Türkiye içinde yaşamasak harbi eğlenceli bir yer. Her gün ayrı bir film. Son zamanları işgal eden konu, aym kararı ve yargıtayın aym kararını takmama hali.

Anayasanın, bırakın hukukçu olmayı, bırakın çok iyi eğitimli olmayı, hemen hemen herkesin anlayabileceği açıklıktaki bir hükmü var. 153’üncü maddenin son fıkrasında “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” deniliyor. Aynı maddenin girişinde de “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir” hükmü yer alıyor.

“Yasama, yani TBMM; yürütme, yani kabine ya da onu temsilen Cumhurbaşkanı; yargı organları, ki buna Yargıtay da dahil; idare makamları, yani aklınıza gelecek tüm birimler; gerçek ve tüzel kişiler, yani hepimiz” için bağlayıcı bir madde.
Ama Yargıtay diyor ki “Olmaz, Can Atalay’la ilgili hak ihlali kararını uygulamam”.


İyi de bu “Olmaz”ın kaynağı, dayanağı ne; orası karışık.
Mahkemeler arasında görüş ayrılıkları yaşanmaz mı, yaşanabilir tabii ki. Ama bu durumlarda ne yapılacağı da Anayasada düzenlenmiş.

158’inci maddenin son fıkrası aynen şöyle:
“Diğer mahkemelerle Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.”
Yargıtay bu hükümler ortadayken AYM’nin Can Atalay’la ilgili kararını uygulamayacağını bildirmekle yetinmiyor, AYM’nin bu kararda imzası olan dokuz üyesi hakkında suç duyurusunda bulunuyor.
Adeta o da yetmiyor, bu kez TBMM’den Atalay’ın vekilliğinin niye zamanında düşürülmediği gerekçesiyle neredeyse hesap soruluyor.

Hani Yargıtay lehte oy kullanan dokuz AYM üyesi için suç duyurusunda bulunuyor ya... Diyelim AYM üyeleri yargılanacak. Peki bu yargılamayı kim yapacak; Anayasa Mahkemesi...
Ona da tamam; peki bu yargılama nasıl olacak?

Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 15 ve Mahkeme en az 10 üyenin katılımıyla toplanabiliyor.

Yani şu durumda Can Atalay kararı aleyhine oy kullanan 5 üye ve o toplantıda bulunmayan bir üye bir araya gelse toplantı yeter sayısına ulaşılamıyor.
N’olacak şimdi? Herhalde şu bekleniyor. Karar lehine oy verdikleri için yargılanmaları istenen üyeler büyük fedakarlık göstererek kendilerinin yargılanmasını “sağlamak” adına toplantıya katılarak toplantı yeter sayısına ulaşılmasına katkı verecek. Öyle mi, beklenen bu mu yani?

Hani nereden  baksan tutarsız nereden baksan ahmakça gibi görünüyor. Fakat böyle düşünmek 20 küsür yıldır ülkeyi yöneten ve girdiği tüm seçimleri kazanan bir parti ve hükümeti hafife almak demek. Peki hükümetle iltisaklı Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri bu karara alırken, varsaydıklarının gerçekleşmeyeceğini görmüyor olabilir mi? Burada esas amaçlanan Anayasa Mahkemesini bundan sonra vereceği kararlarda baskı altına alıp zaten hükümet aleyhine verdiği nadir kararları vermemesini sağlamak. Ne AYM böyle bir yargılama için toplanacak, ne de o toplantı için yeterli sayıya ulaşılsa bile o üyeler yargılanacak. Herkes farkında!  Ya da farkında olması lazım. En azından aklı başında olanların farkında olması lazım. Merhum Demirel’in ifadesiyle görünürde “Abesle iştigal” ediliyor gibiyse de, tuğla tuğla konularak yeni anayasanın inşasına çalışılıyor. Orada toplumun yumuşak karnı olan duygularla ilgili gel gel hükümleri yer alacak, asıl amaç olarak ise araya belki Cumhurbaşkanı seçimi için yeterli oy oranı değişikliği hükmü, belki Cumhurbaşkanı dönem sayısı gibi “önemsiz ” ayrıntılar girecek.

Muhalefet yapanların az biraz derin düşünmesi lazım. Balığın baştan koktuğu, tuzun çürüdüğü, gençlerin fırsat bulanlarının ilk fırsatta dönmemek üzere adaletsizlik ve liyakatsizlikle bezenmiş güzel ve yalnız ülkemi terk ettiği bu enteresan zamanlarda aym nin verdiği bir çiçekle bahar gelmez. Aym üyelerinin çoğunluğu zaten mevcut iktidarla aynı görüşte çoğu konuda ve hükümetçe atanmış durumdalar. 

Korkmayın muhalif arkadaşlar aym yerinde duracak. Ve fakat bu kangren haline gelmiş hiçbir sorunumuza derman olmayacak. Hukuksuzluk, adaletsizlik bacayı öyle sarmış, niteliksiz insan yığınları her yeri öyle sarmış, toplumsal ahlak yönetenlerle eş güdümlü öyle çürümüş, asgari nezaket yerlerde debelenmekte iken az biraz fazla düşünün geleceğimizi kurtarmak için. Kurtuluş öyle kolay gelmeyecek. Büyük ve uzun soluklu mücadeleye hazırlanın ve milleti hazırlayın.

Acı olan ise şu; tüm bu tartışmalar dünyaya ayar vermeye çalışan, savaş hukukundan bahseden, insanlıktan dem vuran Ömer adaletini yaşatacağı felsefesiyle iktidara gelen bir zümrenin döneminde oluyor. Demekki hayat güllük gülistanlık değilmiş.

Biz, hem memleket hem dünyadaki biz, doksanların sonu ikibinlerin başı gibi bir ara, bir tuhaf eşiğin üzerinden atladık. Yeni binyılın verdiği baş dönmesi miydi, internetin getirdiği yeni ferahlık ve genişlik hissi miydi, buluşlar çağında insanın iyiliğine ve tekâmülüne dönük inancımızın pekişmesi miydi, bilinmez… Ama bu eşiği atlarken herhalde hafızamızı da sıfırladık. Her şey çağlayan ırmak misali sürekli iyiye güzele mükemmele evrilecek zannettik. Nerede o yoğurdun bolluğu..

Son söz: İnsanlık ve medeniyet ne zaman oldu ki. Belki uygarlığa yönelik adımlar atıldı ama ilk fırsatta barbar ruh ve süfli duygular istila etti dünyayı ve hayvandan evrilen insan denen mahlukatı.

Tadımlık: Eğer RTE tabandan gelen baskılara boyun eğip, yılbaşında harcanabilir gelirlere %60-70 gibi bir zam buyurursa, oyun biter. 2024’te IMF’nin bile “durun, ne yapıyorsonuz, dingil kopacak” diye gözyaşları döktüğü sertlikte bir acı ilaç makattan zerkedilmeden, 3 haneli enflasyon ve ödemeler dengesi krizine kayış engellenemez.

İyimser senaryo ise TCMB’nin yıl sonuna kadar politika faizini %40’a yükseltmesiyle başlar. Bu durumda, aylık TL mevduat faizi net %4, yıllık da (bileşik) %60 civarına çıkar. Tüketici kredi faizi %70-75 bandına tırmanır. KKM’dan çıkan tasarrufların dövize değil, TL’ye dönmesi olasılığı yükselir.  Tüketici talebi bıçak gibi kesilir. Yerel seçimleri kur ya da enflasyon şoku yaşamadan atlatırız. Ekonomik istikrarın sağlanması için muhalefetin yerel seçimleri kaybetmesi ve Türkiye’de demokrasinin tarihe gömülmesi gerekebilir.

Hatırlatma: Tüm benliğimle yaşadığım zamandan ve bu zamanın insanından tiksiniyorum.

Not 1: 1953 yılında Kral Abdülaziz'in ölümüyle tahta oğlu Prens Suûd geçti. Para harcamaktan başka bir iş yapmıyordu. İSRAF nedeniyle tahtan indirilen ilk KRAL olarak tarihe geçecekti. Ardından FAYSAL tahtın sahibi oldu. Denge değişti.
Etrafıyla hemen temas kurdu. Emin adımlarla ilerledi. 1969 yılının 21 Ağustos'unda Avustralya asıllı fanatik Michael Dennis Rohan, kuşluk vakti Mescid-i Aksâ'yı ateşe verdi. İsrail karşında alınan mağlubiyetlerin üzerine bu gelince, tepki ve öfke büyük oldu. Suudi Arabistan liderliğinde bir İslâm Konferansı Örgütü'nün (şimdiki adıyla İslâm İşbirliği Teşkilâtı) kurulmasına karar verdiler. Birliğin kurulmasına önderlik eden Kral Faysal, o dönem Arap ülkeleri içerisinde yaygın olan Arap milliyetçiliği yerine Aksâ paydasında bir araya gelinmesi istedi.
Öncesinde 5 Haziran 1967 sabahında Mısır lideri Nasır, hayatının şokunu yaşıyordu.
Suudlar'ın desteğine rağmen İSRAİL HAVA KUVVETLERİ MISIR ordusunun tüm uçaklarını havalanmadan yok ediyordu. İsrail;
Mısır, Suriye ve Ürdün'ü hezimete uğratıyordu. Topraklarını üç buçuk katına çıkarıyor, Sina Yarımadası'nı ele geçiriyordu. Nasır vefat ediyor, yerine Enver Sedat geliyordu.
Mısır'ın sıfırlanan itibarını geri almak istiyordu. Sedat, 6 Ekim 1973 günü tam da Yahudiler'in bayramı olan Yom Kipur'da, Altı Gün Savaşı'nda kaybedilen toprakları geri almak amacıyla İsrail'e sürpriz bir harekat başlattı. Başarılı oldu. Faysal, MISIR'ın Tel Aviv'e kadar gideceğini düşünüyordu. ABD izin vermiyordu.
Faysal, BABASINA verilen sözü unutmuş değildi. Petrol kartını çekti.
ABD ve İsrail yanındaki ülkelere petrol vermeyecekti. Petrolün vanasını kapattı. Petrol fiyatları çıldırdı. Borsalar çöktü. Ekonomiler batmaya başladı. Bunu üzerine ABD Kissinger'ı yolladı. Faysal: "İsrail'e destek olmaktan vazgeçerseniz, ambargo biter" dediğinde, Kissinger petrol kuyularını bombalama tehdidinde bulundu. Faysal ise Kissinger'a, tarihe geçecek şu cevabı verdi: "Tabii ki petrol kuyularımızı bombalayabilirsiniz. Fakat unutmayınız ki, biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşıyorduk, yine öyle yaşayabiliriz; ancak artık siz petrolsüz yaşayamazsınız." Kral Faysal, ambargonun başlangıcından sadece 2 sene sonra, 25 Mart 1975'de sarayında resmî heyetleri kabul ettiği bir esnada öldürüldü. Suikastın faili, Kral'ın uzun yıllardır Amerika'da yaşayan yeğeni Faysal bin Musâid'dı.
Emri kimin verdiği hiçbir zaman öğrenilemeyecekti.

Not 2: Şu anda toplum 2 şeye kilitlenmiş durumda; 1-güce, 2-sosyal medya tarafından onaylanmış başarıya(!) Burada sözü edilen başarı, fenomenler ve onları var eden hayran kitleleri… Yeni bir pazarlama kanalı olmaları yanı sıra attıkları her adım toplum tarafından izlenir halde… 
Durum öyle bir noktaya vardı ki ben bunu “fenomen pandemisi” olarak adlandırıyorum. Pandemi kelimesi, Covid virüsü sayesinde dilimizde yer etti. Fenomenler ise sosyal medya sayesinde hayatımızı, gündemimizi kapladı. Sayıları her geçen gün artıyor ve adeta salgın boyutuna varıyor. 
Covid salgınıyla aşı ve karantina sayesinde baş edebildik. Fenomen pandemisi ile ancak ve ancak bizim onlara gösterdiğimiz ilgiyi azaltarak baş edebiliriz. Covid virüsünü nasıl ki aşı öldürebiliyorsa pandemik fenomeni de ancak ve ancak “ilgisizlik kurşunuyla” ortadan kaldırabiliyoruz.

Not 3: Yüksek harcamalar, sözde kozmetik satışları, ev, kat, yat ticareti ve akabinde sisteme sokulan yüz milyonlarca lira ya da dövizler… Aslında öteden beri Türkiye, özellikle yüksek enflasyon dönemlerinde kara paranın aklandığı ortamlar ürete gelmiştir. Şimdi de benzer bir durum söz konusudur ve kim bilir daha kaç sosyal medya fenomeni, vergi denetiminden dolayı sisteme yakalanacaktır. Bu süreçte vergi denetim ağımızın gayretini takdir etmek gerekiyor. Dikkat ve gayretleriyle kara para aklayan ülke yaftasından kurtulabileceğiz.

Not 4: Her şey bir yana Türkiye’de toplum (genel itibarıyla) nezaketini kaybetti.

Laf atmak, iğnelemek ayıp karşılanırdı bir zamanlar; şimdi küfürler alkışlanıyor.

Not 5: Yaşlı bir İtalyan bugün bana dedi ki “bir kuyuya düşmüş ve kuyudan sarkan ipe tutunmuşsan, birilerinin ne zaman gelip seni kurtaracağını bilmiyorsun diye ipi bırakamazsın.”

Ne zaman kurtulacağını bilmiyorsun diye mücadele etmekten vazgeçmemelisin.

Not 6: TCMB'den kasım ve aralıkta en az 500+300=800 bp faiz artışı bekliyorum. Eğer bu gelmezse kurdaki yükselişin önü alınamaz. Politika Faizi yıl bitmeden % 40 ları geçmezse, mevduat faizi % 50 lere doğru ivmelenmezse yeni bir kur şoku yaşarız 2024 Ocak ayında.

Not 7: Bir ülkede ekonominin en temel göstergesi enflasyon, işsizlik, cari açık değildir. Vergi tahsil oranlarıdır. Yani tahakkuk eden verginin ne kadarı tahsil ediliyor? Vergiler yüksek, tahsil oranı düşükse ekonomi berbattır. Yıllardır Türkiye’de temel sorun bu.

Not 8: Bir ülkede çalışanlar hayat pahalılığından yakınırken işverenler yüksek ücret maliyetinden şikayet ediyorsa, ortada bir verimlilik sorunu vardır.

Not 9: Çin; kalkınmanın finansmanı için doğrudan yabancı yatırım sermayesine yüksek teşvik ve mülkiyet güvencesi verdi. Birkaç yıl öncesine kadar da başarılı oldu.
Demokrasi olmamasına rağmen, Çin’de kurumsal devlet yabancıya mülkiyet güvencesi için bir garanti oldu. Ayrıca bürokraside doğrudan yabancı yatırımlara kolaylık ve şeffaflık sağlandı.
Çin’le ilgili önce bir tespitim var; sonra bu tespitimi ispatlamaya çalışacağım.
Çin’de tam demokrasi olsaydı Çin ekonomisi bu kadar hızlı büyüyemezdi, Çin’de demokrasi olmadığı için bundan sonra büyüme hızı yavaşlayacak ve duracaktır. Nedenlerine gelince;
1.Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, üçüncü defa yeniden devlet başkanı seçildi. Bu durum Çin komünist partisinde otokrasinin artması olarak yorumlandı.
2.Çinde yabancı yatırım sermayesi yüksek büyümeye öncü oldu. Şimdi parti otoriteleri, ‘’Çin sermaye birikimini tamamladı, artık kendisi yurt dışında yatırım yapıyor ‘’ diye açıklama yaptılar. Ancak Çin’de devletin yurt dışındaki yatırımları bürokratlar tarafından yapılıyor. Özel sektördeki hassasiyet ve özenin olması imkansızdır.
3. Çin’de işçi ücretleri de yabancı sermaye için cazibesini kaybetti. Çin’de 2010 yılında en yüksek asgari ücret 164 dolar iken şimdi 400 dolara çıktı.
Çin’de yabancı yatırım sermayesi girişi 2019’da 38,8 milyar dolar iken, 2022 de 28,6 milyar dolara geriledi.
4.Bir ülkede GSYH büyüdükçe büyüme oranı düşer. Aslında zaten genel olarak ta Çin’de büyüme oranı düşüyor.

Çin hibrit model ile ekonomiyi buraya kadar getirdi. Devamı; ancak ve ancak Çinin demokrasiye geçmesi ile mümkün olur.

Not 10: Ağzına zincirler vurdular
Ve ellerini ölünün kayasına bağladılar.
Dediler ki “Sen bir katilsin.”
Yemeğini, elbiselerini ve bayraklarını aldılar.
Ve onu ölüler kuyusuna attılar.
Dediler ki “Sen hırsızsın.”
Onu her limandan kovdular,
Ve genç sevgilisini alıp götürdüler
Ve sonra şöyle dediler “Sen bir mültecisin.
Mahmut Derviş

Not 11: Ah, Rita
Aramızda milyonlarca serçe ve görüntü var.
Ve birçok buluşma
Tüfekle ateş açıldı.
Bu tüfekten önce gözlerimi seninkilerden çeviren ne olabilirdi?

Mahmut Derviş

Not 12: Tüm yollar sana çıkar, seni unutmak için gittiğim yollar bile.

Not 13: Bir zamanlar bizi ancak ölümün ayırabileceğini söylemiştik. Ölüm gecikti ve biz ayrıldık.

Not 14: Hz. Peygamber döneminde Vabisa adlı bir sahabe, Peygambere “İyilik nedir, kötülük nedir” diye bir soru sorar, cevap aynen şöyle: “Ey Vabisa! Kalbine danış, nefsine danış, iyilik gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir; kötülük ise sana fetva verseler bile, gönlünü (kalbini, vicdanını) huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.”

Not 15: Aslında, içinde yaşadığımız dünyanın insan tarafından belli bir azınlığın çıkarlarına göre yaratılmış olduğunu unutuyoruz. Yaratılan bu dünyanın değiştirebilir olduğu bilgisi dolaylı olarak gizleniyor. Sadece bireysel olarak insanların kendilerinden sorumlu olduğu ve kendilerini değiştirerek bu dünyaya uyumlu olunacağı üzerine kurulu bir hayat felsefesi içine hapsediliyor çoğunluk. Hayatta kalmak için kullandığımız yaratıcılığımızın dünyayı değiştirebileceği unutturulmaya çalışılıyor.

Not 16: Distopyayı ironiyle düzeltmeliyiz, zira ironi (iktidarla yapılan sinik ittifaktan uzak) olasılığın sonsuzluğuna kapıyı açan dilin aşırılığıdır.

Not 17: Belirsizlik, kırılganlığın daimi dostudur ve mükemmelen anlaşılması ve yönetilmesi beklenen bir sürecin öngörülemezliği ve anlaşılmazlığı, psikolojik istikrarsızlaştırmanın en güçlü kaynağıdır. İnsanları TV‘ye ya da sosyal medyaya kilitleyen şey belirsizlik. Bunu TV kanalları pek güzel kullanıyor. Bütün o kanalları kapatıp gerçekten işe yarayan şeylere, örneğin şiire, sanata, felsefeye, dostlarla sohbete yönelmek daha akıllıca. Hatta çıkıp dışarıya yürüyüş yapmak bile çok daha iyi. Çünkü doğadan ve düşünceden bağımsız hızlanmış dünyanın yarattığı kaosla, ancak doğaya ve düşünceye dönerek baş edebiliriz.

Not 18: Durgun huzursuzluk, her an her şey olabilir ve olacak şeylere etkisi olunamayacağı inancından beslenir. Savaş mı çıktı,? Bir öğrenci ihmal sonucu asansör faciasında mı öldü? Her şeye zam mı geldi? Birileri pazarda yerden sebze meyve toplarken, birileri de metrelerce uzunlukta paralar mı takıyor düğünlerde ya da kahvesini altın karıştırarak mı içiyor? Buzullar mı eriyor, doğal felaketler mi yaşanıyor? Her şeye durgun bir huzursuzluk eşlik ediyor.

Not 19: Hayal kırıklıkları, sosyo ekonomik şartlar, dijitalleşme ve daha pek çok etken bizi bu noktaya getirmiş olabilir. Ama geçmişin ve geleceğin şimdiki zamanda eriyip kaybolması, şimdiki zamanı, hatta zamanı algılayışımızı deforme edip insanları dünyasız bırakıyor. Belki de bu yüzden çoğunluk kimsesiz ve bir yere ait hissedemez oldu.

Not 20: Sürekli yenilikten ve değişimden bahseden politikacılarla geçmişe methiyeler düzenler benzer bir yabancılaşma içindeler aslında. Neyin değişimi ya da yeniliği, neyin geçmişi? Geçmişi reddederek, yani yok etmeye çalışarak ya da geleceği ve yenilikleri zararlı ilan ederek şimdiyi yaşayamayız. İnsanlık bu iki yolu da bugüne kadar bir proje olarak denedi ve başarılı olamadı, kapitalizm ise geçmişi ve geleceği şimdinin içinde eriterek bir yol açtı kendisine ama bu defa insanları iki kat yabancılaştırarak kimsesiz, mutsuz ve ruhsuz insanlardan oluşan bir dünya tehlikesiyle baş başa bıraktı. Milyonlarca insan antidepresanlarla hayata tutunmaya çalışıyor, yalnızlık toplum sağılığını tehdit eden bir salgın gibi algılanır olduğu için İngiltere'de yalnızlık bakanlığı bile kuruldu.

Not 21: Keşke bütün dünyada birkaç günlüğüne, ameliyathane gibi yerler hariç, elektrikler kesilse. İnsanlar gaz lambası ya da mum gibi benzer şeylerin etrafında toplanıp ya da tek başlarına bir durup titreşen alevle zamanın geçişini hissedebilseler... Böyle bir durum, şimdiyi yaşayanlarda bir artışa neden olur muydu? Yoksa, bazı dizi filmlerdeki fantezilerde olduğu gibi cinayet ve hırsızlıkta bir artış mı olurdu elektrikler kesilince? Bu başka bir konu. Kendi hayalimde ancak o zaman şimdiyi yakalayabiliriz gibi geliyor. Bir başka yol da, Mallerme'nin Paris Komünü hakkında yazdığı bir denemede dile getirdiği gibi kalabalıklar kendilerini ilan ettiklerinde şimdi ortaya çıkar.

Not 22: Türkiye’nin İsrail’le ticaretinin “van minüt” çıkışına rağmen artarak sürdüğünü daha önce de yazmıştık. Tam da bu nedenle, Türkiye’deki birçok kişi bu boykotlara katılmıyor çünkü ülke politikasının değişmesinin burger yememekten daha etkili bir yöntem olduğunu biliyor. Siyasal İslamcılar ise iktidardaki dostlarını üzmemek için hükümeti eleştirmeden, boykotun odak noktasına firmaları koyuyor. Boykotların başarısız olmasında en çok gördüğümüz nedenler tutarsızlık ve çizgisizliktir. Boykot çağrıcıları ister istemez halkın süzgecinden geçirilir. Tutarsızlıklar kampanyaların başarısız olmalarına neden olur. Yıllardır enerji tasarrufu çağrısı yaparım, 150-180 TL bandında seyreden elektrik faturalarımı gösteremeyecek olsam bunu yapmazdım. Boykot çağrısı yapanların evlerine girilse, İsrail hükümetini desteklediği ilan edilen onlarca eşya bulunur.

Not 23: Polat ailesi de bütün o sosyal medya performanslarıyla, tıpkı şarap parası için sinyal çeken delikanlı gibi ya da ‘yolda kaldım’ hikayesiyle yevmiye doğrultan dilenci gibi bize bir hikaye anlattı. Zaten herkes bir hikaye anlatır. Dahası, herkesin bir hikayesi ya da kendisini parçası haline getirmeye çalıştığı bir hikaye vardır. Ya da 'Deutschland über alles' ile 'Arbeit macht frei'  arasında bir bakmışsınız, siz başka bir hikayenin parçası olmuşsunuz. Hülasa, hikaye önemlidir ama hayati olan, hikayeyi anlatabilmektir. Mesela, Sedat Peker’i sansasyonel kılan, anlattıkları kadar, anlatma biçimiydi. Ki Muhammed Yakut ya da Ali Yeşildağ’ın anlattıkları Peker’in anlattıklarından daha az sansasyonel olmamasına rağmen unutuldular bile. Herkes hikaye anlatıyor ama bazı hikayeler tutuyor, bazıları tutmuyor.
Yani iş biraz da meddahlıkta.  
Ama açıkça söylemek gerekir ki, bu hikayecilerin çoğunun hikayesi hakikaten hikayeden bayat hatta çiğ, misal ‘yanmayan kefen’. Bunların çoğunun konuları konu haline getirmeleri, Adalar vapurunda seyyar satıcılık yapanların limon sıkacağı ya da salatalık soyacağına dikkat kesilmemizi sağlayacak kadar güçlü olmadığı gibi, anlatma biçimleri, satıcıların o basit aygıtları ilginç kılma biçimleri kadar bile dinlenesi değil, misal ‘layikçi kopekler’ hikayesinden ince hastalık bulan dönerci Hacı.  
Polat ailesi ise hikaye ve hikayeyi hikaye etme bakımından müstesna idi. Her şeyden önce, en aşağıdan geldikleri için, insanların yüzyıllardır dinlemeye bayıldığı Kül Kedisi hikayesini, işportacı hikaye anlatma tekniği ve sosyal medya beğeni algoritmasını (elbette hissi kabl-el vuku) doğru deşifre ederek kendilerini önce büyük bir hikayenin parçası, sonra da oyun kurucusu haline getirmişler.

Polatlar, bir gecekondu muhitinde herkes gibi yağmurda ıslanıp, metroda balık istifi ter kokulu vagonlarda işlerine giderlerken, doğum/düğün fotoğrafçılığı üzerinden sosyete ve cemiyetin kimi önemli simaları ile tanışmışlar. Yani, kenardan gelen yetenekli ama feleğin sillesini yemiş aile fertleri, iş-bitirici, ellerini kirletmeye hazır yerli-milli nüve olarak, metal yorgunu mütedeyyin krem tabakaya barbar aşısı yapmışlar. Sonra güzellik merkezi, kozmetik üretimi derken ‘Devlet var Devlet’ modeli bir Breaking Bed doğaçlaması. Yeni muhite uyum sağlama, entegrasyon ve oryantasyonun ardından, bütün geçmiş deneyimleri muhafazakar mahalleye tahvil etme ve buradan da Kabe ile Miami’nin sıklıkla birbirlerinin yerine ikame edildikleri mütedeyyin baroğun burçlarına, flamacılık, bayraktarlık yapmaya.

Yani, Polatların hikayesi başından sonuna değil, sonundan başına doğru gittiğimiz bir Külkedisi hikayesi, üvey anne ve üvey kardeşler yerini ‘heytırlar’ almış, üvey akrabalarının yerine, yüzlerine mütemadiyen tükürülen bu insanlara öfke duyuyoruz.
Polatların hikayesi yalnızca Külkedisi arketipinden ibaret değil. Buralar biraz da kısas-ı enbiya ya da siyer-i nebi partikülleri ile karamelize edilmiş gibi. Biraz Yusuf’un çilesi, biraz Yahya’nın yaraları, biraz sabreden dervişlerin çorbası, biraz çileyle şerbet olan ekşi koruk hikmetleri var. AK partinin eli viskili boğaz manzaralı monşer kurumsallığına karşı, anlatmaya bayıldığı sadaka(t) hikayeleri… Böyle böyle, insan kazıklamanın kader, haksızlığa boyun eğmenin tevekkül, arsızlığın gelirinin de tecelli diye kakalanması.

Yani Polat ailesinin meselesi basit bir ilişkiler ağı değil, bu ağa ruh veren onu canlı kılan belirli bir sosyolojik yapının üzerinde doğaçlamalar. Külkedisi ile Yusuf’un post-modern hikayesinde şansın yerini, kaderin cilvesi/tecellisinin alması. Malum, Demirörenler aldığından beri, piyango bir ihtimal olmaktan çıktı ve şans eski cumhuriyetin bir duygusu. Bunun yerine şimdi baht var. Google’a yazdırılmış tasavvuf kitaplarından, ne çıkarsa bahtına kıssaları. Her türlü bahis sitesi, kripto para ve spekülatif sermaye biçimleri zamanın bahtı. Zamanın ruhuna uygun bir şekilde, burada formel bir kontrat yok, formel bir bilet yok çünkü baht var. Tam da AK partinin sevdiği belirsizlik suları, doğru insanlarla karşılaşıp, yeterince iyilik yaparsanız günün birinde şirin babayı görebilirsiniz, sonra gelsin lüks arabalar, şatafat, heytırlar…

Hülasa, Polatlar, güzel hikaye anlattılar. AK partinin tüm mesele sandıkmışçasına anlattığına benzer illüzyonlarla dolu bir hikaye. AK partinin sandığı bir illüzyon masası olarak kullanmasına benzer bir şekilde, kozmetiği ilişkiler ağını gizleyen bir maske olarak kullanan başarılı bir kurgu.
Ama insanlığın en büyük problemlerinden birisi, göstermek ve görünmek olmuştur hep. Bu yüzden, Rönesans sonrası modernizm bireyin adını ‘maske’den imal etti ve ona persona dedi, Antik dünya görünme, gösterme ve bakışla ilgili nazarlardan sakınma ile ilgili, kült, ritüel ve amuletlerle doludur. Dikkatli bakış olarak nazar, bu bakışın göz hakkı olarak nezir, yani kurban…

Kendi hayatlarını bir tür Truman Show ya da Survivor adası setine dönüştürmüş bu insanların bize anlattığı hikayenin bir parçası da, hedonizm. Polatların kayınvalideleri, kardeşleri (Sıla Doğu), iki çocukları ve 5-6 hizmetçileri ile tam bir aile yuvaları var. Mutluluğu başka yerde değil, ailenin içinde bir yerlerde arayan bir asr-ı saadet ailesi bu. Birbirlerine karşı bitmek bilmeyen sürprizleri onların bitmek bilmeyen aşkını tazeliyor. Milyon dolarlık jestlerle birbirlerine enerciii yolluyorlar. Kadın dişi, erkek maço, hali vakti yerinde ve şükretmeyi de biliyorlar(mış gibi) daha ne olsun.


Dünya, bir sahne, gösteri, göstermek ve göstermemekle ilgili meseleler. Polatlar’ın bu sergileme performansı, işte bu gösterme meselesini görgüsüzlüğe dönüştürmeme, gösterileni nazara uğratmama ile ilgili bütün mitolojik hikayeleri, bütün dinsel kıssaları bir kenara bıraktı ve ne umre ihramı, ne de seccade onların gösterdiklerinin üzerini örtmeye yetmedi. Sindrella masalı bu sefer güzel bitmedi, kristal ayakkabılar sahipsiz kaldı, arabalar kabağa, atlar fareye dönüştü. Polatlar ve onların muadili olan fenomenlik kurumu, daha büyük bir hikayenin vitrinlerinin önünde, İçişleri Bakanlığı’nın yeni dönemdeki PR politikalarının sunağında kurban ediliyorlar.