2025-2027 ekonomi senaryosu: Dengede kalma mücadelesi
Bu ay piyasalar için önemli bir gelişme yaşandı. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), bu yılın üçüncü Enflasyon Raporu toplantısını gerçekleştirdi. TCMB’nin her açıklamasında klasik hale gelen, “enflasyonda kalıcı düşüş sağlanana kadar sıkı para politikası devam edecek” bu toplantıda da tekrarlandı. Bu vurgulamanın önemi TCMB politikalarının kararlı ve istikrarlı devam ettiğini göstermesidir.
Son dönemde piyasada yaşanan TCMB politikalarında yumuşama beklentisi de bu toplantıdaki vurgularla ortadan kalkmış oldu. Net şekilde enflasyon hedefinde bir kırılma ya da bozulma yaşanması halinde bütün para politikası araçlarının etkin şekilde kullanılacağı vurgulanarak piyasaya güven tazeledi. Toplantının bir diğer önemli açıklaması sanayi üretiminde yavaşlamanın devam ettiği oldu, yaşanan bu yavaşlama aslında talep yönlü enflasyonu arttırarak büyümeyi azaltan bir etkiye sahip. Bir süredir hem maliyet hem de talep enflasyonu ile uğraşan Türkiye için bu senaryo istenmeyen ve müdahale gerektiren bir hal almaya başladı. Hem yerli üretimde yaşanan daralma hem de döviz kurları yüksekliği sanayi üretiminde ciddi bir etki gösterdi.
TCMB bu toplantıda yeni aldığı bir kararı da açıkladı. Artık yıl sonu için “ara hedef” ve buna paralel “tahmin” ayrı ayrı açıklanacak. Ara hedefte; banka ulaşmak istediği seviyeyi açıklayarak, uyguladığı politikalardaki kararlılığını gösterecek. Tahmin de ise; eldeki verilere göre gerçekleşmesi beklenen seviyeyi açıklayacak. Toplantı sonuçlarına göre; TMCB, 2025 yılı sonunda enflasyonu %25-29 arasında tahminlemekte, hedef ise yüzde 24. Bunun yanında 2026 için, %13-19 arasında tahmin varken hedef %12. 2027 için ise, hedef %9 ile tek haneli enflasyona ulaşmak.
Türkiye’nin enflasyonla mücadele kapsamında uyguladığı sıkı para politikasının ekonomimize maliyeti de uzun soluklu oluyor. Bunu en net TCMB’nin çıktı açığı tahmininde görüyoruz. Rapora göre çıktı açığı 2026 ilk çeyrekte en düşük seviyesinde olacak. Bu ne demek dikkatlice bakalım; öncelikle çıktı açığı dediğimiz şey, ülkenin üretebileceği potansiyel üretim ile (yani ekonominin “tam kapasite” çalışabileceği seviye) fiili üretim arasındaki farktır. Raporda gördüğümüze göre Türkiye’nin potansiyel büyüme oranı TCMB’ye göre %4,5. Bu, uzun vadede enflasyon yaratmadan sürdürülebilecek büyüme hızı demek. Gene raporda 2026’nın ilk çeyreğinde bu çıktı açığı en dip noktaya ulaşacak deniyor; yani ekonomi potansiyelinin ciddi şekilde altında işleyecek. Bu, üretim kapasitesinin tam kullanılmaması anlamına geliyor (boşta iş gücü, âtıl kapasite, düşük talep vb.). Sonrasında toparlanma öngörülüyor, ama 2026-2027 boyunca büyüme hâlâ %4,5’in altında kalacak. Özetle; Merkez Bankası’nın sıkı para politikası (yüksek faiz, kredi kısıtları vb.) enflasyonu düşürmeye yardımcı olacak, ama bunun bedeli olarak ekonomik büyüme birkaç yıl boyunca düşük seyredecek. Yani fiyat istikrarı sağlanırken “uzun süreli bir soğuma” yaşanacak. Bu durumda bizi bekleyen iki farklı sorun var. Bunların ilki, potansiyelin altında büyümeye dayalı üretimde daralma ve ortaya çıkacak işsizlik; ikincisi, yatırımcının düşük büyüme sebebiyle kaçması yatırımların azalması sebebiyle verimliliğin düşmesi. Bu iki risk, potansiyelin altında büyümenin yarattığı en kritik yan etkileri özetliyor. Ekonominin uzun süre potansiyel büyüme oranının altında kalması, yeni istihdam yaratma kapasitesini sınırlayarak işsizliğin yüksek seviyelerde kalmasına veya düşüş hızının çok yavaş olmasına neden olur. Özellikle genç nüfus ve uzun süreli işsizler bu durumdan olumsuz etkilenir. Diğer taraftan, düşük büyüme temposu yatırım iştahını da zayıflatır; şirketler belirsizlik ve sınırlı talep ortamında makine, teknoloji ve dijital dönüşüm gibi verimliliği artıracak yatırımlarını erteler. Bu da uzun vadede üretkenlik artışının yavaşlamasına, dolayısıyla ülkenin büyüme kapasitesinin ve rekabet gücünün aşınmasına yol açar.
Şimdi burada süreçle ilgili önemli bazı riskler karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin dezenflasyon sürecinde karşı karşıya olduğu başlıca riskler hem iç politika tercihlerinden hem de küresel gelişmelerden kaynaklanıyor. Para politikası sıkı tutulsa bile maliye politikasının genişlemeci olması, artan harcamalarla birlikte fiyat istikrarı hedefini zayıflatabilir. Küresel faizlerin beklenenden uzun süre yüksek seyretmesi, sermaye akımlarını azaltarak Türkiye’nin finansman maliyetini artırır. TL’nin reel olarak değerlenmesi, ithalatı ucuzlatarak enflasyonu kısa vadede baskılasa da ihracatçı sektörlerde kâr marjlarını daraltarak pazar kaybı riski doğurur. Kredilerde uygulanan seçici sıkılık ise üretim yatırımlarını yavaşlatıp, özellikle KOBİ’lerin nakit akışında kırılganlık yaratabilir. Buna ek olarak, enerji fiyatları ve ticaret yolları üzerinde ani dalgalanmalara yol açabilecek jeopolitik gerginlikler, Merkez Bankası’nın dezenflasyon hedef patikasını sekteye uğratabilecek dışsal şoklar arasında yer alır.
Ayrıca ünümüzdeki dönem için dikkat etmemiz gereken iki başlık daha var. İlk olarak, kurda reel değerlenme meselesi var. 2025’te kurun reel olarak değer kazanabileceği beklentisi, enflasyondan arındırılmış olarak TL’nin döviz karşısında güçlenebileceğini gösteriyor. Ayrıca “dezenflasyon dönemlerinde bu normaldir” vurgusu da şunu anlatıyor: Enflasyon düşerken para politikası sıkı tutulursa, TL’nin reel olarak değerlenmesi makro dengeleri bozmaz, hatta sermaye girişlerini teşvik edebilir. Ancak bunun ihracatçı açısından dezavantajı var; güçlü TL, yurtdışı satışlarda rekabet gücünü azaltarak kârlılık üzerinde baskı yaratabilir. İkinci olarak, kredi büyümesi konusu var. TCMB, kredi limitlerinin büyük ölçüde altında bir büyüme gerçekleştiğini, yani bankaların zaten sınırları zorlamadığını söylüyor. Bu da kredi piyasasında “tamamen kapalı musluk” yerine “kontrollü akış” stratejisi izlendiğini gösteriyor. Özellikle KOBİ kredilerinde son dönemde gözlenen artış, ekonomide üretim ve yatırım odaklı alanlara seçici destek verildiğini ortaya koyuyor. Buna karşılık, tüketimi hızla artırabilecek geniş çaplı kredi genişlemesine izin verilmiyor; böylece enflasyonist baskı kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.
Türkiye ekonomisi açısından mevcut politika çerçevesi bazı önemli fırsatlar da barındırıyor. Yüksek reel faiz ortamı, özellikle kur istikrarının sağlanması halinde yabancı portföy yatırımları için cazip bir zemin oluşturabilir ve 2025’te sıcak para girişini artırabilir. 2027’de hedeflenen tek haneli enflasyon, uzun vadeli yatırımlar için öngörülebilir bir fiyat ortamı sağlayarak doğrudan yabancı yatırımcıların yeniden Türkiye’ye yönelmesini hızlandırabilir. Dezenflasyon sürecinde risklerin azalmasıyla birlikte üretim ve ihracata yönelik kredilerin kademeli olarak genişletilmesi, sanayi üretiminde toparlanmayı destekleyebilir. Ayrıca döviz kurlarındaki oynaklığın düşmesi, özellikle ithal girdi bağımlılığı yüksek sektörlerde maliyet planlamasını kolaylaştırarak şirketlerin rekabet gücünü artırabilir.
Toplantıya göre piyasa beklentileri değişmedi. Ancak dezenflasyon hedeflerine ulaşmak ve sürdürülebilir büyümeye geçişi sağlamak için politika araçlarının uyumlu çalışması kritik önem taşıyor. Bu kapsamda, maliye ve para politikası arasında güçlü bir eşgüdüm sağlanmalı; kamu harcamalarında disiplin korunurken vergi teşvikleri üretim ve ihracata yönlendirilerek fiyat istikrarı süreci hızlandırılmalıdır. Reel değerlenme dönemlerinde ise ihracatta fiyat rekabetinden ziyade kalite, marka değeri ve katma değer odaklı bir dönüşüm teşvik edilmelidir. Yatırım ortamının güçlenmesi için enerji verimliliği ve dijital dönüşüm projelerine düşük faizli kredi imkânları sunulması hem verimlilik artışını hem de uzun vadeli rekabet gücünü destekleyecektir. Ayrıca, hane halkı ve işletmelerin faiz, kur ve enflasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi kavraması için finansal okuryazarlık seviyesinin artırılması, beklenti yönetimini güçlendirerek politika etkinliğini artırabilir. Türkiye önümüzdeki dönem öncelikli hedef olarak enflasyonu tek haneye düşürmeli, döviz kurlarını baskılamalı ve uluslararası finansal itibarını güçlendirerek yatırım ortamını hareketlendirmelidir.