Savaşsız Savaş Çağında Türkiye’nin İnce Dengesi
Küresel sahne giderek daha çok bir tiyatroya benziyor: her oyuncu kendi rolünü oynuyor, ama senaryoyu kimse tam olarak bilmiyor.
Küresel sahne giderek daha çok bir tiyatroya benziyor: her oyuncu kendi rolünü oynuyor, ama senaryoyu kimse tam olarak bilmiyor. Karmaşık bir düzen içinde dünya devleri bir güç savaşı veriyor. Washington, Pekin, Tokyo ve Brüksel farklı sahnelerde aynı oyunun farklı versiyonlarını sergiliyor. Trump ve Xi’nin Busan’da imzaladığı tarihi anlaşma da bu oyunlardan biri. Dünyanı yakından takip ettiği konular üzerinde önemli görüşmeler yaşandı. Nadir elementlerde geçici gevşeme ve tarım ticaretinin yeniden açılması, yüzeyde bir uzlaşma gibi görünüyor. Fakat perde arkasında, her iki lider de kendi iç kamuoyuna “biz kazandık” mesajı vermeye çalışıyor.
Gerçekte ortada kazanan yok; yalnızca zamana oynayanlar var. Çin’in nadir elementlerdeki tekel gücü artık dünyanın gözünde bir tehdit sinyali haline geldi. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu üstünlükten hiç hoşnut değil. Çin, kısa vadeli üstünlüğünü göstererek ABD’ye mesaj vermeye çalışırken, aslında uzun vadede kendi güvenilirliğini aşındırıyor. Tarih bize bunu daha önce gösterdi: 1973’teki petrol ambargosu Batı’yı çökertmedi, sadece onu alternatif enerji kaynaklarına yöneltti. Bugün de aynı dinamik yeniden doğuyor; Avustralya, Hindistan ve İsveç, Çin’in “kaynağa dayalı gücünü” etkisiz kılacak yeni tedarik zincirlerini kuruyor. Çin dünyaya gözdağı vereyim derken aslında dünyanın alternatif enerjiye yönelme sürecini hızlandırıyor.
ABD tarafında ise Powell’ın ekonomi ile verdiği sessiz savaşını izliyoruz. Fed Başkanı, bir yandan stagflasyon korkusunu bastırmaya çalışıyor, öte yandan Trump’ın baskısı altında “bağımsızlık” sınavı veriyor. FED bağımsızlığı ABD kamuoyunda açıkça konuşulmaya ve tartışma konusu haline gelmeye başladı. Özellikle Trump tarafından ekonomiye doğrudan etki eden açıklamalar ve yaşanan son kripto krizi ile bu konu iyice konuşulmaya başlandı. ABD ekonomisi tuhaf bir noktada: işsizlik artmıyor ama işe alımlar donmuş durumda çünkü piyasanın ekonomiye olan güveni zarar gördü ve şirketler istihdamı genişletmekten çekiniyor. Enflasyon düşüyor ama hâlâ hedefin üzerinde, bu durum ekonomi otoritelerini önlemleri sıkılaştırmaya itiyor ama küresel çapta verilen ekonomi savaşı bunu zorlaştırıyor. Bu ne durgunluk ne de tam istikrar bir tür gri alan. Powell bu duruma “sisli yol” diyor, ama asıl sis ekonominin hangi yönde ilerlediğini kimsenin tam bilememesi. Özellikle Trump’ın küresel senaryoda verdiği belirsiz mesajlar bu durumu iyice zora sokuyor. Özelikle son kripto krizinden ailesinin ve çevresinin milyarlarca dolar kar elde etmesi kamuoyunda güveni iyice sarsmış durumda.
Bu ortamda yatırımcı davranışları da rasyonel olmaktan çıkıyor. Yapay zekâ balonu, piyasaları hâlâ yukarı taşıyor, ancak sabır eşiği giderek düşüyor. Microsoft, Meta ve Alphabet gibi devler yapay zekaya trilyonlar harcıyor, ama ekonomiye yön veren Wall Street’in tek sorusu şu: “Bu yatırımlar ne zaman kâr getirecek?” İşte burada davranışsal ekonomi devreye giriyor ve insanlar belirsizlikte fırsat görmek yerine, kısa vadeli sonuç talep ediyorlar.
Türkiye ise bu karmaşık tablonun tam ortasında bir güç mücadelesi veriyor. Bir yanda küresel faiz ve enflasyon sarmalının yansımaları, diğer yanda savunma ve diplomasi alanında hızla artan stratejik özerklik mücadelesi ile Ankara küresel arenada büyük bir mücadele içinde. Son günlerde yapılan Eurofighter anlaşması bunun en somut örneği olarak karşımıza çıktı. ABD’nin daha önce partneri olduğumuz F-35 projesinden bizi çıkarması ve daha sonra istenen mevcut F-16 uçaklarının modernizasyonunu gerçekleştirmemesi ve yeni F-16 tedarikini oyalaması, Ankara’yı alternatiflere yöneltti. Bunun en önemli sebebi son yıllarda hızla gelişen havacılık teknolojisine ayak uydurma çabası. İngiltere ve Almanya ile yapılan bu anlaşma, yalnızca bir silah satışı değil, aynı zamanda Avrupa ile stratejik yakınlaşmanın ifadesi. Özellikle Avrupa Birliği (AB) için artan Rus tehdidi ile AB kendi savunma sistemini kurmak istiyor, bu konuda Türkiye bölgesel olarak önemli bir partner olarak öne çıkıyor. Bu uçak alımı süreci, yerli uçak projesi KAAN’ın 2030’larda tam bağımsız platforma dönüşmesine kadar sürecek bir “köprü dönem” yaratıyor.
Türkiye için ekonomik cephede ise tablo karışık duruyor. Türkiye son bir yılda büyüme ile enflasyon arasında kırılgan bir denge tutturmaya çalışıyor. Özellikle pandemi sonrası hızla artan enflasyon ve döviz kurları Türk ekonomisi için yıpratıcı bir etki yarattı. Özellikle hükümetin mücadele planları ile kontrol altına alınmaya çalışılsa da halen istenen sonuçlar elde edilemedi. Özellikle üretilen yüksek faiz politikasının kalıcı enflasyonla mücadele yerine kısa vadeli sermaye akımlarını hedeflemesi, orta vadede kırılganlığı arttırıyor. Beklentiye göre küresel faiz indirimlerinin gecikmesi, Türkiye’nin yeni para politikası manevra alanını da daraltabilir çünkü artık Türkiye faiz indirimini devam ettirmek zorunda. Diğer bir tehlike ise, yapılması gereken ekonomik yapısal reformlar gecikirse, yüksek reel faiz döneminin yatırım ortamını kısıtlaması kaçınılmaz bir hal alacak. Ayrıca küresel arenada Türkiye’nin uzun zamandır NATO ve Rusya arasında yürüttüğü denge, davranışsal ekonomi açısından rasyonel risk alma modelini de devam ettirdiğini gösteriyor. Türkiye aslında sahip olduğu riskleri hem ABD hem de Rusya ile denge politikasını koruyarak bölmeye ve elindeki göç, enerji yolları, AB güvenlik korkusu, NATO gibi kartları kullanarak da pazarlık gücünü arttırmaya çalışıyor.
Önümüzdeki dönemde küresel sistem; faiz politikaları, tedarik zincirleri, üretim imkanları, nadir elementler ve yapay zekâ gibi birçok alanda sınanacak gibi duruyor bu dengede doğru konumlanmak zarar minimizasyonu için önemli. Türkiye bu değişimi ve beklenen riskleri öngörerek konumlanmalı ve özellikle iç piyasada ekonomi ve teknoloji temellerini güçlendirmeli özellikle uzun zamandır yıpratıcı olan enflasyon ve kur oranları düşürülmeli ve dış açık kontrol altına alınmalıdır. Ülkeden kaçan sermaye geri döndürülmeli ve üretime dayalı ekonomi için gerekli yatırım ve teşvikler yapılmalıdır. Jeopolitik ittifaklar ve bölgesel krizler kontrol altına alınmalı ve 2030 sonrası için oluşacak şoklara hazırlık yapılmalıdır. Bu dengeyi kurabilenler hızlı değişime karşı dayanıklı olurlar yoksa hızla değişen koşullarda kırılganlık artar. Bugünün dünyasında artık düzen; savaşlarla değil, stratejik kararlarla kuruluyor. Bilgiye, ekonomiye, teknolojiye ve değişime ayak uydurma esnekliğine sahip olanlar bu yeni düzende, güçlü ve karar verici oluyor sahip olmayanlar ise bu sistemde sadece tüketim toplumu olarak kalıyor.