Vizontele filminde Altan Erkekli’nin hayat verdiği Belediye Başkanı Nazmi Doğan karakterinin kürsüden halka hitabıdır: “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan… Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir…”

Öte yandan, eleştirel bir perspektifle, çaresizlikten kaynaklanan hiçbir his sevgi değil ancak sabır olabilir. İnsan bazen şartlar öyle gerektirdiği için sevdiği memleketinden de ayrılabilir sevdiği kişilerden de, eşyalardan da… Elbette gurbet ve sıla hasreti her çaresizlikte olduğu gibi sabır ve metanet gerektirir, fakat insanın cevaplamakla yükümlü olduğu ‘doğduğu yer mi doyduğu yer mi’ sorusu bu gurbetin müsebbibidir. 

Kaldı ki bazı göçler doymayı bırakın her canlı organizma için var olma mücadelesinin süreğidir. O yüzden insan taşındığı yeni mekânları kendine memleket edinebilir. Örneğin, memur emeklilerinde sıkça rastladığım üzere memuriyetleri esnasında ülkenin gezdikleri şehirleri arasında kendilerine en latif olana yerleşirler ve böylece orayı memleket edinirler. Kısacası insanlar tarih boyunca göç dediğimiz olguyla tüm gezegeni kendilerine yurt edinmek üzere hareket edip durmuşlardır. 

Yine de insan doğduğu evden de coğrafyadan da öyle ha deyince kendisini yollara vurup göç edemez. Lakin ev de coğrafya da fayda-maliyet analizi sonunda artık katlanılmaz şekilde zarar yazıyorsa, denilecek ya da yapılacak bir şey yoksa, bağlasan da durmaz modunda terk-i-diyar eylenir. Çünkü biz insanları canlılar aleminde bitkilerden ve cansız eşyadan ayıran hareket yeteneğimizdir. O yüzden ne içine doğduğumuz ev ne de herhangi bir coğrafya fatalist bir kader değildir. 

Her şeye rağmen, kişinin ayrılamayacağı bir vatanı varsa, o bir toprak parçası değil, içine doğduğu bedenidir. Seçemediğimiz şeylerin başında gelen içine doğduğumuz bedenimizi bile estetik ameliyatlarla dışını ve sair cerrahi müdahalelerle de içini kısmen değiştirebiliyoruz. 

Ev olarak bildiğimiz vatanımızdan hicret etmek verilmesi zor ciddi bir karardır. Fakat Türklerin tarihine baktığımızda göç bize uzak kavram değildir. Orta Asya steplerinden dünyaya kuraklık nedeniyle dağılmamız fena mı oldu! Aynı zamanda efendimiz Hz. Muhammedin kurtuluşu hicret yoluyla araması bize örnek olarak durmaktadır. Eğer ülkeniz ve milletiniz yanlışta oydaşıyor, makul çoğunluğu adaletsizlik ve liyakatsizlik üzerinde mutabakat ediyorsa; toplumun makulü evlerinin önünü süpürmemekte ısrarcıysa, vicdan ruhlara uzak bir diyarın nesnesi kadar bile itibar görmüyorsa, vicdan sahibi ahlaklı insanlara düşen hicrettir. Tebdil-i mekanda ferahlık var deyip göç etmek ve rızkını Tanrının başka adaletle bezenmiş insancıl bereketli topraklarında aramaktır.

Not 1: Demokrasi de toplum içindeki en iyileri, en başarılıları, en çalışkan ve dürüstleri bulup çıkarıp başa geçirmede çok yetersiz kalıyor. Bir kralın sülbünden liyakat sahibi birine  rastlama ihtimalinden daha fazla şans bize sunmuyor.

Not 2: Gerçek düşünür boş zamandan başka bir şeyi özlemezken, sıradan bilgin boş zamandan kaçar, çünkü onunla ne yapacağını bilmez.

Eğitimci Olarak Schopenhauer, Nietzsche

Not 3: 1. Dünya Savaşı sonrasında hem savaş sırasındaki aşırı para arzı hem de İttifak devletlerinin tazminat taleplerinin yerine getirilmesinin zorlamasıyla enflasyon kontrolden çıkmıştı. Lakin bu süreçte Alman sanayicilerinin talepleri de enflasyonu körüklemişti.

Not 4: Arjantin 80 yıl önce bilimden ayrılarak daldığı popülizm bataklığından popülizm dozunu artırarak çıkmaya çalışıyor. Popülizme sapmış bir ekonomi daha fazla popülizm yaparak bataklıktan çıkamaz. Popülizmden çıkışın ve bataklıktan kurtuluşun tek yolu bilime geri dönmektir.

Not 5: Bir yerde kurumsal yozlaşmadan ya da bir kurumun işe yaramadığından söz ediliyorsa, orada Friedrich Nietzsche’nin deyimiyle o kurumları var eden içgüdülerin yozlaşmasından bahsediyoruz demektir.
 
Kaldı ki yargıya “demokratik meşruiyet” aramak da böylesi bir içgüdüsel zayıflığın göstergesidir. 
 
Nitekim demokratik iradenin tecellisi yürütme gücünün tesisi ile ilgili bir konudur. Yargı gibi denetim mekanizmalarına demokratizmi sıkıştırmaya çalıştığınızda ona özgü örgütsel yapıyı heder etmeyi göze almışsınız demektir. 
 
AYM, 1961 Anayasası’nın kurguladığı bir denetleme organıdır. Başka bir ifadeyle, yukarıda değindiğim üzere, o dönem ortaya çıkan bir kurucu iradenin ihtiyaç duyduğu bir kurumdur.
 
AYM’nin böylesi bir tartışmanın konusu hâline gelmesi bu çerçevede tek şeyi gösterir: Başkanlık Sistemi’nin inşası sürüyor, keza 14 Mayıs seçimleri de bu inşanın toplumsal onayı olarak görülmekte…
 
Dolayısıyla siyasal irade, yeniden organize etme kararı verdiğinde ya da bu yönde fiili bir durum yaratmak istediğinde muhalefet, darbe ve kriz terimlerinin havada uçuştuğu yozlaşma naraları atmak yerine çeyrek asırdır süren başarısızlığına odaklanmalıdır. 
 
Aksi takdirde söyledikleri her şey Jacques Ellul’un dediği gibi sözü değersizleştirmekten başka şeye yaramayan “hiçbir şey söylemeksizin konuşma”nın kanıtlarından ibaret olacaktır.

Not 6; Filistin özgür olmadan İsrail özgür olamaz ve bu özgürlüğün bedeli de gerçek bir sömürgesizleştirmedir. Bu da adı ya da biçimi ne olursa olsun, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan tüm insanların aynı temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu bir siyasi düzenin oluşturulması anlamına gelmektedir.

Not 7: HAMAS'ın saldırısı, Londra'nın itmesiyle TEL AVİV'in PEKİN'e bağlanmasının önüne geçti. Operasyon bunun içindi. Savaş da... Şimdi Ortadoğu'da kimse "GIK"ını çıkartamıyordu. ABD her yere asker, uçak, gemi, uçak gemisi yolluyordu.
Bizim yakın tarihte yaşadığımız büyük türbülansların da nedeni Washington-Londra kapışmasıydı. En son 17-25 Aralık ile 15 Temmuz'da da bunu gördük. Lideri ABD'de de olsa TÜRKİYE'yi sarsan yapının çekirdeği ortak imalattı. İngilizler'e bakan yönü de ABD'ye bakan yönü de vardı! CIA yapının 1 numarasını buradan kaçırırken, aslında MI6'e karşı bir hareketti bu! Akıllarınca "OPERASYON" yapmasınlar diye alıyorlardı! Her iki güç de bu oluşumu kullanmak istiyordu. Doğal mı? Son derece... Yaşadık mı? İliklerimize kadar...

Not 8: ABD, ÇİN'i eritme, kemirme operasyonuna OBAMA ile 2015'te görünür şekilde başlarken HİNDİSTAN'a yol açılıyordu. Elon Musk da 2 milyar dolarlık yeni TESLA fabrikasının Hindistan'da olabileceğini söylüyordu. Şaşırdık mı? Elbette hayır.
Ritim belli, taraflar belli mücadele belli.

Not 9: Güney Amerika‘da yapılmış çalışmalar, baskıcı iktidarlar döneminde çocukların hayalet görme korkularının arttığını tespit etmiş. Öğrenme güçlüğü, kaygı bozukluğu, somatik rahatsızlıklar… Korku, regresyona neden olup kitleleri otoriter lidere pasif de olsa güven duymaya iter, hatta onları neredeyse bebeksileştirdiğini sokak röportajlarında ya da mitinglerde görebiliriz.

Not 10: Akhtar’ın ‘Acının Kaynakları’ kitabında, korkunun kişilerde kendilerinden farklı olanlara karşı yavan bir kayıtsızlığa neden olduğunu ve bunun ‘zihinleşmemiş’ bir zenofobiye dönüştüğünü yazmıştı. Göçmenlerle ilgili siyasi tartışmaların yoğunluğu, içinde bulunduğumuz korku kültürünün derecesini gösteriyor. Saldırganlığın dışsallaştırması ve paranoya da alıp başını gidebiliyor böyle bir psikolojik atmosfer içinde. Azınlıklar ise Vamık Volkan’ın tabiriyle “kullanışlı yansıtma hazneleri” işlevini görür korku kültüründe.

Not 11: Kuantum kavramını, Einstein fiziğinden sonra üretim sistemlerini, düşünce tarzını etkileyen bir referans, bilimdeki gelişmeleri değerlendirmekte yol gösterecek bir rehber olarak değerlendiriyoruz. Bugün yaşamın ayrılmaz bir parçası olan çip ve onun yol açtığı gelişmeler kuantum fiziğinin bir sonucu.
Buluş, şirketlerin ve ekonominin önemli başarı ölçütüdür. Nitekim buluş bazen mevcuttan yola çıkarak, bazen tamamen değişik bir tasavvurun sonucu olarak yeni bir ürün yaratılmasıdır

Not 12: 2023 sonlarına doğru, Küba'daki ekonomik tablonun bütününe baktığımızda, 15 yıl boyunca atılan reform adımlarının, umulan beklenen sonuçları getirmediği açıkça görülüyor. Aranılan ürünlerin raflarda dönem dönem bulunmadığı, insanların sürekli sıra beklediği, akaryakıt istasyonlarında benzin kuyruklarının uzadığı, elektrik kesintilerinin arttığı, güçlü sağlık ve ilaç sektöründe dahi çeşitli aksamaların meydana geldiği bir Küba gerçeği ile karşı karşıyayız. Covid-19 salgını sonrasında her geçen yıl daha da zorlaşan hayat koşullarının, halkın refah içinde bir gelecek umutlarını da giderek söndürdüğü diğer bir acı gerçek. Ülkeyi terk edenlerin sayısındaki artış, gençlerin gelecek endişelerinin aşırı arttığını kanıtlıyor. Tarihin hiçbir döneminde görülmeyen sayılarda ülkeden kaçış veya terk yaşanıyor.

Küba'nın karşılaştığı ve bir türlü çözemediği ekonomik sorunların gerisinde 60 yıldır devam eden ABD ambargosunun tabii ki büyük payı var. Washington, teröre destek veren ülkeler listesinde tutarak, hâlâ Küba'nın önünü tıkıyor. Ancak ambargo dışında da aksayan sisteme özgü bir şeylerin olduğu muhakkak. SSCB'nin yıkılması Küba bakımından sistem sorununun başlangıcı olmuştur diyenlere hak veriyorum. 40 sene önce, dünyaya 8 milyon ton şeker ihracatı yaparken de ambargonun mevcut olduğunu unutmayalım. İşin özeti şöyle: Dünyada komünist tek parti yönetiminde 4 ülke kaldı. Çin, Vietnam, Laos ve Küba (Kuzey Kore kategori dışı). Çin ve Vietnam, üretimde özel sektörün önünü açarak refaha kavuştular, tabii gelir dağılımında adaleti muhafaza edemediler, sermayenin temerküzünü önleyemediler. Küba, 1960'lı yıllarda temellerini attığı devletçi sistemi son 20 yıldır reforma tabi tutmasına karşın, üretimi ve refahı bir türlü arttıramadı, ürettiği elektrik hiç yeterli olmadı. Son 3-4 yıl içinde ülkeden ayrılanların sayısının nüfusun onda birine yaklaşması alarm zili mahiyetinde ve Küba'nın artık bir yol ayrımında bulunduğuna işaret ediyor.

Not 13: Türkiye'nin girişine çalı ekildi.
Uluslararsı fon koyunları geçerken yünleri çalıya takılacak, ülke bu yünleri toplayıp, eğirip, dokuyacak.
Böylece TL değer kazanacak.

Not 14: “Yüce Tanrı bu gezegende bir düşünürü serbest bıraktığında…” der Emerson, kendinize dikkat edin. O zaman her şey tehlike altındadır.

Eğitimci Olarak Schopenhauer, Nietzsche

Not 15: Şu İçişleri Bakanlığının yaptığı “kara para, mafya, uyuşturucu çetesi ve öteki….” bilumum operasyonlar… Bütün bunlar Ali Yerlikaya bakanlığa getirildikten sonra mı ortaya çıktı pıtırak gibi… Meğer memlekette neler olmuş neler… Meğer sosyal medya fenomenleri, güzellik salonu işletenler ne çılgınlıklar yapmış… Meğer spor camiası ile banka müdür – müdirelerinin içine girdiği geçmişin banker ve halka açık şirket vurgunlarını andıran milyon dolarların euroların havada uçuştuğu alicengiz oyunları yapılıyormuş… Meğer kırmızı bültenle arandığı halde ev satın aldığı için Türk pasaportu verilen mafya babaları, uyuşturucu çetesi baronları memlekette fink atmaktaymış… Bütün bunların bir bakan değişmesi ile ortaya çıkıvermiş olması şaşırtıcı değil mi? Sanırsınız ki yeni bakan “Bunlar eskiden de vardı ama üzerine gidilmemiş” gibi bir intiba uyandırmak için çaba gösteriyor… Ama olan bitene baktığınızda da, orada görülmeyen, biriken ve biriktikçe kokusu dünya aleme yayılan bir cüruf var.
Maalesef o cüruf dünyadan da görülüyor ve ülkenizi “Gri liste”ye alıveriyorlar…
Şu OECD’nin FATF diye kısaltılan Kara Para Aklama ile Mücadele Örgütü’nün Ekim 2021’de Türkiye’yi dahil ettiği liste… Şükür ki “Black list - Kara liste”ye alınmamışız. Baktım gri listede de bizimle birlikte şu ülkeler varmış: Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Kamboçya, Gana, İzlanda, Jamaika, Moğolistan, Myanmar, Pakistan, Nikaragua, Panama, Suriye, Uganda, Yemen ,Zimbabve, Ürdün ve Mali… Kara Listede de Kuzey Kore ve İran bulunuyormuş…

Not 16: İster üniversite mezunu olsun ister olmasın, insanlar kendilerini hukukçu, matematikçi, öğretmen falan diye değil, bir kabilenin, bir cemaatin, bir Gemeinschaft’ın üyesi görüyor. Kabileden biri genel müdür, müsteşar falan mı oldu? Her meslekten adamın o kurum bünyesindeki işlere üşüştüğünü görüyorsunuz. Mevkiler siyasi. Siyasetin dünyası değişken. Dün dündür, bugün bugündür o dünyada. Dolayısıyla bu hâl kısa sürüyor. Bakan, müsteşar, genel müdür değişiyor ve o mevkiler yeni gelenlerin kabilesine veriliyor. Sonra bizim kabilenin bir başka üyesi başka bir yerde hâkim pozisyona geliyor. Haydaaa… Bizim kabile bu sefer toplu hâlde o yeni pozisyonda iş sahibi oluyor.

Siyasî partilerimiz de o cemaatlerin, STK’ların hipertrofiye uğramış hâlleri gibi. Hipertrofi, yani anormal büyüme. Onların da odağı mensuplarına, bu sefer daha küçük bir iç cemaate geçim kaynağı sağlama. Parti, kendisi iktidarda değilse nasıl olur da iktidarla dost olur? Onun da kolayı var. Koalisyon kurar, destekler. Hiç olmazsa çok üstüne gitmez. Muhalefet niçin muhalefet yapmıyor diye soruyorsunuz ya. Bir de kendini merkezde konumlandırmaya çalışır. Böylece İsa’ya da Muhammed’e de Musa’ya da çok ters düşmez.

Partiler, dernekler, ideolojik gruplaşmalar cemaat veya kabile gibi anlaşılıyor ve öyle davranıyorlarsa başlarına birer cemaat lideri, kabile reisi geçirmelerini de olağan karşılamak gerekmez mi? Niye tenkit ediyorsunuz?

Not 17: Canan ile bahar düşleyen canlardan geriye bir hasret bile kalmadı. Bize haddimizi bildirecek o mana yüklü kervanlar geçmiyor yolumuzdan. Şikâyet azığımızken, dikkat aynamız dahi değil. Bir uyku ile dinlenemiyor, sahici rüyalar göremiyoruz. Her şeyin tekrarına düşüyoruz fakat tekerrürden bir tefekkür, bir teşekkür, bir tebessüm çıkaramıyoruz. Yolun değil anlamın kendi olduğunu anlayana, gidilen her yerden bir mana bulaşır. Peki sana bulaşan ne?
Artık bazı günler dilemeyi daha iyi anlıyorum. İnsanlara gönül şevki, yaşam bakiyesi, tahsilat üzerine olmayan ve fenalık düşlemeyen bir ruh diliyorum. Geçip gitmenin ya da kalıp kalmamanın matah bir şey olmadığına inanıyorum. Geçip gidersem bir derde deva olduktan sonra silineyim, kalıp durursam da kendinin rüyasını görmeyi dileyenlerden olayım istiyorum. Bir de ne olursa olsun olana hayret ile bakalım.

Not 18; Seçime yaklaştığımız bugünlerde İYİ Parti’nin bir an önce sorunlarını çözmesi gerekmektedir. Saadet, Gelecek ve DEVA Partisi’nin sahanın kaynadığı bugünlerde bazı konular kendilerinin lehine olabilir. Örneğin Cumhur İttifakı’ndaki olumsuz hava rekabet açısından kendilerine olumlu olarak yansıyabilir. Buna göre adımlar atmaları, sahaya, seçmene özellikle seslerini duyurmalarının önemli olduğu düşüncesindeyim

HEDEP ile ilgili olarak ise… Buradaki en önemli sıkıntının Demirtaş’ın sessizliğiyle birlikte partide ‘lider’ eksikliği olduğu düşüncesindeyim. Ayrıca kimlik konuları dışında başka politikaların seçmene duyurulmadığı, söylenmediği düşüncesindeyim. Yöneticiler sahaya bir inseler Kürt kardeşlerimizin ekonomik koşullar ile ilgili ne denli olumsuz etkilendiğini görecekler. Ya da gençlerin gelecek kaygılarının ne denli derin olduğunu görecekler. Birkaç ay sonrası için koşullar nasıl değişir şu andan belirtmek için erken olabilir, yalnız HEDEP seçmeninin yerel seçimlerde partilerine sadakatlerinin yüksek olmayacağı düşüncesindeyim. Bu durum diğer partilere rekabet avantajı sağlayabilir.

Not 19: Wilders yıllardır dış dünyadan kopuk, sürekli öldürülme tehdidi altında, izole bir hayat sürüyor. Bu yaşadığı fiili hapis hayatının sebebi de ona göre elbette “İslam”. Yaklaşık 20 yıldır gece gündüz yaşadığı izolasyonda nefret ve düşmanlık yoğunluğunun yıllar içinde daha da gelişip olgunlaştığını hesaba katmak hiç de yabana atılır bir düşünce değil.
Son seçimlere kadar, camilerin kapatılması, Kuran’ın Hitler’in Kavgam kitabına benzetilmesi, İslam’ın faşizmle kıyaslanması, göçmenlerin sınır dışı edilmesi gibi aleni açıklamaları olan Wilders, dışlayıcı ötekileştirici söylemleri ile de mahkemelerde birkaç kez hüküm giymiş tescilli bir ırkçı.

Not 20: İki senedir eksi reel faizin getirdiği kur artışı ve enflasyon sorununu yaşadık. Bundan kurtulmak için reel faiz uygulamasına geçmek gerekir. ABD reel faize geçerek enflasyonu düşürdü. Bizde ise Merkez Bankası hâlâ eksi reel faizde direniyor. Eğer böyle devam ederse seçim sonu, yani Mayıs sonuna kadar TÜFE yüzde 70 dolayında kalacaktır.
TÜFE yüzde 70 olunca, yüzde 40 MB gösterge faizi eksi yüzde 7,46 demektir. Yüzde 50 olan mevduat faizinde de reel getiri oranı eksi yüzde 11,8 olacak demektir.
Tasarruf sahibi; eksi reel getirisi olan bir enstrümana neden yatırım yapsın. Mevduata neden para yatırsın? O zaman da faizlerin beş puan artmış olması bir anlam ifade etmez. TL’den kaçış ve tüketim artışı devam eder.
Seçimden sonra TÜFE düşer mi? MB hedefi yüzde 36’ya iner mi? Eğer bir istikrar programı yapılır ve reel faize geçilirse, tutabilir. Tersinin olma olasılığı daha yüksektir. Seçim popülizmi ülkeyi hiperenflasyona da sokabilir.

Konut kredilerinde maliyet yüzde 62 oldu. Kredi alanlar için eksi reel faiz var. Ancak her zaman söylediğim gibi konut fiyatlarındaki balon giderek sönüyor. Hükûmet de konut yapma taahhüdü verdi. Konut fiyatları aniden düşmez ve fakat konut fiyat artışı enflasyonun altında kalır.

Yatırımlara etkisine gelince, bugünkü koşullarda sıfır faizle kredi versen bile kimse yatırım yapmaz. Çünkü, yatırım ortamı yok. Otokrasiye gidiş var. Yargı bağımsız değil. Güven yok.

Not 21: Tarih boyunca yaşananların tesadüf olmadığını, tecrübelerin nesilden nesle aktarılarak katmanlaştığını, (x) tarihinde alışkanlık haline gelmiş davranışlıların kökeninin belki de bin yıl önceden geldiğini varsayabiliriz. Atalarımızın dediği gibi, insanların hayatındaki hiçbir şey “hudayinabit” olarak birdenbire filizlenivermez.
Delilerin veya deli rolü oynayanların sığınacağı bir şahsiyete dönüşen Napolyon da tarih sahnesine birdenbire çıkmış değildir. Yaşadığı yüzyılda Avrupa toplumları ve ülkesi Fransa’nın rahminde şekillenen kişiliği birdenbire değil, yine yaşadığı dönemin kurumları ve insanları arasındaki ilişkilerinden, giderek ülkesinin diğer ülkeler ile olan dostluk veya düşmanlıklarından, çağının düşünürlerinden edindiği fikirlerden, kısaca hayatın bin bir değişkeninin onunla temasından oluşmuştur.
Napolyon, karakteri, ahlâkı, vatandaşlarını top gülleleriyle acımasızca biçmesi (hükûmet giyotin ile biçiyordu), cinsel davranışları, din anlayışı, dini kurumlara (Papalık) bakışı, sınıfları oturmamış bir toplumda cumhuriyetçilik karşıtı siyasi tercihi… Bütün hepsi yaşadığı çağda Avrupa ve tabii ülkesi Fransa’nın yaklaşık bir toplamı olmalı.

Not 22: Batı olmasa, hala makatında yaprak ile gezecek tiplere KÖLELİK duyarı kasılması da enteresan.

KÖLELİK gerçekte neymiş; DJANGO UNCHAINED filminde çok iyi anlatılmıştır.

Medeniyet, daima köleliğin üstünde yükselir. Bugün de kölelik aynen devam etmektedir.

Not 23: Herhangi bir varlığın $ bazında 1 yıl içinde %250 getiri sağlayabileceğine inanan birisi dolandırılmayı fazlasıyla hakediyordur.  Bu tür kargalar oldukça her zaman tilkiler de olacaktır.. Tamahkar ve sahtekarın yolu mutlaka bir noktada kesişir. Altın kural.

Not 24: En üstün güç iman gücüdür. En üstün duygu ise aşk değil sadakattir. Dolayısıyla en büyük suç ihanettir. Asla affı yoktur.

Not 25: Abartılı övgü, yeteneğe sövgüdür.

Not 26: TL'nin aşırı değerli olup olmadığına bakmanın bin bir yolu var.
Sevdiğim yöntemlerden biri dünyada bigmac sandviç fiyat ortalamasını Türkiye ile kıyaslamak.
Son 20 yılda Dünya/Türkiye fiyat oranı 1,1. Mevcut veri buna çok yakın.
Buna göre TL ne değerli ne de değersiz, yani makul.

Not 27: Tik Tok denilen alana hiç girmedim ama Tik Tok'da olan ahlaksızlıkları son günlerde Twitter'da çok görür oldum...Bu kadar aptal (para veren) ve bu kadar ahlaksızın olduğu ülkeden çok fazla şey mi bekliyoruz diye kara kara düşünmeye başladım

Not 28: Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu düzenli olarak yaptıkları anketlerde, Türkiye’de aktif nüfusun yüzde 30 ila 40 arasındaki bir bölümünün “yaşamında” hiç çalışmadığının ortaya çıktığını söylüyor.
Bunların büyük çoğunluğu kadın.
Bu kesimin 2010 yılında yüzde 8’i kendini “en üst düzey itibar” sahibi görüyormuş, 2023’de bu oran yüzde 30’a çıkmış.
Aklıma kaçınılmaz olarak “doktor dövmekle övünen” kadın geldi.

Not 29: İnsan, olup biten üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını hissettiğinde bildiği dünya erimeye başlar. Mekandaki yeri belirsizleşir, sözcüklerinin tınısı boşlukta yankılanır, bir anlamsızlık duygusunun içine usulca yerleşmeye başlarken ya tamamiyle sessizleşir ya da çok konuşur.
Sessizliğe çekilmek, derinden bir idrak haliyle birleşmişse trajik bir etki yapar; kimin dediğini hatırlamıyorum ama biri trajik kahramanların tek dili vardır diyordu, o da susmak. İmkansızın içeriden kavrandığı bir yerde büyür bu durumda suskunluk. Dış dünyayla çarpışma ne kadar şiddetliyse sessizlik o kadar ürkütücü olur. Bu türden bir susmayla az karşılaşırız, ya da karşılaşmış bile olsak tanımamız zordur, çünkü bir vazgeçişin, işitilmek istemeyişin işaretlerini çoktan yok etmiş bir dünyaya alışmışızdır.

Beckett'in Mutlu Günler adlı bir oyunu vardır, yarı beline kadar toprağa gömülmüş bir kadını, Winnie'yi anlatır. Elli yaşlarında süslü biri olarak nitelenir. Winnie iki perde boyunca, toprağa gömülü değilmiş gibi davranarak konuşmayı sürdürür. Toprak belinden başına doğru yaklaşmıştır ama o, hiçbir şey yokmuş gibi konuşmayı sürdürür. Yani eşsiz bir kendini aldatma sahnesi kurulmuştur burada. Winnie'nin mutlu günleri zil sesiyle uyanmasıyla başlar, önünde hep daha iyi geçeceğini düşündüğü saatler vardır. Uzandığı çantasının içinde ihtiyacı olan her şey bulunur. Bir de tutmakta zorlandığı bir şemsiyesi. Yapılabilecek tek şey, konuşmaktır. Durumu değiştirmeyecek bile olsa.

Konuşma enflasyonundaki artış, hiç hayra alamet değil, kendini ifade ediş değil, iletişim hiç değil. Suphanallah boncuğu gibi dizilmiş bir halde, eşzamanlı sürekli konuşma hali, eylemi geciktirmenin bir biçimi, yine dramaturjik olarak. Sadece bir geciktirim, bir erteleme olarak yazılan oyunlar hakkında çok şey söylenebilir, fiyakalı cümleler kurulabilir, felsefi çözümlemeler yapılabilir. Eğer biri hareket etmeyi başaramazsa, Beckettyen figürlerin geçitine dönecek tarih. Eğer eylemek, başka bir gerçeklik hakkında sadece konuşursak, eylem ekşiyecek, başka dünya ise toprağa gömülecek. Her şey hakkında yeterince hatta fazlasıyla konuştuk millet. Bu meta düzlemde yaşamayı bir tur daha çevirirsek, sonumuz absürd yazarların figürlerine benzeyecek.

Not 30: Hanedanlığa dayalı hükümdarlığın tasfiyesi bağlamında cumhuriyetin dar tanımını bir yana bırakarak, genelde ‘demokratikleşme’ adını verebileceğimiz uzun sürece baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Modern dönemde halkın (demosun, cumhurun, milletin) yönetimde daha çok söz sahibi olmasına katkı anlamında temel unsurlar olarak, anayasal ve parlamenter rejim yönünde atılan her adım, demokratikleşmenin bir merhalesini oluşturur. Mikro düzeyde veya yerelde yaşanan dönüşümler (reformlar) devam ederken bir bütün olarak merkezi yönetimi ve devlet yapısını dönüştürme yönünde makro düzeyde değişim veya altüst oluşlar (devrimler), demokrasiye geçiş (vaadi ve umudu) anlamına gelir.
Bu vaat ve umuda demokrasinin şafağı adını verdiğimizde, demokrasi, ‘gündüz’ veya ‘aydınlık’ olarak; öncesi veya yokluğu ise ‘gece’ veya ‘karanlık’ olarak kodlanmış olur. Ancak geceden gündüze geçişin habercisi olarak doğal mahiyeti üzere gerçekleşen aydınlık vaadi ve umudu, demokrasi tarihinde doğal ve kaçınılmaz olmuyor.
Mecazen ‘yalancı şafak’ adını verebileceğimiz, demokrasiye geçişin habercisi ‘devrimler’, gündüzü değil geceyi, aydınlığı değil karanlığı getirebiliyor.

Altı yalancı şafak:     
1. 1876: Sivil-askeri bürokrasi devrimi/darbesi ve Sultan Abdülhamit’in kontrolünde partisiz demokrasi (I. Meşrutiyet) denemesi. (İki yıl geçmeden Abdülhamit istibdadına evirilme.)
2. 1908: Sivil-askeri bürokrasi devrimi/darbesi ve partili demokrasi (II. Meşrutiyet) denemesi. (Birkaç yıl sonra çok partili sistemde tek parti diktatörlüğüne evirilme.)
3. 1920/22: 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla doruğa ulaşan, (kapsayıcılığı ve çoğulculuğuna dair rezervler unutulmadan) Ankara’da alternatif/isyancı halk meclisi hükümeti rejimi inşa denemesi. (29 Ekim darbesi sonrasında ‘Cumhur’-Reislik sistemi olarak Cumhuriyet’in ilanı sonrasında tek adam ve tek parti rejimine evirilme.)
4. 1950: ‘Müesses nizam’ kontrolünde hükümet değişimi sonucu çok partili demokrasi denemesi. (Birkaç yıl sonra çok partili sistemde tek parti diktatörlüğüne evirilme.)
5. 1960: Asker-sivil modernist elitlere dayanan Cunta darbesi ve sosyal demokratik cumhuriyet denemesi. (İki darbe arası yaşanan uzun süreli çok partili demokrasi sürecinde aşılamayan krizler ve askeri vesayete evirilme.)
6. 2002: Periferinin temsilcisi olarak AKP’nin seçim zaferi sonucunda Avrupa Birliği rüzgarıyla liberal demokrasi denemesi. (On yıl geçmeden çok partili sistemde tek parti diktatörlüğüne evirilme ve tek adam diktatörlüğü inşa süreci.)

1876 darbesi ve sonrasında yaşanan dönüm noktaları ile ilgili olarak -her biri ayrıca ele alınması gereken- bazı genel gözlem ve tespitlere sadece başlıklarıyla yer vermek istiyorum:
1. Dönüm noktalarının darbe niteliği
2. Batı etkisi/dayatması niteliği
3. Entelektüel ve siyasi düşünce (demokrasi ve cumhuriyetçilik anlayışı) bağlamında devrimciler/reformcular düzeyinde sınırlılıklar ve hastalıklar
4. Dönüşüm sonrası yandaşlar-karşıtlar argümanın araçsallaştırılması
5. Dönüşümün/darbenin aktörleri arasındaki kavgada acımasız tasfiyeler süreci (Devrimin kendi evlatlarını yemesi!)
6. Dönüşümde olduğu kadar- her şeye rağmen daha demokratik olan – ara dönemde de halkın yer(siz)liği
7. Sonuç olarak, kısa süren şafağın gündüze değil geceye evirilmesi
9. Yeni diktatöryal rejime evirilmenin bizzat demokratik dönüşümün liderleri tarafından gerçekleştirilmesi

Not 31: Derler ki; bir kavuşmak, kırk hasreti alnından vurur, diye seslendi yanındaki adama; “Kavuştuk fakat ayrılık yüz yerimizden vurdu ..” diye cevapladı boynunu bükerek adam.

Not 32: Türkiye'nin Arjantin örneğini iyi incelemesi lazım.
Arjantin sürekli faiz arttırmasına rağmen enflasyonu kontrol edemedi. Bunun nedeni faiz arttırımının yanında yapması gereken diğer yapısal reformları yapmaması.
Faiz arttırımı geçmişte yapılan hataların bir bedelidir. Acı verir. Bu acıyı çekmemize değmesi için diğer yapısal reformların ivedilikle hayata geçirilmesi gerekir.

Not 33: “Faziletli döngüye” girmek üzere olduğumuza göre şu anda içinde bulunduğumuz “faziletsiz döngüye” nasıl girmiştik!

Not 34: Sadece Arda Turan’ın kaptırdığı para 377 milyon liraya karşılık gelmekteydi.  Futbolda dönen para miktarının büyüklüğü karşısında insanın nutkunun tutulmaması mümkün değil. Tabii bu durumun ortaya çıkmasının arkasında da son otuz yıl içerisinde ülkenin ekonomik alanda yaşadığı dönüşümün nüveleri bulunmaktadır. Futbol dünyası siyaset ile yaşadığı yalancı baharla birlikte ekonomi ve medya alanlarında yaşanan gelişmeler sonrasında bambaşka bir aşamanın içerisine geçiş yapıverdi. Bu nokta son derece önemli çünkü daha sonra Televoleleşme diye nitelendirmiş olduğumuz dönem ile hem zenginleşme hayatlarımızın içerisine dahil oldu hem de sporcu idoller aracılığıyla toplumsal hayatın içerisine değerler transfer edilmesi mümkün kılındı. Sosyal medya ile yaşayacağımız görünür olma halinin ilk biçimi ünlüler ile birliktelik biçiminde televizyon ekranları ve gazeteler aracılığıyla hayatlarımıza sokuldu. Artık geçmişte olmadığımız kadar başkalarının hayatlarına müdahil olur hale gelmiştik ve ünlüler ile olan beraberliğimizde futbol ve moda dünyası bu iş için biçilmiş bir zemini bize sunmaktaydı. Televole işte bu zeminin adıydı ve onunla futbol artık bu topraklarda başka bir kapının adı haline de dönüşecekti: Futbol artık hem zenginliğin hem de toplumsal hayat içerisinde statü kazanmanın alameti farikalarından bir tanesiydi. Bize özgü olan takım tutma ve tüm ülkede taraftarlarının olma meselesi bu yeni dönemdeki futbol gazeteleri ile futbol programları açısından müthiş bir kolaylık sağlamaktaydı. İşin bu tarafını fark eden medya yöneticileri de bunun üzerine oynamayı çok ama çok iyi becerdiler ve Televole mantığı ile takım taraftarlığı arasındaki ilişkiyi her fırsatta kullanmak suretiyle ülke içinde futbolun başka bir yere karşılık gelmesine omuz verdiler.

Bu kadar büyük paraların konuşulduğu bu meşhur dava hakkında konuşulmakta olanlar bile durumun bizde ne kadar tuhaf bir görünüm arz etmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Tıpkı Polat’lar, Candan’lar vakalarında olduğu gibi para miktarı ve ihtişam kamuoyunun dikkatini bambaşka bir tarafa doğru cezbetmektedir. Bir tarafta milyonlarca insanın yerlerinde olmak için can attıkları bir hayat söz konusudur öte tarafta ise bu hayatların göze batan veyahut hala bünyede karşılık bulmayan yanları önümüze düşüvermektedir. Velhasıl kelam para miktarı arttıkça bu paranın yarattığı dedikodu ağı da beraberinde artmakta ve etkisi çok daha geniş kesimleri beraberine takıp sürükleyebilmektedir. İşte bu iki farklı gündemde de durum bu açıdan benzer bir görünüm arz etmektedir. Hem futbolcuların dolandırılması ki burada kelimeleri de doğru kullanmak gerekiyor gerçekten bir dolandırma mı söz konusu yoksa birilerinin çok daha kolay yoldan para kazanma arzuları mı? Burası yanıtlanması gereken soruların başında geliyor ve görünen o ki bu işin sonucunda olaya adı karışanlar, bir şekilde paralarını kurtaracaklar gibi gözüküyor.

1990’lı yıllar özel televizyonlar aracılığıyla toplumsal hayatın farklı kesimlerinin ekranlar karşısında ünlü olmalarının önünün açılmasına da vesile olmuştur. Ünlü olmak beraberinde kamuoyuna mal olmayı ve ilgiye mazhar olmayı da getirmektedir ki bu noktada yolu futbol/spor ile kesişen ünlülerin durumları çok daha ilgi çekecektir. Aradan geçen yıllar sonrasında devreye sosyal medyanın girişiyle birlikte hayatlarımızın içerisine dahil olan ve artık bütün yapıyı şekillendirmeyi başarabilen sosyal medya sonrasında ise durum çok daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Fenomenlerin yarattığı gıpta etkisini hayatın her alanında fazlasıyla iliklerimize kadar hissediyoruz. Etrafımız bir örnek kızlardan ve erkeklerden geçilmiyor ve ilginç bir biçimde bu rol modeller geriden gelmekte olan binlerce kişiyi etkisi altında bırakmayı başarabiliyor. Herkesin ‘yırtmayı’ arzuladığı bir ülkede emek vermeden kısa yoldan bunun başarabilmek için önlerinde bulunan bütün düğmelere aynı anda basmayı arzu eden gençlerle karşı karşıyayız. Elimizdeki bütün göstergeler ve parametreler bu yeni zenginlik karşısında çaresizliğimizi daha da körüklemekteler. Eskiden okuyup adam olmak, iyi bir yere gelmek ve hayatını şekillendirmek için hayaller kurabilen bir ülkeydik bugün ise hayaller ve gerçekler arasındaki makas açıldığı için bir taraftan kapağı yurt dışına atmayı planlayanlar ile öte tarafta kalıp kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenler arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Arada geniş bir kitlenin varlığı söz konusu ancak onlar da bu gidişi nasıl sonlandırabileceklerini çözebilmiş değiller ve onlara çıkışta yardımcı olabilecek kişiler de kurumlar da ne yazık ki işlevlerini yerine getirmenin çok ama çok uzağındalar.
Buzdağının üzerinde zenginliğin, ihtişamın, renkli gece hayatının ve akıl almaz paraların konuşulduğu sanal bir dünyadan söz ediyoruz ve bu dünyanın arka planında futbol ile hayatlarımıza dahil edilen fenomenler de yer almakta. Bu iki alanın yarattığı akıl almaz etkinin boyutlarını ve yarattığı tahribatın büyüklüğünü görebilmemiz için söz konusu iki alanın dahil olduğu başta siyaset, medya ve ekonomi üçgeni olmak üzere toplumsal hayatın farklı veçheleri arasındaki bağlantıya odaklanmamız gerekecektir. Konuşmakta olduklarımızın aslında hepimizin akıllarından geçmekte olanlar olduğu gerçeği bu noktada bize yol gösterebilecek bir anahtar konumundadır. Buzdağının altında oluşan büyük kitlenin yarattığı infialin arkasında söz konusu duygu halinin etkisi bulunmaktadır. Fırsatını bulduğu anda aynı şeyleri yaşamak isteyen milyonlarca insanın olduğu yerde ahlakın, adaletin ve hakkaniyetin yerine bambaşka kavramlar alacaktır. Yaşadıklarımız da tam bu noktanın ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şeye karşılık gelmediği için önümüzdeki günlerde durum çok daha vahim bir hale bürünecektir.