerle ise bunun TARTIŞMA değil, bir HAKİKAT olduğu ve bir insanlık suçu olması gerektiği hemen anlaşılacaktır..
Not 1: Bir ölüm vefalı,
Bir de sonbahar../Cahit Zarifoğlu
Not 2: Başkalarıyla birlikte geçen bir saatin ruhta bıraktığı lekeyi silmeye bir yıllık yalnızlık yetmez. (E.M. CIORAN / Avare Düşünceler)
Not 3: Bir kafede oturuyorum...
30'larında bir adam geliyor yanıma...
Davranışları pek saygılı; sık sık özlü sözler sıkıştırıyor konuşmasının arasına...
Gittikten sonra kafedeki garson kız "Şunun söylediklerine aldırmadınız, değil mi abi?" diye fısıldıyor; "Yalancı, tacizci, berbat biridir."
Not 4: Çocuklarımıza ne aktarıyoruz?
Asap bozukluklarımızı...
Sevgisiz bakışımızı...
Paraya odaklanmış dünyamızı...
Not 5: Başkalarıyla birlikte geçen bir saatin ruhta bıraktığı lekeyi silmeye bir yıllık yalnızlık yetmez. (E.M. CIORAN / Avare Düşünceler)
Not 6: Bir kere daha anladım ki hadiseler kendi âlemlerinde değil, içimizde doğup ölüyor. Ve alışılmadan elimizi yakan ılık su, kaynar hâle geldikten ve alışıldıktan sonra derimizi bile kaşındırmaz oluyor. (NECİP FAZIL / Savaş Yazıları)
Not 7: Stresten iki ayağı bir pabuca girmiş, kazanmak, harcamak, haz almak ve ölmek konusunda sabırsız kadın ve erkekler... (J. KRISTEVA / Ruhun Yeni hastalıkları)
Not 8: Dün dijital bakımdan minimalizmi savunan bir makale okudum...
Yazar "Akıllı telefonunuzdan bağımsızlığını ilan etmeden köleliğinize son veremezsiniz" gibi laflar ediyordu.
Gülünç artık!
Sisteme kölelik mi?
Bu mu yani? Sadece sosyal medya mı?
Yahu içimiz dışımız, yiyeceğimiz, içeceğimiz, işimiz gücümüz, fikrimiz ve zikrimiz bile sisteme köle...
Not 9: Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da zamanın insanı olgunlaştıran bir dost olduğundan söz eder: “Her şeyin kendi zamanında olması gerekir; tomurcuk bile açmaya zorlanmamalı.” Bu cümle bize şunu fısıldar: Yaş almak, bir eksilme değil; içimizdeki tohumun çiçeklenmesine izin vermektir.
Ama modern hayat bize başka bir hikâye anlatıyor. Reklamlarda, filmlerde, gündelik sohbetlerde yaş almak hep “kaybetmek” üzerinden konuşuluyor. Kırışıklıklar gizlenmesi gereken bir ayıp, beyazlayan saçlar örtülmesi gereken bir kusur gibi sunuluyor. Böylece insan, kendi zamanını düşman bellemiş oluyor. Oysa ağacın dallarında olduğu gibi, insanın varoluşunda da her yıl yeni bir halka vardır. Bu halkalar, kaybın değil kazanımın izleridir.
Büyüme yalnızca çocuklukta gerçekleşmez. Çocukken boyumuz uzar, gençken ufkumuz genişler; yaş ilerledikçe hikâyelerimiz derinleşir. Ruhun büyümesi, gövdenin büyümesinden daha uzun solukludur. Bir düşünürün dediği gibi, “yaş” yalnızca kronolojinin bir işaretidir; asıl mesele, ruhun hangi yöne doğru genişlediğidir.
Not 10: Yaşlanma kelimesi, bedensel çöküşü ve faniliği öne çıkarır. İnsan için bir “azalma” duygusu uyandırır. Büyüme ise tasavvufta “insanın iç âleminin genişlemesi” ile örtüşür. Çünkü her yeni tecrübe, insana bir katman daha ekler; tıpkı ağacın yıllık halkaları gibi. Mevlânâ’nın bir sözü bunu çağrıştırır:
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.”
Burada yaşlanma değil, büyüme vardır; çünkü insan değişerek, kabuklarını kırarak, yeni boyutlar kazanarak ilerler. Felsefi açıdan da şöyle diyebiliriz: Yaşlanma kronolojik bir sayım, yani takvimsel bir gerçekliktir. Büyüme ise varoluşsal bir imkândır, insanın kendi özünü derinleştirmesi, bilinç ve erdem bakımından genişlemesidir. Dolayısıyla, tasavvufi bir bakışla insan aslında “yaşlanmaz”; insan “büyür”, “kemale erer”. Ölüm bile bu büyümenin sonu değil, yeni bir aşamasıdır.
Not 11: Geçen gün kitaplığımı karıştırırken Peyami Safa'nın "Yalnızız" romanını görünce çekip çıkardım, altını çizdiğim satırlara bir daha baktım.
Bir yerde "Niye yalnızız?" sorusuna şu cevabı veriyor Safa:
"Biz, hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız... "Yalnızız"dan kim bilir hangi saikle şu satırın da altını çizmişim: "Bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal mahluk kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkûm..."
Not 12: İçtenlik...
Başkalarına fazla yakın, hatta yapışık veya yılışık olmakla ortaya çıkan bir özellik sanılmaya başlandı.
Oysa ancak kendi "iç"ine yakınsa içtendir insan...
Samimiyet sözcüğünün Arapça kökenlerine baktığımız zaman da aynı kapıya çıkıyoruz: "Samimiyet" de "en içeri"ye, "öz"e, hatta "ilik" denen şeye gönderiyor bizi!
Not 13: Çıktığım her yerin kapısını sert kapatmamla tanınırken, senin kapın çarpmasın diye arasına elimi koydum.
Cahit Zarifoğlu
Not 14: İçim ağrıyor mutlu değilim.
Not 15: Bu dünya soğuk,
Rüzgar genelde ters yöne eser.
Limon ağaçları kurur.
Bahaneler hep hazır.
Güzel günler çabuk geçer.
Not 16: Bu dünyada tek gerçek ölüm, gerisi hep yalan! İşin en enteresan tarafı ya da kötü yanı yalan da olsa güzel..
Not 17: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Yaralar dinmişti. Araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti.” sözünü düşünmek, idrak etmek gerek. Büyük yapıcı, diyor zaman için. Muazzam bir tanımlama değil midir? Zamana hürmet, sadakat ve teslimiyet ile “yapıcı” olan zaman devreye giriyor. Aksi takdirde zamanın her şeyi öğüten, yıkan, yok eden, unutturan rolü de var. Belki de günümüzdeki mutsuzlukların altında bu yatıyor. Zamana hürmet etmeyeni, zaman perişan ve paramparça ediyor. Bozuluyor mizan, bozuluyor bütünlük. Ve her şey anlamsızlaşıyor.
Not 18: Aslında unutulan veya kanılan bir şey var, o da şudur: Dünyanın sahih ve kalıcı bir anlama sahip olamayacağı hususu. Maalesef çağımızda modern düşüncesinin müessir neticesi olarak insan, dünyayı sonsuz ve mutlak bir konak gibi görmeye başladı. Tüm inançları, dinleri bu görüşte buluşturma başarısını gösteren modern düşünce başarılı da sayılır. Yetinmeden, teşekkür etmeden, el edilenin kıymetini bilmeden, mefhumun manasını anlamadan geçiyor zaman. Teknolojiden de kaynaklı olsa gerek, sürekli yenilenen her şey zamanın ruhunu ihmal ettirerek insanı tatminsiz hâle sokuyor. Ve bu yaşam biçimiyle her şey anlamsızlaşıyor.
Not 19: Kimin hissesine ne nasip düşer, bilinmez. Ancak her şeyin bidâyeti ve nihayeti vardır. Sır buradadır. Bu sırra erenler hakikate vâkıf olur ve anlam hazinesinin kapısını açar. Ve anlamlı olur yaratılan her şey. Aksini düşünenler yitiriyor, bir daha bulamıyor o kapıyı. Ve her şey anlamsızlaşıyor.
Dünya vaadini yerine getirdi ama insan verdiği sözünü unuttu. Huzursuzlar orkestrası gibi bir topluluğun inleyişine şahitlik ediyoruz. Her şeye kavuşuldu ama dünya huzursuz. Bir ömre sığan hayaller şimdi enkaza dönüşüyor. Ve her şey anlamsızlaşıyor.
Not 20; Tüm zulümler arasında, kurbanlarının iyiliği için uygulanan zulüm belki de en baskıcı olanıdır. Her şeye gücü yeten ahlakçıların altında yaşamaktansa, soyguncu baronların altında yaşamak daha iyi olabilir. Soyguncu baronun zulmü bazen uykuya dalabilir, açgözlülüğü bir noktada doyabilir; ancak bizim iyiliğimiz için bize eziyet edenler, kendi vicdanlarının onayıyla bunu yaptıkları için bize sonsuza kadar eziyet edeceklerdir. Onlar cennete gitme olasılıkları daha yüksek olabilir, ama aynı zamanda dünyayı cehenneme çevirme olasılıkları da daha yüksektir. Onların nezaketi, dayanılmaz bir hakaret gibidir. Kişinin iradesi dışında “iyileştirilmek” ve bizim hastalık olarak görmediğimiz durumlardan iyileştirilmek, henüz akıl yaşına gelmemiş ya da asla gelmeyecek olanlarla aynı seviyeye getirilmek, bebekler, aptallar ve evcil hayvanlarla aynı sınıfa konulmak demektir.
C.S. Lewis
Not 21: Kendim için ekmek maddi bir meseledir. Komşum için ekmek ise manevi bir mesele.
N. Berdyaev
Not 22: Enflasyon en örgütlü ve kitabına en uygun görünen hırsızlık usulüdür. Devlet bütün ciddiyeti ile elini halkın cebine sokar, bir sülüğün kanı emmesi gibi halkın parasını çalar. Paranın değer kaybetmesi şeklinde fiyatların artması halkın cebindeki parayı enflasyon oranında çalmak yoluyla girişilen sistematik soygundur.
Not 23: Kimse kendini kandırıp, büyük ideallere ve ahlâkî önceliklere dayalı bir siyaset tarzını ülkeye egemen kılmaktan bahsetmesin. Siyaset su başlarını tutmak için yapılır. Serveti yeniden dağıtacak güce ulaşmak, herkese boyun eğdirmenin ve en geniş tabanlı halk desteğini elde etmenin yegâne yoludur. Kendi sermaye grubunuza para kazandırırsanız siyasi faaliyetinizi, en çok da seçim kampanyalarını kolayca finanse edersiniz. Medyasıyla, parti teşkilatını seferber etmekle, eşantiyon dağıtmakla, yağmacı bir adanmışlar grubu oluşturmakla sınırlı değildir bu güç; Devletin kasasından ulufe dağıtır gibi bazı kesimlere ilave kazançlar sağlarsınız.
Not 24: Son günlerde sosyal medyada yayılan ebeveynler ile çocukları arasındaki aynı yaşta iken yapabildikleri ya da sahip oldukları şeyler hakkındaki paylaşımlarını sanırım çoğunuz görmüştür. Bir neslin hayalini bile kuramadığı şeylere bugünün çocukları ve gençleri çok kolaylıkla sahip olabiliyor.
Bütün bunları çocuklara verirken kültürel değerlerin aktarımında ise tam bir başarısızlık hakim. Çünkü aile, okul ve çevre sahip olduğunu iddia ettiği değerlerin çoğuna yeterince sahip değil artık. Üstüne bir de teknolojinin yıkıcı etkisi eklendi mi iş içinden çıkılmaz hale geliyor. Yaşamadığın değeri çocuğuna aktaramazsın!
Not 26: Yediğiniz içtiğiniz şeylerin hesabını siz doğru verdiğinizde çocuğunuz da doğru verecektir. Ben çocuğuma hiçbir zaman böyle bir şeyi anlatmadım ama benim 12 yaşındaki kızımla yemeğe gittiğimizde adisyona eklenmeyen bir şey olduğunda ilk söylediği şey “Baba ben şunu da aldım. Onun da parasını ödeyelim” oluyor. Ödevini yapamadığı zaman öğretmenine mazeretini doğru olarak iletiyor, yan yollara sapmıyor. “Hocam, evde sular kesikti, o yüzden yapamadım” gibi saçma bir bahane üretmiyor.
Geçenlerde iş yeri sahibi bir arkadaşın anlattığı şey beni gerçekten çok üzdü. Kendisi dini ritüellerle pek arası olmasa da çalışanlarına Cuma namazına gitme izni vermiş. Ancak, yaz aylarında Cuma saati öğle arasını çok geçtiği ve günlük üretimde geri kalındığı için “Arkadaşlar sizler Cuma namazına gidin ama gidenler yarım saat daha mesai yapsınlar ki iş açığımız olmasın” demiş. Sizce ne olmuş olabilir?
Not 27: Benim liseye giden Zeynebim bugün sabah kapıdan çıkarken mırıldandı: "Biliyor musun baba? Okul, hapishane gibi bir şey!" “Olur mu öyle şey!” demeye kalmadan çantasını aldı uzaklaştı.
Bir arkadaşımın ortaokuldaki oğlu her seferinde, "Bugün de hiçbir şey öğrenmeden döndüm" diyerek okuldan eve geliyor...
Babası önceleri, "Olur mu hiç öyle şey, tonla ders yapıyorsunuz" gibi açıklamalarla idare etmeye çalıştı.
Sonra baktı ki, oğlu doğruyu söylüyor...
Not 28: Malum, herkes dünyanın ne kadar çok değiştiği konusunda atıp tutuyor.
Ama çocuklar açısından olaya bakan var mı?
Yok!
Bugün 10-12 yaşları arasındaki bir çocuk kendi kendine kalıp sadece 1 saat internet ortamına takılsa, okulda 10 saat boyunca öğrendiklerinden daha fazlasını ve anlamlısını öğrenip zihninde yoğuruyor.
Not 29: Milli Eğitim düzenimiz günümüzde bir çocuğun "öğrenme ihtiyacı" nedir, nelerle doyurulur konusunu önemsiyor mu? Hiç sanmıyorum.
Müfredatta ufak tefek değişiklikler yaparak ama okul düzenini aynı tutarak sosyal disiplin ve kırk yıllık akışla idare ediyoruz.
Ama çocuklar her şeyin farkındalar, haberiniz olsun!
Lise 2. sınıftaki uslu ama zeki bir çocuk için okul "hapishane" olmuşsa, gerisini siz düşünün...
Not 30: Özel okullar mı?
Oralar ayrı âlem...
Velilerle sahte işbirlikleri; steril ortam tiyatrosu, cicili bicili öğretmenler ve yarış atları harası...
Not 31: Yaşamak isterken delicesine
Ölümü özledim anne.
Not 32: Gündelik hayattan bir gözlemimi aktarayım: Sokaktaki herkesin çok acil işi varmış gibi sanki. Kırmızı ışıkta birçok kişi F-1 pilotu gibi kalkıyor, kimse kimseye yol vermiyor, yolda giden 10 kişiden 9'u cep telefonuyla meşgul. Fakat TUİK'e göre geniş tanımlı işsizlik %30.
Not 33: Devletin valileri önce değişecek, sonra kabine değişecek. İstanbul’da ayrıca bazı başsavcılar gidecek. Ali Yerlikaya'nın yerine geçmek isteyen, İçişleri Bakanı olmak isteyen başsavcılar var. Bunların gitmesi gerek. HSK'nın da kendi içinde yaşadığı kaosu da görüyorum ayrıca. Hepsi sırasıyla gitmeli, hepsinin bileti kesilmeli, hepsi yolcu edilmeli. Aç adamın, yanındakine tuzak kuranın devlette ne işi var?