Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...
Jorge Luis BORGES’e ayırdım köşeyi bugün değerli okuyucularım. Ölümün olduğu dünyada her şey anlamsız geliyor bazen.
Parlatılmış proje ve altın çocuklar:
Hayatta bazıları şanslı doğar. Kadir gecesi doğmuş derler bunlar için. Ya da dışkısında boncuk var. Altın çocuklardır, saklı seçilmişlerdir.
Hep işleri yolundadır. İşsiz kalmazlar, başladıkların her kurumun özel ya da devlet en tepesinden başlarlar. Büyük haya yapsalar bile fazla büyütülmez gençliklerine tecrübesizliklerine verilir. 45 yaşında bile hala gençtirler ve büyük günah işleme özgürlüğü bahşedilmiştir onlara; hep devlet hem de millet tarafından. Başını medyayı dijital mecraları harika kullanırlar. İyi PR, yani halkla ilişkileri vardır. 1 başardılarsa 100 gibi pazarlarlar. Etrafımızda bunlardan hep görürüz. Bunlardan bir tanesi de Hafize Gaye Erkan.
Gaye Erkan Merkez Bankası’nın başına Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olmasıyla birlikte atandı. Boğaziçi Üniversitesi’nden sonra yüksek lisans ve doktora eğitimi için gittiği ABD’de çalışma hayatına atıldığını ve orada finans alanında bazı kurumlarda çalıştığını atanmasıyla birlikte öğrendik.
Ekonominin sıkıntıya düştüğü bir başka dönemde de, yine ABD’den, Kemal Derviş getirildiği için atanması pek yadırganmadı.
Oysa, Derviş, ABD’de Dünya Bankası’nın en tepe noktasının bir altındaki konumdan gelmişti. Gaye Erkan ise…
Atandığı sıralarda, Gaye Hanım’ın uzunca bir süre çalıştığı kurumun ‘First Republic Bank’ olduğunu öğrenmiştik. 2014 yılında girdiği bu kurumda basamakları bayağı hızlıca tırmanmış olduğu anlaşılıyor. Yatırım bölümünden mevduat bölümüne başkan olarak geçmiş, oradan da 2017’de bankaya yönetim kurulu başkanı olmuş…
Üç yılda bayağı büyük merhale kaydetmiş…
Daha da önemlisi şu: Bankayı esas yöneten icra kuruluna önce eş-başkan olarak -Şubat 2019’da- atanmış, diğer eş-başkan hastalanınca başkanlığı tek başına yürütmeye başlamış (31 Aralık 2021)…
First Republic Bank’ın hem yönetim kurulu hem de icra kurulu başkanı ve Gaye Erkan henüz 40 yaşındayken olmuş bu.
Ardından istifa edivermiş… Atanması üzerinden henüz üç gün geçmişken hem de… 3 Ocak 2022 günü…
Neden?
Bilinmiyor…
Tek bilinen, zenginlerin servetlerini yatırıma dönüştüren, 11 eyalette 93 şubesi bulunan First Republic Bank’ın 1 Mayıs 2023 tarihinde varlığını sürdüremez hale gelip zorla JP Morgan’a satıldığı…
Artık ABD’de First Republic Bank isimli bir banka yok… İflas etmiş sizin anlayacağınız…
Benim aklımın almadığı tesadüf şu: First Republic Bank’ın kepenk kapattığı Mayıs 2023’ün, Hafize Gaye Erkan’ın Merkez Bankası’na başkan olarak atanmasının düşünüldüğü haberlerinin Türkiye’de konuşulmaya başlandığı tarih olması…
Zaten ataması da gecikmedi. 8 Haziran 2023 günü, bütün Türkiye, Hafize Gaye Erkan isimli birinin, o göreve gelen ilk kadın olarak, Merkez Bankası başkanlığına atandığını duydu.
Gaye Hanım’la ilgili, kiraların yüksekliği sebebiyle annesinin evinde oturduğu ve hayat pahalılığını oturduğu binanın kapıcısı Sadık Efendi sayesinde takip ettiği bilgilerini de içeren bir mülakat yayımlanmıştı Hürriyet’te; birileri o mülakatın babasının ricasıyla yapıldığını mı ne ileri sürmüş; mülakatı yapana göre bu bilgi doğru değilmiş…
Bakalım daha ne doğru-yalan bilgiler ortalığı saracak; besbelli malzeme fazla…
Dumanla mesajlaşmak için adâleti, ekonomiyi, kanun düzenini kimsenin ateşe atabileceğine inanmam. Aklım almaz.
Fakat bu kadarı da padişah çiftliğinde dahi olmaz yahu, nasıl çıkacağız işin içinden?
Son söz: TCMB 250 bp faiz artırdı. Bu zaten fiyatlanmıştı fakat yeterli miydi? Bence değildi...2 yıllık tahvil neredeyse %43'te ve 1 aydır yükseliyor. Meali? Yabancı girişi hala yok. Merkez Bankası faiz artışına son verdiği mesajını faiz sonrası yazılı açıklamalarında. En az bir 250 bp daha faiz artışına ihtiyaç vardı zannımca. Muhtemelen enflasyon düşüş trendine girmezse mart seçimleri sonrası 500 baz puan faiz artırımına neden olabilir bu eksik bırakılan 250 baz artış. Zaten döviz tevdiat hesaplarında tekrar kafa yukarı kaldırıldı. Dikkat etmek lazım.
Kulağa küpe: Dikkat ederseniz olayın anlatımındaki ihtilaf yalnızca darp iddiasıyla ilgili. Öbür kısımlar iki tarafça da yalanlanmıyor. Kamuoyunda tartışma konusu da olmuyor. Hutbenin “şehitlerimize rahmet” dilenen kısmının okunmaması çoğumuza ilginç gelmiyor. Çünkü “bölgenin özel durumu var” diyoruz.
Bu bir mülki amirin bir memuru darp ettiği iddiasından çok daha vahim değil mi peki?
Eğer gerçekten bir darp olayı varsa, yani bir yönetici kendisini kanunun yerine koyuyorsa, idari soruşturma veya yargı süreci başlatmak yerine camide imamı dövüyorsa buna elbette hukuk devletine inanan herkes isyan etmeli.
Gelgelelim olayın bu kısmını tartışırken asıl konu gözden kaçmıyor mu?
Hutbenin “şehitlerimize rahmet” kısmını okumamak nedir?
Buna mazeret olarak “bölgenin özel durumundan” söz etmek nedir?
Yoksa biz yıllardır terörle mücadele ederken, siyasetçilerimiz “terörün başını ezdik, teröristlerin kökünü kazıdık” diye konuşurken, tam aksine bölücü hareket mi başarıya ulaşmış?
Toplum olarak çoktan bölünmüş müyüz yani?
Zihinlerde ve gönüllerde yollar ayrılmış mı?
Realite: Avrupa ülkelerindeki enflasyon oranlarına bakalım. 2 yıldır savaştaki Rusya ve Ukrayna'da enflasyon %7,5 ve %5. 100 yıldır savaşa girmemiş Türkiye’de ise reel enflasyon üç hanede. Atıl işgücünün ne kadar korkunç boyutta olduğunun bir göstergesi bu
Not 1: Ankara’nın en büyük caddelerinden biri, Tunalı Hilmi caddesindeki, bir kafede, bir Rus parlamenter ile konuşuyorduk. ‘ABD, ‘Yıldız savaşı’ senaryosuyla, Sovyetleri yıktı’ diyordu. ‘Bu oyunu, iyi bir şekilde oynasın diye, bir aktörü, Ronald Reagan’ı başkan seçtirdiler ve üstüne delikler açılmış bir kağıda, arkadan ışık vererek, çekilmiş ‘uzay’ videolarıyla, Sovyetlerin bütçesinin önemli bir kesimini, olmayan yıldız savaşı silahlarına karşı harcamasına neden oldular. Ronald Reagan bir başkan rolünü, bir kovboy oynadığından, çok daha iyi oynuyordu’ diyordu.
Not 2: XX. yüzyılın başı, XIX. Yüzyıl boyunca süren özel mülkiyetçi “vahşi” kapitalizme alternatif yeni bir trendin başlangıcı gibidir. Monarşiler yıkılıyor ve işbaşına devletçi yeni elitler geçiyordu. Rusya’da bu, “sosyalist iktidar” şeklinde tecelli etti. İşçilerin ve halkın savaşa ve savaşçı kapitalistlere tepkisini değerlendiren Lenin, 1917 Ekim’inde iktidarı ele geçirdi ve tek partili bir devletçi (sosyalist) diktatörlük ilan etti.
Devletçilik cereyanı XX. Yüzyıl boyunca büyük bir yaygınlık kazandı ve birbiriyle kanlı bıçaklı olan akımların bile aynı devletçi platformdan özel mülkiyetçi kapitalizmin burçlarını dövmesine yol açtı. Örneğin faşizm, komünizmin şiddetle karşısındaydı ama bu, faşizmin devletçi bir kalkınma modeli izlemesine engel değildi. Nitekim 1920-30’ların faşizmi kendine “nasyonal-sosyalizm”i uygun gördü. Milliyetçi oldukları ölçüde devletçiydiler, aslında onlar da “sosyalist”ti ama bu, milliyetçi bir “sosyalizm”di.
Sovyetler Birliği’nin öncülüğündeki “sosyalist blok” 1940’larda ve 1950-60’larda kapitalizme karşı “devletçi kalkınma” alternatifini ileri sürüyordu. Hatta Sovyet ideologları buna 1960’larda “kapitalist olmayan kalkınma yolu” adını vermişlerdi. Bu eğilim hiç de hayal görüyor değildi. Çünkü eski tip sömürgelikten kurtulmuş ülkeler ve keza çürümüş monarşilerini alt etmiş yeni elitler, derhal 20. Yüzyılın bu trendine katılmış ve yeni elitlerin tek partili devletçi diktatörlüklerini (Arap ülkelerinde BAAS iktidarları) ilan etmişlerdi.
Bu devletçi-kalkınmacı eğilim 1980’e kadar neredeyse rakipsiz bir şekilde ilerledi ve yayıldı. Ancak 1980’lerde özel mülkiyetçi kapitalizmi baş ilke kabul eden ABD, İngiltere vb. ülkeler, esasen “sosyalizmin” ve devletçi rejimlerin beklenen başarıyı gösterememesi ve hatta yıkıma doğru gitmeleri üzerine yeni bir atağa geçip neo-liberalizm dönemini başlattılar.
1930’larda son günlerini yaşadığı düşünülen özel mülkiyetçi kapitalizm, XX. Yüzyılın sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte yeni bir özgüven kazandı. Bu arada, Çin gibi devletçi kalkınma yolunu seçmiş ve artık devlet kapitalisti olarak niteleyebileceğimiz ülkeler, yeni duruma ayak uydurarak devlet mülkiyetiyle özel mülkiyeti komünist partinin tek parti diktatörlüğü altında kaynaştıran yeni bir yola girdiler. Bu, aslında bir anlamda XX. Yüzyılın devletçi-kalkınmacı sistemlerinden, yeniden kapitalizme yönelmek anlamına geliyordu ama devlet mülkiyeti ve tek parti diktatörlüğü başköşedeki rolünden vazgeçmiş değildi.
Özel mülkiyetçi kapitalizm her ne kadar neo-liberal politikalar uyguluyorsa da devletin düzenleyici başat rolünden bütünüyle vazgeçmiş değildi. ABD gibi en özel mülkiyetçi kapitalist ülkeler bile vergi sistemleriyle ve devletin düzenleyici mekanizmalarıyla özel mülkiyet kapitalizmini belli sınırlar içinde tutuyor, devletin rolünden asla vazgeçmiyorlardı.
İşte durum buyken, bugün, özel mülkiyet kapitalizminin üstündeki her türlü devletçi-düzenleyici mekanizmayı reddeden, saf özel mülkiyetçi bir trend güç kazanmaya başlamıştır ve bu trend, kapitalizmin ana merkezlerinde hemen olmasa bile, periferisi denebilecek Macaristan, Arjantin vb. (Macaristan’ın 1950’li yıllarda Rakosi’nin Stalinist diktatörlüğünü; Arjantin’in 1970’li yıllarda Videla’nın askerî diktatörlüğünü yaşadığı hatırlanmalıdır) gibi ülkelerde güçlenmeye, hatta iktidara gelmeye başlamıştır.
Basın organları, eski alışkanlıkla bunlara “aşırı sağ” adını takıyor ama bence bu trend “aşırı sağ” olarak nitelendirilemez. Aşırı sağın devri XX. Yüzyıl’da kapanmıştır. Aynı “aşırı sol”un devrinin kapandığı gibi.
Bu, yeni bir trenddir ve kapitalizmin periferisinden merkezine doğru bir yolculuğa çıkmış bulunmaktadır. Elbette, sınırsız özel mülkiyet sömürüsüne kapıları sonuna kadar açtığı ölçüde, kapitalizmin başlangıç dönemlerindeki “vahşi kapitalizm”i ya da “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberalizmini fazlasıyla hatırlatmaktadır ama bana kalırsa henüz başlangıcında olan bu akım, dizginsiz sömürü iştahını teşvik etmesiyle onlardan bile daha vahşi ve anti-sosyal bir akımdır. Nerelere varacağını hep birlikte göreceğiz.
Geçmişte izlediği devletçilik tam bir iflasla sonuçlanmış “sosyalizm”lerin ya da devletçi-kalkınmacıların bu akım karşısında yenilgiye uğradığı, daha doğrusu bu eğilimin, devletçiliğin büyük iflasından güç aldığı açıktır. Bu yüzden, bu yeni trende devletçilikle ya da devletçi sosyalizmle karşı koyma çabası beyhudedir.
Bu trende direnebilecek yegâne güç, kapitalizm ya da “sosyalizm” adlı devlet kapitalizmi tarafından mülksüz kılınmış sınıflardır.
Not 3: Aşkın çok soğuk
Tıpkı kış gibi buz gibi
Kalbin mümkün değil hissedemez
Sıcacık bir ateşin sıcaklığını
Kalbinde bir tek güz yeşerir
Sanki yeryüzünün çiçekleri ölmüş gibi
Hiçbir sevgi parıltısı veremez
Soğuk aşktan başkasını bilmeyene..
Not 4: TDK sözlüğünde ehliyet “yeterlilik, yetkinlik” olarak tanımlanırken liyakat “bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu” olarak tanımlanmıştır. Bunu referans alarak bu kavramları şu şekilde tanımlayabiliriz:
Ehliyet “herhangi bir işte çalışabilmek veya görevi yerine getirmek için gerekli olan eğitim derecesine, bilgi düzeyine ve beceriye sahip olmak durumu” anlamına gelir. Liyakat ise “ilgili işin gerektirdiği sorumluluk bilincine, ahlâki değerlere, işin icabı olan teamül ve kültüre sahip olmak durumu” anlamında kullanılır. Zaten liyakat “ilgili işe layık olmak” anlamında değerlendirilmelidir.
Ülke bazında ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların iş kollarında istihdamı genel üretim kapasitesinde düşüşe, sosyal adalette bozulmaya, gelir ve servet dağılımında eşitsizliğin artmasına yol açar. Sosyal barışın bozulmasının yanı sıra, uzun dönemde bütün ülkenin mutlak olarak fakirleşmesine neden olur. Bu yüzden, diyebiliriz ki, ehliyet ve liyakate önem verilmemesi tek bir firma için sadece firmanın verimliliğini düşürürken, bütün ülke için baktığımızda herkesin genel fakirleşmesine sebep olmaktadır.
Hükümetin ve belediyelerin açtığı kamu ihalelerinde ehliyet ve yetkinlik yine çok önemli bir kriterdir. İktidar Partisinde tanıdıkları olan, ilgili kamu kuruluşunda çeşitli usulsüz yollarla ilişkiler geliştiren firmalara ehliyetine ve liyakatine bakılmaksızın ihale verilmesi hem kamu kaynaklarının hak etmeyen insanları zengin edecek şekilde israf edilmesine hem de toplumun ihtiyaç duyduğu kamu mal ve hizmetlerinin yetersiz düzeyde olmasına yol açacaktır. Bu da ülkenin genel refah düzeyini düşürdüğü gibi aynı zamanda üretimin de niteliksizleşmesine yol açacaktır.
Ehliyet ve liyakat kriterlerine uygun kaynak tahsisi yapan ekonomilerde her birey, firma ve kurum üretime ve toplumsal refaha yaptıkları katkı ile orantılı bir gelir elde eder. Kaynak tahsisinde etkinlik sağlandığı için işçilerin yaşam standardı, işverenlerin kârları, devlet hizmetlerinin toplumsal refaha katkısı artar. Büyük çaplı israf önlenir, kaynakların boş yere harcanmasının önüne geçilir. Toplumsal açıdan sosyal barışı ve milli birliği bozacak hızla zenginleşmelerin, haksız kazançların önüne geçilmiş olur. Bu anlamda siyasetçilere, yüksek bürokratlara ve iş adamlarına büyük görev ve sorumluluk düşmektedir.
Not 5: Türk ekonomisinde asgari ücret düzeyi açlık sınırına yakın tespit ediliyor. Asgari ücret olması gerektiği gibi fakirlik sınırı civarına yakın olursa firmaların ciddi oranda maliyet artışı ve zararla karşılaşacağı kesindir. Bunun sebebi, genel olarak bütün üretimde artan verimsizliktir. Bu verimsizliğin temel sebeplerinden biri de ehliyete ve liyakate yeterince önem verilmemesidir. Gereksiz ve israfa kaçan kamu harcamaları, özel sektörde yanlış ve verimsiz yatırım harcamaları, ülkenin ihtiyacına yönelik bir eğitim sisteminin olmaması ehliyetsizlik ve liyakatsizliği arttıran unsurlardır. Bu konuda gecikmeden önlem alınması hepimiz için gerekli ve zorunludur.
Not 6: Hayatı ciddiye almayı nasıl bırakabiliriz? Şunu düşünün. Bundan sadece 100 yıl sonra şu anda etrafta gördüğünüz hiçkimse hayatta olmayacak. Büyük ihtimalle sizi tanıyıp bilen de kimse kalmayacak? Kaç kişi dedesinin babasını veya annesini tanır?
Not 7: Temel Karamollaoğlu: “CHP'ye işleyecek hangi günahı bıraktınız da CHP gelirse diye endişeleniyorsunuz?”……Tarihi bir söz.
Not 8: Biz hepimiz lüzumundan fazla ciddiyiz
Belki de bunun için mutlu olamıyoruz
Rasim Özdenören
Not 9: 'Kelimeler tüm anlamını yitiriyor, çünkü kurbanın sessizliği soykırımın dehşetine uygun tek dil haline geliyor.'
Elias Khoury
Not 10: Gerçek dostlarla görüşmek, kederlere tesellidir.
Not 11: Dışarıda yeme içmenin ruhuna el-fatiha. Esnafın enflasyon ahlaksızlığı bitinceye kadar bu oruca devam. Böyle ahlaksızlıklar ancak müstağni kalarak sona erer. Allah böylelerinin kazancını bereketsiz eylesin.
Not 12: Devlet Konakçı’yı soruşturup gereğini yapacağına devlet memuru olarak besleyip beş koruma polisi tahsis ediyorsa, kimse kızmasın, devleti yönetenler Konakçı’yla aynı fikirdedir. Bu kadar net.
Not 13: Cumhurbaşkanı bulduğu hemen her konuşmasında İmamoğlu’nu hedef alarak Kurum’un önünü açmayı deniyor ama bunun faydalı olacağı şüphelidir. Hatta, İmamoğlu’na bazı cevapları Kurum’u beklemeden kendisi veriyor. Ancak, icraat ya da siyasi mesajların bizzat adaylar tarafından verilmesi gerekir. Bu te harici destek kullanan aday seçmen gözünde prestij kaybeder. Kurum’un yönetmesi gereken bir faktör de bu olacak.
İBB Başkanı İmamoğlu’na gelelim… Henüz belirlenmeyen ilçe belediye başkan adaylarının kim olacağı O’nun için de önemli. Büyükşehir seçimine oy taşıyacak isimlere ihtiyacı var çünkü bu kez sadece kazanmak değil aynı zamanda belediye meclisinde de üstünlük kurmayı hedefliyor. Mesaisini buraya yoğunlaştırması normaldir. Bu yüzden olacak henüz kampanyasının ana kalemlerini açıklamıyor. Muhtemelen taşların yerine oturmasını ve bütün rakip adayların şekillenmesini de bekliyor. Sakinliğini, şu anda önde başladığı yarışı 2019’daki temposuyla önde bitirebilmek için nefesini ayarlama taktiğine verebiliriz. İmamoğlu’nun iyi bir kondüsyona ihtiyacı olacak zira tek rakibinin Kurum olmayacağı ortadadır.
Son not anketler için. Bir kanaat oluşması veya kanaatlerin pekişmesi için hala çok erkendir. Eğilimi anlamak için hem bütün adaylar belli olmalı hem de İmamoğlu ve Kurum’un seçmene asıl söyleyecekleri kesinleşmeli, zihinlere yerleşmelidir. Bu da Şubat ayını görmek demektir.
Not 14: Hangi televizyonu açsak uzay, hangi radyoyu açsak uzay. Canlı yayınlar, Gezeravcı yola çıkıyor, Gezeravcı uzayda, Gezeravcı kenetleniyor… 24 saatin 7-8 saati uzay.
Abartılı buldum.
Hatta bizim köyde rahmetli Yanuu Muhammed (Muhammed Yanık) bir ara hacca gitmişti. O aklıma geldi.
Hacdan geldikten sonra her gördüğü şeye hacdan misal vermeye başladı. Arabistan’da şöyle, Arabistan’da böyle…
Rahmetli İmanuu Ali Osman (Özdin) amca bıkmış Muhammed amcanın ikide bir Arabistan’ı misal vermesinden.
Bir zaman “Yanuu hacca gitti gideli hacılıktan da ikrah ettim” dedi durdu.
(Gerçi bildiğim kadarıyla Ali Osman Amca da sonradan hacca gitti.)
Not 15: Chp’de son durum.
Kemal Kılıçdaroğlu dönmeye çalışıyor.
Özgür Özel yerleşmeye çalışıyor.
Ekrem İmamoğlu yönetmeye çalışıyor.
Not 16: Belli ki muhalefetin belediye seçimlerini pek önemsediği yok.
Şu ana kadar attıkları her adım Ak partiye yarıyor. Eğer halk el koymazsa muhalefetin seçim kazanması zor. Allahtan halk sağduyulu.
Not 17: Tayyip Bey, İstanbul’u almak ister. Çok ister. Varını yoğunu ortaya koyar. Son konuşmaları “Sisi mi Binali mi?” yi çok andırıyor.
“Netanyahu mu Murat mı?” soruları da hazırdır. Şimdiden oralara kadar gelindi.
İmamoğlu’na yapay zeka ile çarpık sözlerin söyletildiğine de tanık olundu. “Bizim çocuklar bunları başarıyor!”
İstanbul, İstanbuuul!
Zor İstanbul.
Emeklilerin kahvehaneye gidip çay içemez hale geldiği, asgari ücretlilerden beri benzer ücret alanlara kadar tüm ücretli çalışanların tıkandığı, orta gelir grubunun bile geçim kaygısına sürüklendiği, kirada oturanların ev değiştirmekten korktuğu İstanbul.
Ya kazanamazsa…
Ya insanların canına tak etmişse… Ya “Bu defa ders olsun” öfkesi İstanbul’da devreye girerse…
Ya normalde Kurum gibi bir simaya gösterilmeyecek tepki, insanların bütün muhalefet gerekçeleri bir araya getirilip Erdoğan’a yöneltilirse…
Tayyip Bey, bu kaygıyı taşıyor. Onun için nerede ulaşılacak bir oy kaynağı var, oranın kapısını çalıyor.
Aslında taaa babadan kalma bir rövanşın domine ettiği Yeniden Refah’ın nazını çekiyor mesela. Bahçeli vs… tüm bunlar siyasi tahammül olayı…
Genel seçimde yüzde 50 artı 1, yerel seçimde İstanbul sancısı…
“Kazanamama kaygısı” belli ki hem bir motivasyon kaynağı, hem de aşarı hırs yüklenmesi sebebiyle yanlışlar yapma zemini… “Kendini aşırı önemseme” hissiyatı da benzeri risk ve avantajlara yol açacak bir psikolojik iklim…
Tayyip Erdoğan, İstanbul’da hayatının en zor seçimine giriyor dense yeri… Cumhurbaşkanı olarak, İstanbul Belediye Başkanı ile seçim yarışına girmek kolay verilecek bir karar olmasa gerek.
İstanbul seçimi ile ilgili bir yazıyı şu soruyla bitirmek yerinde olur diye düşünüyorum:
-Acaba Tayyip Bey ya da Murat Kurum seçim meydanlarında bir zamanların “çılgın proje”si Kanal İstanbul ile ilgili bir vaatte bulunacaklar mı?
Not 18: Acaba DEM Parti iktidarın hoşuna gidecek ve muhalefete İstanbul’da seçimi kaybettirecek bir adım atar mı?
Soruma cevap teşkil edebilecek, konu hakkında görüş sahibi olduklarını bildiğim veya DEM Parti lider kademesinden aldıkları izlenimleri sütunlarında okuduğum kişilerin suskunluğu beni şaşırtıyor.
Yazanlar var aslında, ancak yazılarında soruma cevap bulabildiğimi söyleyemem.
Galiba, Başak Demirtaş’ın çıkışından DEM Parti yönetiminde bulunanların da sonradan haberi oldu ve şaşkınlar…
Şaşkınlıklarının sebebi, Selahattin Demirtaş’ın fazla uzak olmayan bir tarihte cezaevinden duyurduğu, güncel siyasete veda etme kararı ile bu yeni açıklamanın ters düşmesi… Kendisi güncel siyasetin dışında, eşi ise siyasetin dengelerini değiştirebilecek bir konunun tam göbeğinde…
Beni şaşırtan ise, CHP genel başkanı Özgür Özel’in, partisi adayının şansını azaltacağı muhakkak olan böyle bir ihtimale, partisi ile DEM Parti arasındaki yakınlaşmayı eleştirenleri haksız çıkaracak bir gelişme gözüyle bakması yalnızca…
İhtimal gerçeğe dönüşürse yeniden seçilmesi imkansızlaşacak Ekrem İmamoğlu ise, görebildiğim kadarıyla, susuyor.
Herhalde gelişmenin gerçekleşmemesi için dua ediyordur.
Önümüzdeki iki ayı şaşıra şaşıra geçireceğim galiba.
Not 19: Merkez Bankası olayını alın. Aile çiftliğine çevrildiği iddiaları, iki kelimeyle çürütülebilirdi. Öyle yalanlanıyor ki doğrulamaktan beter.
Ekonomiyi kurtarmasını istemeyenler, Hafize Hanım'a saldırıyormuş. Babası, güya bebek bakmaya gelip hiç çıkmadığı MB'de her işe karışıyor, diye yalanlar yayıyorlarmış.
Ama bu savunma, Başkan Hafize Gaye Erkan yerine babasından geliyor. Hangi yetki ve sıfatla?
Dezenformasyonsa niye Dezenformasyonla Mücadele Merkezi de yalanlamıyor. Hazine ve Maliye Bakanlığıyla İletişim Başkanlığı, sadece CİMER'e yapılan şikayeti kendilerinin sızdırdığı iddiasını yalanladı. Bizi karıştırmayın, diyorlar da başka bir şey demiyorlar.
Çiflikat-ı hümayunda bile yetki kimdeyse o konuşur.
Ortalık toz duman. Nasıl, ne uğruna izin verilebiliyor bunlara?
Açıklanamıyor.
O yüzden de birtakım yakıştırmalarla izaha uğraşılıyor.
Çünkü olayın iki tarafı da iktidar içindenmiş, birbirlerinin ayağına basıyorlarmış, Hafize Hanım'ı önerip arkasında duran kimse asıl hedef oymuş da... Aile içi iktidar mücadelesiymiş, kimse karışamıyormuş da... Karınlarından konuştukları için bu gurultular çıkıyormuş da...
Hadi ya, öyleyse sorun yok mu; kabul edilebilir bir izah mı?
Not 20: İtaat et.. Rahat et...
Motto bu..