Küresel piyasalarda sular durulmuyor, dalgalar Türkiye’yi vuracak mı?

Duhan Alptürk İnce

Duhan Alptürk İnce

Tüm Yazıları

Jackson Hole toplantısında ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Jerome Powell’ın verdiği mesajlar, piyasalara para politikasının yönü konusunda önemli ipuçları sundu. Powell, enflasyondaki dirençten ziyade işgücü piyasasındaki kırılganlıklara odaklanarak “önceliğin istihdam” olduğu izlenimini verdi. Temmuz ayında sadece 35 bin yeni istihdam yaratılması, 2024 ortalamasının çok gerisinde kaldı ve bu durum Fed’in faiz politikasında yön değişikliğine kapı araladı. Göçmen girişinin durma noktasına gelmesiyle işgücü arzı hızla daralırken, özellikle tarım ve inşaat sektörlerinde ücretlerin yukarı yönlü baskılandığı görülüyor. Bu tablo, ücret enflasyonu ile büyüme kaygıları arasında sıkışan bir Fed portresi ortaya çıkarıyor. ABD Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) büyümesinin yüzde 2,5’ten yüzde 1’e gerilemesi ve Ekonomik Politika Belirsizlik Endeksi’nin 250’den 430’a yükselmesi, yatırımcı algısında endişeyi artırıyor. Tüm bu belirsizlik ortamında güvenli liman arayışları yeniden hız kazandı; ancak bu kez alışılmışın dışında hem altın hem de Bitcoin aynı anda rekor seviyelere yöneldi. Altın 3.300 doları test ederken Bitcoin 90 bin doları aştı. Tarihsel olarak birbirine zıt hareket eden bu iki varlığın birlikte yükselmesi, finansal sistemin klasik dinamiklerinin değiştiğini gösteriyor. Yatırımcıların hem güven arayışı hem de spekülasyona yönelimi, küresel piyasalarda yeni bir dengesizlik dönemini işaret ediyor.

Avrupa cephesinde, Almanya IFO İş Dünyası Güven Endeksi’nin 89’a yükselmesi, iş dünyasının gelecek döneme dair temkinli de olsa iyimserleştiğini ortaya koydu. Ancak mevcut ekonomik koşulların hâlâ zayıf olması, bu yükselişi sınırlı bir toparlanma işareti haline getiriyor. Avrupa Merkez Bankası (AMB), enflasyonun yüzde 2 hedefine yaklaşmasına rağmen faizleri yüksek tutmakta ısrarcı. Bu strateji, fiyat istikrarını koruma yönünde güven verici olsa da büyümeyi baskılayan bir unsur olarak öne çıkıyor. Avrupa sanayisi için asıl tehdit ise Çin’in ucuz ihracatı. Özellikle orta-yüksek teknoloji segmentinde fiyat rekabetinin artması, Avrupa firmalarının kârlılıklarını aşındırıyor. Bu nedenle Avrupa’nın hem enerji hem de teknoloji yatırımlarında maliyet avantajını artıracak adımlara ihtiyaç duyduğu açık. Sonuç olarak Avrupa, enflasyonu kontrol altına alırken büyümeyi korumakta zorlanan, dış baskılarla mücadele eden bir denge arayışı içinde.

Asya tarafında Japonya dikkat çekiyor. Ücret artışlarının büyük şirketlerden orta ölçekli işletmelere yayılması, uzun yıllardır süregelen deflasyonist beklentilerin kırıldığını gösteriyor. İç talebin canlanma potansiyeli, Japonya Merkez Bankası’nı faiz artırımı sinyali vermeye zorladı. Bu gelişme, ABD ve AMB’nin gevşeme yönünde adımlar attığı bir dönemde, Japonya’nın tam tersine sıkılaşmaya yönelmesi anlamına geliyor. Küresel para politikalarında yaşanan bu ayrışma, sermaye akımlarını yeniden şekillendirebilir. Yatırımcılar daha yüksek getiri için Japon varlıklarına yönelirken, bu durum gelişmekte olan piyasalara yönelen fonları da etkileyebilir. Özellikle carry trade üzerinden sermaye hareketleri artarken, Türkiye gibi gelişen ekonomiler bu dalgalanmalardan doğrudan etkilenebilir. Carry trade, düşük faizli bir para biriminden borçlanıp, bu parayı yüksek faizli bir para biriminde değerlendirerek aradaki faiz farkından (getiri farkından) kazanç elde etme stratejisidir. Japonya’nın yıllar sonra farklı bir para politikası rotasına girmesi, küresel finansal sistemin alışılmış dengelerini değiştiren bir gelişme olarak kayda geçiyor.

Fed’in faiz indirimine yaklaştığına dair beklentiler, gelişmekte olan piyasalara (EM) güçlü bir destek veriyor. Doların zayıflaması, özellikle yüksek faiz avantajına sahip gelişen ülke para birimlerini öne çıkardı. MSCI Gelişmekte Olan Piyasalar Endeksi’nin önümüzdeki yıl yüzde 15 değer kazanabileceği tahmin edilirken, MSCI Dünya Endeksi için beklenti yüzde 10 civarında kalıyor. Bu fark, yatırımcıların gelişmekte olan piyasalara yöneliminin güçlendiğini ortaya koyuyor. Latin Amerika para birimleri bu eğilimin başını çekiyor. Brezilya reali yılbaşından bu yana yaklaşık yüzde 9 değer kazandı ve carry trade stratejilerinde öne çıktı. Bölgedeki iyileşen mali politika algısı, yatırımcı güvenini destekliyor. Ancak bu kazanımların kalıcılığı Fed’in faiz indirim temposuna bağlı. Doların küresel düzeyde toparlanması ya da küresel risk algısında sert bir değişim, gelişmekte olan piyasalarda ani satışlara yol açabilir. Yine de şu anda tablo, gelişen ekonomilerin gelişmiş ülkelerden daha cazip görüldüğünü ortaya koyuyor ancak bu durum uzun vadede gelişmekte olan ülkeler için sağlıklı olmuyor.

Borsa İstanbul (BIST100) endeksi geçtiğimiz hafta 11.372 puanla tüm zamanların rekorunu kırarak dikkat çekti. Bu yükselişin arkasında hem yabancı yatırımcı girişleri hem de Türkiye’nin son dönemde uyguladığı normalleşme adımları bulunuyor. Özellikle kredi risk primi (CDS) 270 baz puanın altına gerileyerek 2021’den beri en düşük seviyelerini test etti ve yabancı fonların ilgisini artırdı. Bankacılık sektörü hisseleri, yüksek kârlılık beklentileri ve güçlü bilançolarıyla endeksteki yükselişe öncülük etti. Yabancı takas oranı yüzde 40’ın üzerine çıkarak son iki yılın en yüksek seviyesine ulaştı. Ancak bu güçlü ralliye rağmen, kurdaki dalgalanmalar ve küresel risk iştahındaki kırılganlık piyasanın istikrarı için tehdit oluşturmaya devam ediyor. Yatırımcıların beklentisi, Merkez Bankası’nın sıkı para politikasını koruyarak finansal istikrarı sağlamlaştırması yönünde. Özellikle faiz indirimlerinin aceleye getirilmesi halinde yabancı girişlerinin yeniden tersine dönmesi riski bulunuyor. Dolayısıyla BIST’teki tarihi rekor, güçlü bir güven oylaması olmakla birlikte temkinli iyimserlik çerçevesinde değerlendirilmeli. Önümüzdeki aylarda halka arzların devam etmesi, piyasanın derinliğini artırarak yabancı ilgisinin kalıcı hale gelmesini destekleyebilir.

KKM’nin sona ermesi: Normalleşme mi, yeni kırılganlık mı?

Bu gelişmelerin yanında yaşanan; Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasının yaklaşık dört yılın ardından kaldırılması, Türkiye ekonomisinde yeni bir sayfa açtı. Bu adım, döviz talebini frenlemek için geçici olarak kullanılan bir enstrümanın maliyetlerinin artık taşınamaz hale geldiğini ortaya koyuyor. Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre KKM’nin bütçeye ve bilançosuna toplam yükü 60 milyar doları aştı. 2023’te Merkez Bankası’nın 818 milyar TL, 2024’te ise 700 milyar TL zarar açıklamasında KKM’nin belirleyici etkisi vardı. Dolayısıyla uygulamanın sona erdirilmesi, mali disiplin ve para politikasında rasyonel zemine dönüş açısından kritik bir gelişme. Ancak bu boşluğun carry trade gibi kısa vadeli sermaye girişleriyle doldurulmaya çalışılması yeni kırılganlık riskleri doğuruyor. Yüksek faizler sayesinde TL cazip hale gelirken, sıcak para girişlerinin ani çıkışlara yol açma ihtimali de göz ardı edilemez. KKM’nin bitmesi, TL’ye kalıcı güven oluşturmak için yeni finansal ürünlerin devreye alınmasını zorunlu kılıyor. Bu süreçte Merkez Bankası’nın rezerv biriktirme stratejisi daha da kritik hale gelecek. Özetle KKM’nin kaldırılması doğru bir adım olsa da bu kararın başarıya ulaşması, dövize yönelimi kalıcı şekilde engelleyecek güven politikalarının tesis edilmesine bağlı.

TCMB’nin enflasyon raporu…

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) 14 Ağustos’ta açıkladığı Enflasyon Raporu, sadece tahmin patikası değil aynı zamanda “ara hedef” uygulamasıyla da gündeme oturdu. Banka, enflasyon tahminini yüzde 25-29 aralığında belirlerken, 2025 yıl sonu için yüzde 24’lük bir ara hedef açıkladı. Tahmin ile hedef arasındaki bu uyumsuzluk, piyasalarda iletişim krizine yol açtı. Bir kesim bu durumu anlamsız bulurken, diğerleri ara hedeflerin şeffaflık ve çıpa işlevi göreceğini savundu. Aslında benzer uygulamaları Fed uzun yıllardır kullanıyor; ancak Fed’in rezerv para yönetmesi ve araç bağımsızlığı, bu sistemi daha güvenilir kılıyor. Türkiye’de ise Merkez Bankası başkanının görev süresi bile belirsizken, ara hedeflerin piyasa güveni yaratması daha zorlu. Buna rağmen, şeffaflık adına bu uygulamanın uzun vadede doğru bir adım olabilir.

Türkiye küresel belirsizlikler ve hareketli piyasalar arasında doğru pozisyon almalı ve ekonomi kararlarını doğru vermelidir. Uzun zamandır milletin belini büken enflasyon dengelenmeli, ivedilikle yerli üretim önem kazanmalıdır. En azından insanımızın beslenme, barınma, eğitim, sosyalleşme ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarını ucuza temin etmesini sağlamak zorundayız. Piyasaların hareketlenmesi ve iç piyasanın canlanması için faiz indirimleri ve döviz dengesi konularına önem vermeliyiz. Önümüzdeki süreçte iç kırılganlıklardan etkilenmeden ekonomik sürdürülebilirliği sağlamak zorundayız aksi takdirde kurulan planlar boşa gidecek. Ancak bütün bunları yaparken küresel dengelere, yabancı yatırımcının ilgisine ve iç piyasalardaki kırılganlıklara dikkat edilmesi gerekir.