Küresel dalgalarda Türkiye’nin ekonomi rotası

Reel sektörde zayıflık: Satışlar, kârlılık ve kapasite kullanım oranı

Reel sektörde zayıflık: Satışlar, kârlılık ve kapasite kullanım oranı

Türkiye’nin reel sektör verileri, finansal piyasalardaki iyimserliğin arka planında ciddi kırılganlıklar olduğunu gösteriyor. İmalat sanayiinde satışlar reel bazda yüzde 6 geriledi, net kârlar ise yüzde 84 düşüşle 21 milyar TL’ye indi. Kapasite kullanım oranı yüzde 73,5 ile pandemi sonrası en düşük seviyeye geriledi. Bu tablo, üretim sektöründe ciddi bir durgunluğun işareti. İç talepte yüksek faizler nedeniyle yavaşlama görülürken, ihracat pazarlarında küresel durgunluk etkili oluyor. Sanayideki bu daralma, istihdamı ve büyüme performansını doğrudan tehdit ediyor. Şirket bilançolarındaki bozulma, finansman maliyetlerinin sürdürülemez hale geldiğini ortaya koyuyor. Reel sektörün zayıflığı, Türkiye’nin kalıcı büyüme hedefi için en önemli risklerden biri olarak öne çıkıyor. Finansal piyasalardaki ralliler, reel ekonomideki bu sorunları gizleyemez. Önümüzdeki dönemde üretim ve yatırımı teşvik edecek politikaların hayata geçirilmesi zorunlu görünüyor.

Rezerv artışı ve finansal istikrarın güçlenmesi

Merkez Bankası rezervleri, son aylarda rekor seviyelere ulaşarak piyasada güven unsuru oluşturdu. Brüt rezervler 150 milyar doların üzerine çıkarak son 10 yılın en güçlü seviyesine yükseldi. Swap hariç net rezervler de pozitife dönerek uzun süredir ilk kez kırılganlık algısını azalttı. Bu gelişme, Türkiye’nin dış şoklara karşı dayanıklılığını artıran en önemli faktörlerden biri. Rezerv birikimi, KKM’nin kaldırılması sonrası döviz talebinde oluşabilecek baskıyı dengelemek açısından kritik rol oynuyor. Yüksek rezerv seviyesi, uluslararası yatırımcıların Türkiye’ye bakışını olumlu yönde etkiliyor. CDS primlerindeki gerileme de bu iyileşmenin yansıması. Ancak rezerv artışının sürdürülebilirliği, sıcak para girişleri yerine kalıcı sermaye yatırımlarına bağlı. Cari açık ve enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar rezervleri olumsuz etkileyebilecek başlıca riskler. Bu nedenle rezervlerin yüksek tutulması, sadece para politikası değil aynı zamanda mali disiplin ve enerji stratejisiyle desteklenmeli.

Trump-Putin-Zelensky üçgeni: Ukrayna’da yeni dönem mi?

ABD Başkanı Donald Trump’ın Alaska’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüşmesi ve ardından Beyaz Saray’da Ukrayna lideri Volodimir Zelensky ile bir araya gelmesi, savaşın gidişatında yeni bir dönemin habercisi olabilir. Trump’ın “Rusya’nın güvenlik endişelerinin haklı olduğunu” söylemesi ve Ukrayna’nın NATO üyeliği konusunda geri adım sinyali vermesi, diplomasi masasını yeniden şekillendiriyor. Putin’in bazı topraklardan feragat edebileceğini ancak Kırım’ın bu topraklar arasında olmayacağını belirtmesi, anlaşmanın sınırlarını ortaya koyuyor. Eylül ayında olası bir Putin-Zelensky görüşmesi, savaşın seyrini değiştirecek tarihi bir fırsat olabilir. Ancak NATO’nun Ukrayna’ya güvenlik garantisi vermek için 50 bin kişilik kuvvet konuşlandırma planları, Rusya tarafından “kabul edilemez” olarak nitelendiriliyor. Moskova’nın sert tepkisi, barış umutlarının ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Türkiye için bu gelişmelerin en önemli yansıması, enerji fiyatlarında oluşabilecek dalgalanmalar ve Karadeniz’deki jeopolitik denklemin yeniden yazılması olacak. Hindistan-Çin nadir toprak elementi anlaşması: Tedarik zincirlerinde yeni denge Hindistan’ın Çin ile nadir toprak elementleri konusunda yaptığı anlaşma, küresel tedarik zincirlerinde stratejik bir dönüşüm anlamına geliyor. Çin, Hindistan’ın ihtiyaç duyduğu kritik mineralleri sağlamayı kabul ederek, Modi yönetimine Şanghay İş birliği Örgütü (ŞİÖ) öncesi diplomatik bir zafer kazandırdı. Bu adım, Hindistan’ın hem Batı ittifakındaki Quad grubunda hem de Çin’in öncülük ettiği ŞİÖ’de aynı anda etkin rol oynamasını mümkün kılıyor. Çok vektörlü bu diplomasi, Hindistan’ın büyük güçler arasında manevra alanını genişletiyor. Türkiye açısından bu gelişme, teknoloji üretiminde kullanılan nadir elementlerde tedarik çeşitliliği arayışının önemini bir kez daha gündeme getiriyor. Zira Çin’e yüksek bağımlılık, tedarik zincirinde kırılganlık yaratmaya devam ediyor. Eğer Türkiye bu süreçte alternatif kaynaklara yatırım yapmazsa, sanayisinin yüksek katma değerli alanlarda rekabet gücü ciddi biçimde sınırlanabilir.

Enerji fiyatlarındaki dalgalanmanın Türkiye’ye etkileri

Küresel jeopolitik gelişmeler enerji piyasalarında oynaklığı artırıyor. Ukrayna savaşındaki belirsizlikler ve İran’ın nükleer programı çevresinde tırmanan gerilim, petrol ve doğalgaz fiyatlarının kısa sürelerde yüzde 5–10 aralığında sert hareketler yapmasına yol açıyor. Türkiye’nin yıllık enerji ithalat faturası 2024’te 60 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti; 2025’te fiyatlardaki her 10 dolarlık artış, yıllık fatura üzerine yaklaşık 4 milyar dolar ek yük getiriyor. Enerji maliyetleri aynı zamanda enflasyonun seyrini de doğrudan etkiliyor; Türkiye’de Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) sepetinin yaklaşık yüzde 20’sini enerji kalemleri oluşturuyor. Brent petrolün yeniden 90 dolar üzerine çıkması, Türkiye’nin cari açığında yukarı yönlü baskı yaratıyor. Enerji ithalatının yüzde 40’ı Rusya’dan, yüzde 25’i Azerbaycan’dan geliyor; bu yoğun bağımlılık Türkiye’nin jeopolitik risklere karşı kırılganlığını artırıyor. LNG terminallerinde kapasite artırımı ve yenilenebilir yatırımlardaki hızlanma, bu bağımlılığı azaltmanın kritik yolları arasında. Nitekim 2025’in ilk yarısında yenilenebilir kaynakların toplam elektrik üretimindeki payı yüzde 44’e ulaştı, bu tarihi bir rekor. Ancak bu payın kalıcı hale gelmesi için yatırım ortamının sürdürülebilirliği sağlanmalı. Enerji piyasalarındaki dalgalanmalar aynı zamanda sanayi üretim maliyetlerini doğrudan etkileyerek ihracat rekabetini zorluyor. Türk sanayisi enerji yoğun yapısı nedeniyle Avrupa ile rekabette dezavantajlı konumda kalabiliyor. Bu nedenle Türkiye’nin enerji stratejisi yalnız tedarik güvenliği değil, aynı zamanda sanayinin maliyet avantajını da gözetmek zorunda. Orta vadede, nükleer enerji ve güneş yatırımlarının devreye alınması, cari açığın azaltılmasında önemli rol oynayabilir. Enerji arz güvenliği, önümüzdeki 10 yılda Türkiye’nin ekonomik istikrarının temel belirleyicilerinden biri olacak.

Teknoloji üretiminde dışa bağımlılığı azaltma ihtiyacı

Küresel teknoloji tedarik zincirlerinde yaşanan kaymalar, Türkiye için hem risk hem de fırsat barındırıyor. Hindistan ile Çin arasında nadir toprak elementleri konusunda yapılan anlaşma, bu alandaki jeopolitik denklemin ne kadar hızlı değişebileceğini gösterdi. Türkiye’nin yüksek katma değerli sanayi ürünlerinde dışa bağımlılığı devam ediyor; 2024 yılında yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payı sadece yüzde 3,4 düzeyindeydi. Bu oran Güney Kore’de yüzde 27, Çin’de yüzde 20’nin üzerinde. Bu fark, Türkiye’nin küresel rekabette geri kalma riskini artırıyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı verilerine göre Ar-Ge harcamalarının milli gelire oranı yüzde 1,4 seviyesinde; Ekonomik İş birliği ve kalkınma Örgütü (OECD) ortalaması ise yüzde 2,6. Bu açık kapatılmadıkça teknoloji üretiminde bağımsızlık sağlanması zor görünüyor. Öte yandan savunma sanayisindeki başarı hikayeleri, teknoloji üretiminde dışa bağımlılığı azaltma potansiyelinin olduğunu gösteriyor. İHA ve SİHA ihracatı 2025’in ilk yarısında 1,8 milyar dolara ulaştı ve bu alanda dünya çapında rekabetçi bir konum yaratıldı. Ancak bu başarıyı sivil yüksek teknoloji alanlarına yaymak, kalıcı büyüme için kritik. Türkiye’nin üniversite-sanayi iş birliğini güçlendirmesi ve teknoloji girişimlerini desteklemesi gerekiyor. Ayrıca kritik minerallerde tedarik çeşitliliği sağlanmazsa, üretimdeki bağımlılık teknoloji alanında da dışa açık kırılganlık yaratabilir. Dijitalleşme ve yapay zekâ yatırımlarının hızlanması, Türkiye’nin küresel değer zincirlerine daha güçlü şekilde entegre olmasını sağlayabilir. Uzun vadede teknoloji üretiminde bağımsızlık, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği açısından bir güvenlik meselesine dönüşüyor.

Kısa-orta-uzun vadeli Türkiye stratejisi

Türkiye’nin ekonomi politikası, küresel belirsizliklerin arttığı bu dönemde üç aşamalı strateji üzerine inşa edilmeli. Kısa vadede, fiyat istikrarı ve döviz kuru kontrolü öncelikli olmalı; yüksek faiz ve rezerv birikimi bu dönemin temel araçları. Orta vadede, sanayi politikaları ve enerji stratejisi devreye girerek üretim kapasitesi güçlendirilmeli. Uzun vadede ise teknoloji üretiminde bağımsızlık, dijital dönüşüm ve yeşil ekonomi yatırımları Türkiye’nin küresel rekabet gücünü artıracak. Bu üç aşamalı stratejinin başarısı, ekonomik kurumların güvenilirliği ve şeffaflığıyla doğrudan bağlantılı. Türkiye’ye sermaye girişlerini sürdürülebilir kılmak için öngörülebilir politika şart. Kısa vadeli sıcak para yerine uzun vadeli doğrudan yatırımların çekilmesi, kırılganlıkları azaltacak. Ayrıca enerji ve gıda güvenliği, önümüzdeki on yılın stratejik öncelikleri arasında olmalı. Bu çerçevede Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkasya ve Avrupa ile ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmesi kritik. Nadir elementler ve kritik minerallerde alternatif tedarik kaynakları oluşturulmazsa, sanayi bağımlılığı büyümeye engel olabilir. Eğitim ve iş gücü politikalarının sanayiyle uyumlu hale getirilmesi, verimlilik artışı için gerekli. Sonuç olarak Türkiye’nin stratejik vizyonu, sadece ekonomik büyümeyi değil aynı zamanda toplumsal refahı ve küresel rekabetçiliği güvence altına alacak uzun vadeli bir çerçeveye oturmalı.

SON DAKİKA HABERLERİ

Duhan Alptürk İnce Diğer Yazıları