Eski bir arkadaşımla uzun zamandan beri temasım olmaması kafama takılmıştı.

Geçen hafta ona bir telegram mesajı yolladım ve hatırını sordum, "Nedir durumların? Annen, çocuklar..." diye.

Cevap aldım. Kendisi ve çocukları iyiymiş ama annesini birkaç ay önce babasının yanına uğurlamış:

"Geride kedilerini ve güzel anılarını bırakarak, tam istediği gibi yatağında uyudu gitti."

Annesi uzun zamandan beri hasta idi, özgür yaşama yeteneğini yitirmiş, bakıma muhtaç olmuştu.

Cevap yazdım: "Herkesin iyi olmasına sevindim. Annenin ölmesine, özellikle uykuda ölmesine de... Annem de uykusunda ölmüştü hastanede tüm değerleri normalken. Ara sıra bu konuyu düşündüğümde kendime, 'Acaba uyuyorlar mıydı, yoksa uyanıp da mı öldüler?' diye soruyorum. Bilimsel olmayan kanaatim şu ki, rüyalarında ölüyorlar."

"Artık yaşlılar öldüğünde Allah Rahmet Eylesin demiyorum, kurtuldu diyorum" diyerek bitirdim mesajımı.

Bir defa, neredeyse yirmi yıl oluyor, ölüme yakın bir deneyim yaşadığımdan beri, ölüm benim için yabancı olmaktan çıktı.

Hayat bir ziyafet masasında oturmak gibi. Yemeğini bitirince, ev sahibine teşekkür eder, kalkıp gidersin. Veya bir ağacın gölgesinde öğle molası gibi. Dinlenir gidersin.

İçimden kendime telkinde bulunmak geçtiğinde söylediğim şeylerden biri şudur: "Her şey kolay olacak, her şey güzel olacak, ölüm bile."

Ya olmazsa?

Olmazsa olmaz.

Neyi değiştirmeye gücüm yetiyor ki bu en değiştirilemeyeni değiştirmeyi düşüneyim.

Hayatımı yapay yöntemlerle uzatmak ya da çok uzun yaşamak gibi bir isteğim de yok. Yeteri kadar yaşamadım mı?

Hayatı acı bir yük yapan ölüm korkusu değil, korkudur. Korkusuzluğun listesi yoktur ama korku çuval çuvaldır. Gelecek korkusu, dara düşme korkusu, başarısız olma korkusu, yaşlanma korkusu. Say say bitmez.

Geçen yüzyılın başlarından kalma bir yoga kitabında okuduğum bu mantra veya laik dua, bana hayat rehberi oldu:

"I am fearless, pure, loving and unselfish."

"Korkmuyorum, safım, sevgi doluyum ve bencil değilim."

Bunların içinde benim için başarılması en zor olan "korkmuyorum"dur.

Bahsettiğim cephe korkusu, gece eve birisinin girdiğini duymak veya ormanda ayı görmekle ilgili korkular değildir. Bunlar yaşam bekçisi korkulardır. İnsanın kendini tehlikelerden sakınması için içimize kondular.

Benim kastettiğim yukarıda bazılarını saydığım "yaşam korkuları"dır; insanın zihninde ürettiği kezzabı ruhuna boşaltması.

Korkunun ecele faydası olmadığı gibi hiçbir şeye faydası yoktur. Korkmak korkulan şeyi ortadan kaldırmaz, onu vurgular. Bu arada hayatı zehir eder.

Doğayla haşır neşir olmak, sevdiği bir işi yapmak, sevişmek, hayatı fazla ciddiye almamak, korkmamak, saf ve sevgi dolu olmak, almayı değil vermeyi seçmek...Teknemin yelkenleri bunlardandır.

Ölüm korktuğum değil, merak ettiğim bir şeydir.

Merak ettiğim, başlamayan ve bitmeyen, ucu bucağı olmayan, ölen ve parçalarından yeniden meydana gelen yıldızlarla dolu muhteşem ve korkunç kâinatın, benden aldığına karşı bana ne vereceğini görmektir.

Merak ettiğim ayrı bir hususta inandığım ve iman ettiğim mahşer gününde kötü ve vicdansız olanların gerçekten hesabının ne kadar çetin olacağı ve Allahın adaletinin nasıl tecelli edeceğidir.

Bu bir "hiç" olursa da, şimdiden teşekkürler.

Son söz: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ 135)

Sevgiliye serenat: 

diyorsun ki yaz beni

bütün kelimeler yitirmişken

ağırbaşlılığını 

hangi dilin

hangi dinin

hangi anın

hangi günün

edebiyle süslensin

bu aciz kulun kalemi

diyorsun ki sev beni

zulme yeltenen

kelimelerin

yarayı kanatan harfleri gibi

tüm dinlerin tüm dillerin

zamanın ve mekanın sahibine

yakarır gibi

edebin inceliğini kalbin benliğine işleyip Mecnun'u sevdasından

utandırır gibi

diyorum ki

zulme yeltenirse kelimeler

kan kokar aşk

tarihten kopup gelir kalbe zehrini kusan delirmeler

dinler azaba diller küfre gark our

zaman mekana

tebessümler hüzne

benliğim sana hapsolur

utandırma Mecnun'u sevdasından

Leyla'yı diline dolar mecazı hakikat zannedenler

etme ne olur

yük olur bana öylece sevmeler..

Tadımlık: Papatyalar,nergisler, dağ çayları ortasında büyüttüğüm çocukluğumu; poşet çay içerek yok ediyorum şimdi.

Uyarı: Polatgillerden sonra bu ülkede ne yapsanız boş.. Dilanların Enginlerin ülkesi bu. Fırsatını bulan gençler gider; kalanlara geçmiş olsun. Adaletiniz batsın.. Bizim 3 sene önce gecekonduda oturan fakir bir çiftin 3 sen içinde 3 katrilyonluk servete sahip olmasının doğal olduğunu ve kara para olmadan alın teriyle gerçekleştiğine inanmamızı bekliyorlar. Yazıklar olsun..

Aforizma: Bir ülkede namuslu olmanın bedeli namussuz olmaktan fazlaysa o ülke namuslular için cehenneme dönüşmüştür..

Kulağa küpe: Toplu eğitim bir çöplüğe dönüşmüş durumda. İşin en acısı da gerçekten lise okuması gereken kesim taş çatlasa % 10. Diğerleri meslek lisesine gitmeli ya da okumamalı..

Eğitime yüklenen anlam: Haberden aktarayım:

“Türkiye’de son 20 yılda evlenme oranı düşerken boşanma oranı hızla yükseliyor. 2021’de 562 bin evlilik yapıldı, 174 bin de boşanma kayda geçti. 2001-2021 arasını kapsayan son 20 yılda, bin kişilik nüfus başına düşen evlenme sayısını ifade eden ‘kaba evlenme hızı’ yüzde 20 düşerken ‘kaba boşanma hızı’ ise yüzde 47 arttı.”

Evlenenler azalıyor, evlenenlerin yarısı çok geçmeden boşanıyor…

Çocuklar?

Aile birliği kısa yoldan bozulduğu için çocukların daha önceleri aile yuvalarında edindikleri ‘iyi insan, iyi vatandaş’ olma -ya da politikacının ‘Allah korkusu ve kuldan utanma’ diye tanımladığı- özelliklere sahip olma görevi galiba okullara bırakılıyor.

Okul bu görevi yerine getirebilir mi?

Kuşkuluyum.

Aileden beklenen yerine gelmiyor; ya okul da görevini yapamazsa?

Cinayetlerin, hırsızlık ve yolsuzlukların artması, bu sorunun cevabı.

Not 1: James Bridle’ın Yeni Karanlık Çağ kitabinin tanıtımında kullanılan metinde şöyle bir paragraf var: “Fredric Jameson’ın ‘post modern çağda, yoksul insanların bilişsel haritasınıkomplo oluşturur’ derken temas ettiği noktadır: ‘Komplo geç sermayenin bütüncül mantığının yozlaşmış biçimidir, başarısızlığı saf tema ve içeriklere kaymasıyla kendini gösteren bir sistemi çaresizce tasvir etme çabasıdır.’ Marksist tarihçi açısından kapitalizmin ürettiği yabancılaşmanın nişanesi olan bir karmaşıklığın belirtileriyle çevrelenmiş öfkeli birey, durum üzerinde bir parça dahi olsa kontrol sahibi olabilmek için her zamankinden daha basit anlatılara başvurur. Teknolojinin desteğiyle büyüyen ve hızlanan dünya basitliğin tam tersi istikamete yönelip giderek daha karmaşık hale geldikçe –ve bu karmaşa daha görünür oldukça–, komplo teorileri de bu karmaşaya ayak uydurabilmek için mecburen daha acayip, daha dallı budaklı ve şiddetli hale gelmiştir.”

Not 2: “Teknolojinin geçtiğimiz yüzyılda yakaladığı ivme gezegenimizi, yaşadığımız toplumları ve bizleri hızla dönüştürdü, ama bunlara dair kavrayışımızı dönüştüremedi. Bugün teknolojik sistemlere öylesine gömülmüş haldeyiz ki pratiğimizi de düşünce tarzımızı da onlar şekillendiriyor artık. Ne bu sistemlerin dışında durabiliyoruz ne de onlarsız düşünebiliyoruz.

Karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunların bir sorumlusu da sahip olduğumuz teknolojilerdir: İnsanların çoğunu yoksullaştırıp zenginle fakir arasındaki uçurumu her gün biraz daha genişleten zıvanadan çıkmış bir ekonomik sistem; siyasal ve toplumsal mutabakatlardaki çöküş ve bunun sonucu olarak milliyetçiliğin, toplumsal ayrışmaların, etnik çatışmaların ve gölge savaşların tüm dünyada artması; hepimiz için varoluşsal bir tehdit oluşturan küresel ısınma.

Teknolojinin bizi götürdüğü yerde deliye mi döneceğiz, yoksa huzur mu bulacağız; bu sorunun cevabını dünyadaki yerimizi, birbirimizle ve makinelerle ilişkimizi düşünme, kavrama biçimimiz verecek. Benim sözünü ettiğim “karanlık”, bir nihilizmin sonucu değil. Mevcut krizin beraberinde getirdiği fırsatla alakalı daha ziyade; önümüzü net biçimde görüp dünyada anlamlı, sorumlu, adaletli bir tavır geliştirmekte yaşadığımız o bariz sıkıntıyla alakalı.” (Yeni Karanlık Çağ / James Bridle · Metis Yayınları · 2020 Çeviri: Kemal Güleç)

Not 3: “…Benim güzel çocukluğumu

Ahmak bir ayak ezdi…”

(Asaf Halet Çelebi)

Not 4: Ülke olarak bir obruğun kenarındayız. Kurulan yeni sistem zaman içinde, içten içe oluşturduğu boşluklar neticesinde, adeta ani bir şekilde çöküşler yaşıyor.  Ne olduğunu anlamadan oluşan kargaşa dağıldığında ortaya çıkan göçüğün sanki bir meteorun açtığı büyük bir çukura benzediğini fark ediyoruz. Çukurla nasıl bas edileceğini ögrenemeden onunla yaşamaya alıştırılıyoruz. Aslında obruk meteor gibi dışarıdan, aniden düşen, beklenmedik ve önlenemez bir felaket değil. Bir bakıma en derinlerdeki çatlakların zamanla büyümesiyle ortaya çıkan, oluşan derin bir boşluk/ bir durum.

Sistemin neden olduğu, doğal olmayan, insan eliyle ve bile isteye getirilmiş bir felaketler silsilesine işaret ediyor. Ekonomik ve sosyal krizler, içeride ve dışarıda yaşanan bütün gelişmeler bu gidişatın bir göstergesi olarak aslında herkesin gözü önünde zamanla gerçekleşmiştir. Bugün geldiğimiz noktada gördüğümüz şey şu ki obruğun da en ayırt edici özelliği olan, çatlaklarını gizleyerek büyümesi, nerede nasıl ortaya çıkacağını açık etmemesi en azından geniş halk kitleleri için durum bu şekilde gerçekleşmiştir. Bugün adalet, sosyal yapı, ekonomi vb. tıpkı bir obruk gibi dört bir koldan açılan yarık ve çatlaklardan ilerleyerek gelmiştir. 

Not 5: Şu anda çoğu insanın yiyemediği LAHMACUN, bizim öğlen arası, fırınına gidip, bazen 5-6 tane gömdüğümüz bir yiyecekti.

Hem ucuzdu, hem de yediklerimizin kalitesi çok iyiydi.

Orta-Lise öğlen arası gıdalarımız;

- Döner

- Lahmacun

- Hamburger

Hepsi de çok kaliteliydi.

Not 6: TEĞMENLER gündemi başarıyla değiştirildi.

Yoksa, Türkiye'de her yıl tonla çocuk öldürülüyor.

İşte arada kabak patlıyor birilerinin başına. Cinayetin üstünü örtemiyorlar.

Not 7: Terbiyesizlik sıradanlaşmış. Ağırbaşlı değil artık kelimeler.

Not 8: Borç alıp para sahibi olduğunu sanmak; uyuşturucu alıp mutlu olduğunu sanmaya benzer.

Not 9: İster bıçak karpuzun üzerine düşsün, ister karpuz bıçağın üzerine düşsün, hasar gören karpuz olur.

Not 10: İNSANLAR;

-Tarım toplumu’nda

BEDENLERİYLE

-Endüstri 1.0’da(Mekanik üretim) KOLLARIYLA

-Endüstri 2.0’da (Seri üretim) 

ELLERİYLE

-Endüstri 3.0da (Otomasyon)

PARMAKLARIYLA çalıştı

-Endüstri 4.0 ve sonrası, üretimi ağlara ve yapay zekaya bırakacak

Sadece ZİHİNLERİYLE çalışacak..

Not 11: Bulduğu her boş araziye bina diken, estetikten ve insani anlayıştan yoksun vulgar bir anlayış..

Böyle olunca Türkiye’nin incisi dediğimiz İstanbul’u ne hale getirdiğimiz ortada…

Ekonomist’in, Avrupa’da en yaşanabilir kentler sıralamasının dibinde, Kiev’in bir üstünde yer almış.

Not 12: Didem Arslan Yılmaz: “Narin, annesini amcasıyla uygunsuz bir durumda gördü.”…… Doğruysa bu dünyayı başlarına yıkmak lazım..

Not 13: Rasim Ozan Kütahyalı ve Nagehan Alçı'nın boğaz manzaralı villası satışa çıkarıldı. Eve dair paylaşılan görüntülerde nü’den Abdülhamid’e kadar çeşitli tarzdaki sanat eserleri dikkati çekerken, daire 5 milyon dolardan satışa çıkarıldı.

Not 14: Dikenli tellerin arasında, silahlı nöbetçilerin beklediği kapıların arkasında, gizli-saklı iletişim imkânlarıyla, emrinize itaatle yükümlü askerlerle, ağır silahlarla-zırhlı araçlarla, tanklarla-toplarla, teknoloji harikası uçaklarla-helikopterlerle darbe yapmak mümkün. “Emir-komuta zinciri” veya küçük bir cunta ile darbe teorik olarak her zaman yapılabilir. Ülkenin dış güvenliğinden sorumlu Ordu, elindeki silahları iktidara çevirip, özellikle herkesin uyuduğu saatlerde darbe yapabilir. Basit ve etkili bir planlama ile kritik yerlerin ele geçirilmesi ve iktidar gücünü kullanan ana kadronun derdest edilmesi bu iş için kâfi görülür. Ordunun donanımı ve elindeki imkânlar böyle bir kalkışmaya her zaman elverişlidir. Ancak darbenin kuvveden fiile geçmesi için olmazsa olmaz kabilinden başka unsurlar da gerekir.

Askerin siyasete müdahaleyi veya darbeyi kafasında evirip çevirirken en çok korktuğu faktör ekonomidir. Asker kural olarak ekonomiden anlamaz ve müdahale sonrasında ülkeyle birlikte ekonomik enkazın altında kalmaktan korkar. İkinci unsur halkın desteğini elde etmektir. Toplumda meşruiyet arar, bulabilmek için elindeki bütün araçları seferber eder, gerekirse şiddet yüklü psikolojik savaş yürütür. Üçüncüsü ise uluslararası alanda destek bulmak, hiç olmazsa müttefiklerin nötr kalmasını sağlamaktır. Bu üç şart gerçekleşirse, iktidarda kim olursa olsun asker darbe yapabilir.

Bu yüzden, darbe konusunda muhakeme yürütürken askere veya iktidar sahiplerine değil ülke şartlarına ve gelişen olayların bu üç unsuru nasıl etkilediğine bakmak gerekir.

Not 15: Türkiye millî menfaatlerini, özellikle kurduğu bölgesel dengelerini darbe yönetimiyle koruyamaz, ezilir gider. Beğenin beğenmeyin mevcut iktidarın bölgesinde ve uluslararası çevrelerde proaktif yetenekleri ve ağırlığı yabana atılmaz durumda. Darbe her şeyin alt-üst olduğu bir kumara dönüşecek ve ülke fare kapanına girecektir. Böyle bir teşebbüs, hangi gerekçeye dayanırsa dayansın tarihin en büyük ihanetlerinden biri olacaktır.

Not 16: Enflasyon en örgütlü ve kitabına en uygun görünen hırsızlık usulüdür. Devlet bütün ciddiyeti ile elini halkın cebine sokar, bir sülüğün kanı emmesi gibi halkın parasını çalar. Paranın değer kaybetmesi şeklinde fiyatların artması halkın cebindeki parayı enflasyon oranında çalmak yoluyla girişilen sistematik soygundur.

Not 17: Kimse kendini kandırıp, büyük ideallere ve ahlâkî önceliklere dayalı bir siyaset tarzını ülkeye egemen kılmaktan bahsetmesin. Siyaset su başlarını tutmak için yapılır. Serveti yeniden dağıtacak güce ulaşmak, herkese boyun eğdirmenin ve en geniş tabanlı halk desteğini elde etmenin yegâne yoludur. Kendi sermaye grubunuza para kazandırırsanız siyasi faaliyetinizi, en çok da seçim kampanyalarını kolayca finanse edersiniz. Medyasıyla, parti teşkilatını seferber etmekle, eşantiyon dağıtmakla, yağmacı bir adanmışlar grubu oluşturmakla sınırlı değildir bu güç; Devletin kasasından ulufe dağıtır gibi bazı kesimlere ilave kazançlar sağlarsınız. Bugün EYT’nin ekonomik krizin en temel sebeplerinden biri olduğu öne sürülüyor. Tartışmak beyhude, iktidara seçim kazandırdı mı kazandırmadı mı, siz ona bakın.

Not 18: Siyaset hayal satar, ekonomi ise her zaman rakamların demir cenderesi içinde, yani gerçeklerle yol alır. Lafla peynir gemisi yürümez, yani karın doymaz. On yılda deniz tükendi, ne rant alanı kaldı ne gelecek Körfezin sıcak parası. Devletle iş yapan müteahhitlik sektörü, reel sektörden daha fazla yara aldı; hak edişlerini bile alamayanlar tek tek batıyor. Nokta atışlarla müsaadeye mazhar birkaç şirket, vergi muafiyetleri ve köprü-otoyol geçiş garantileri ile ancak korunabiliyor. KKM astarı yüzünden çok pahalıya geldi ve Hazine’yi alt üst etti. Kaynak yaratmak için geride sadece bir ekonomi politikası olarak devlet eliyle hırsızlık anlamına gelen enflasyon kaldı; talebi kısmak, yani halkı yoksullaştırmak için başvurulan bir devlet politikası olarak.

Not 18: Meşhur hikâyedir, bir ülkede devlet başkanlığı için seçim yapılıyor. Adaylar marifetlerini gösteriyor. Biri tuttuğu sazanları halka dağıtırken, diğeri suyun üzerinde yolda yürür gibi yürüyor. Sazanların kılçığını ayıklayıp tavaya atanlar suda yürüyen aday için: “Baksanıza bu adam yüzme bilmiyor” diye lafı çarpıyor.

Seçim sonucunu belirleyecek olan halk, yani geniş kitleler siyasî rekabete “bu işten bizim menfaatimiz ne olacak?” diye bakar.

Not 19: İktidar değişimi, derin bir nefes alıp yeni bir başlangıç yapmak için tek çıkar yol görünüyor. Siyasî rekabet ise bu sefer doğrudan ekonomiyi düze çıkartacak bu “güven ortamını en kestirmeden kim tesis edebilir?” sorusu etrafında dönüyor.

Not 20: Erkekler için bir seks ve işret mekânı olarak kitaplar boyunca abartılarak tasvir edilen cennete dair, kadınlarla ilgili eşitlik kokan tek bir cümle yoksa, şu yaşadığımız dünyada kadına da yer yok demektir.

Muhafazakârlığın ve dindarlığın en yaygın biçiminin kadın üzerinde erkek baskısını sürdürmek üzere yerleştiğini gözden kaçırmayın.

Mazbut bir aile hayatını, inançlarını korumak için değil, halk dindarlığı evin içinde siyaseten erkeğin iktidarını sürdürmek için vazgeçilmezdir Bu kadar yaygın ve meşru görülünce kadınlar da çaresiz bu egemenliğe boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Kadına dayatılan dindarlık köleliğin bir tür içselleştirilmesi olarak tezahür ediyor.

Not 21: Hiçbir kural ve tedbir kadını erkek bir tanrının gadrinden, zulmünden koruyamaz. Aklı başında ulema, sapkın din yorumlarını ayıklamak için seferberlik ilan etmeli. Yoksa kadın cinayetleri artmaya devam edecek.

Not 22: Bir önceki dakikaya hoş geldiniz. Her şeyin hâlâ mümkün olduğu o son dakikaya. (F. BEIGBEDER / Kuzey Kulesi, 107. Kat)

Not 23: Kapitalizmin gördürdüğü tatlı rüyaların bugün yan etkilerini yaşıyoruz: Panik, terör, aciliyet, yabancı düşmanlığı, her türden bağımlılık, anksiyete, cinnet... Yasaklar çağından zevk çağına geçildiğinden beri bağımlılıklardaki bu artış hiç de şaşırtıcı değil. Duane Rousselle, ‚Psychoanalytic Sociology‘ adlı kitabında tekillikler çağında konuşmanın, yani anlaşılamamanın imkânsız hale gelmesinin bağımlılıkları arttırdığını yazmıştı. Çünkü tekil birinin elinde sadece zevk seçeneği var. Başkalarıyla nasıl tatmin edici bir ilişki kuracağını bilmeyen, ‚güçlü ve bağımsız‘ olma propagandasına kendisini kaptırmış biri sosyal düzene katılabilir mi? Lacan‘a göre, bağımlılık ‚konuşmasız alan‘ı işaret eder. Bütün bağımlıların „ilişki kurma, iletişim kurma, konuşma sorunları“ olduğunu yazmış Rousselle: „Bir tekilliğin başka bir tekilliğin anlayabileceği şekilde konuşması zor...“ Tekilleri bir araya getirebilecek tek şey, benzer zevkler ve benzer acılar... O zevk ve acı bittiğinde herkes kendi dünyasına, bağımlılıklarına döner.

Not 24: Artık her şey tekilliğe uygun olarak kişiye özel bir hale getirilmeye çalışılıyor. Çalışma hayatında da kişiye özel çalışma saatleri var artık. Bazı şirketler, çalışanlarının çalışma saatlerini kendilerinin belirlemesini istiyor, hatta isterse evden, isterse ofisten, isterse tatil yaptığı yerden çalışsın. Bu durumun olumlu yanları olsa da, bilinen anlamda topluluk ruhunun değiştiğini, artık başka tür bir insan ve toplumla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor.

Not 25: İşçi sınıfı, köylerden koparılanların toplu halde şehirlerdeki fabrikalara yerleştirilmesiyle oluşmuştu ve bu bir aradalık ve kader ortaklığı onlarda bir sınıf bilinci ve kültürü yaratmıştı. Şimdi pandemiyle birlikte iyice yaygınlaşan uzaktan çalışma, gönüllü işsizlik, izolasyon ve yabancılaşma herkesi tek başına yaşamaya, kendine yetmeye zorluyor. Bu süreç henüz toplumun tüm kesimlerine tabii ki ulaşmış değil, ama tek tek bireyler özelinde işliyor, derinleşiyor. Fabrikada bir işçi, evine gittiğinde akıllı telefonuyla o dünyanın içine kolayca dalabiliyor. Herkesin güçlü ve bağımsız olmaya çalıştığı bir dünyada, İngiltere‘de olduğu gibi Yalnızlık Bakanlığı‘nın kurulması bu nedenle şaşırtıcı değil. Bir yandan irili ufaklı tarikat ya da tarikat benzeri kapalı topluluklar da toplumun içinde küçük adacıklar yaratarak başka tür bir izolasyon sağlıyor. Bu değişim, doğal olarak dışlamayı ve linç kültürünü de peşinden getiriyor.

Not 26: Değişen dünya ve insan karşısında, bizim yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Ama önce rüyadan uyanmayı istemek gerek. Ama uyanmak, hiç de öyle kolay değil. Hayatı garanti eden zevk ilkesinin zarar gördüğü, yani yaşama yüklediğimiz anlamın kırıldığı bir andır uyanış. Gerçeğe uyandırması gereken bilim bile, gerçeğin yerine geçecek daha büyük fantezilerin peşinden koşarken işimiz zor.

Not 27: Gecenin bir vakti, psikolog arkadaş arıyor.

“Çalışıyoruz bu saa