Dünya dijital çağa geçmiş, temsili demokrasinin tüm kurumları yok olmaya mahkum ve temsili makamların vekillik v.b. iyiden iyiye anlamını yitirdiği, bireylerin etiketleyerek sosyal medya veya diğer teknolojik iletişim kanallarıyla en tepedeki yöneticisine dahi sorununu iletebildiği, köyler dışında şehir merkezlerinde mahalle muhtarlıkların tamamen anlamını yitirdiği, milletin üzerine tamamen yük haline geldiği (şehir merkezleri için) muhtarlık mekanizması ivedi olarak lağvedilmelidir..

Muhtarlık müessesesi büyükşehirlerde acilen kalkması gereken kurum. Maalesef aldıkları maaş devlete lüks, muhtarlıkların masrafları ayrı dert.

Muhtarın hiçbir vasfı yok ama muhtar adayı afişe " destek sizden hizmet bizden " yazmış. Şehir merkezlerinde muhtarların bir fonksiyonu kalmamıştır. Tek görevleri çocuklarını belediyede işe sokmak ve belediyenin verdiği prefabrik yapılarda gün geçirmektir. Köylerin haricinde tüm muhtarlıklar lağvedilmelidir. Şehirlerde bir işlevleri kalmadı. 

Aslında dijital çağda köylerde bile kaldırılsa olur. Elzem değil. Belki bir süre daha köylerde kalsa bile eninde sonunda kaldırılmalı tüm yurtta.

Milletin üstünde hiçbir güç yoktur ve dijital çağda millet gücünü direkt iletebilmektedir, ve milletin gücünün hiçbir kimsenin ve kurumun tekeline bırakılmaması elzemdir.

Son söz: Türkiye'de aydın (entellektüel) havası basanların aydınlıkla uzaktan yakından ilgisi yok.
Birisi yanında Atatürk'e, Cumhuriyeti kuranlara soysuz dediğinde hadi oradan hadsiz diyemiyorsan 100 bin kitap okusan ne yazar, okumasan ne yazar. Boşuna okumuşsun.

Hatırlatma: Bunca rantçılığa, yolsuzluğa rağmen “kazanabilecek aday” diye Lütfü Savaş’ı tercih eden CHP, bu saatten sonra kimseyi “rantçı” veya “yolsuzluk yapıyor” diye suçlamasın, suçlayamaz da!

Bunca şeye rağmen Lütfü Savaş’ın kazanma ihtimalinin olması da toplumsal çürümenin resmidir!

Not 1: Eminim, Mehmet Şimşek önüne gelen ödeme emirlerini görünce kabus geçiriyor.  Ne yazık, daha kabus yeni başlıyor. Anketler kıran kırana seçim gösteriyor. Erdoğan merkezi bütçeden harcadıkları yetmezmiş gibi, büyükkent adaylarına da “Harcayın, Ya Kullarım” dedi. Kurum İstanbul’da 650 bin konutu depreme karşı güçlendirecek. Daire başı TL1.5 milyon düşük faizli kredi veya  hibe çeki de yanında. İzmir’de Dağ kenti otoyol, bağlantı yolları, tüp geçitler ve kapalı otoparklarla kaplamayı vadediyor.
Güzel, yapsın tabi, ama belediyelerde bu kaynak nerede?  Hepsi merkezi bütçeden gelecek.

Not 2: Deprem harcamalarının zaruri ve geçici olduğu doğru da bir sefere mahsus oldukları doğru değil. Deprem bölgesinde kamunun vadettiği inşaat ve onarımı tamamlaması en az 2 yıl daha sürecek ve kaba hesabıma göre maliyet de toplamda $40 milyara yaklaşacak. Zaten, deprem bölgesinde inşaat bitince, şantiyeleri İstanbul’a taşıyıp kentsel dönüşüme başlayacağız. Öteki deprem bölgesi kentlerinin başı kel mi? Onlar da dönüştürülmek isteyecekler. Bir Dünya Bankası raporuna göre Türkiye’de bina stokunu depreme karşı güçlendirmenin faturası $500 milyarı aşabilir.

Not 3: Eğer bu ülkede sene sonunda TÜFE %40 olacaksa ve 2025 yılında  enflasyonu düşürmek için hangi yöntemi kullanacağımızı kamouyuna açık açık anlatamıyorsak,  o enflasyon %40’da kalır.  Bu kabus senaryosunda 10 yıl vadeli tahvil getirisinin %45’in altında kalması için hiç bir neden yok. Bir başka deyişle, yükselen faizden dolayı bütçede finansman giderleri yükselecek. Bir de bunun üstüne iç borçlanma oranının %100’ün çok üstünde seyredeceğini ekleyin?  Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete.

Not 4: Türkiye, 2001 krizine girdiğinde enflasyon oranı bugünküne yakındı. Toplum, aynen bugünkü gibi geleceğe ilişkin karamsar beklentiler içindeydi. Kriz sonrası uygulanmaya başlayan kapsamlı istikrar programıyla birlikte görünüm değişmeye ve gelecek beklentileri düzelmeye başladı ve enflasyon üç yılın sonunda tek haneye düşürüldü. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu enflasyon sorununu çözebilmesi için benzer kapsamda bir programı uygulamaya koyması gerekiyor. İşin en acı tarafı 22 yıl sonra dönüp dolaşıp benzer bir programı uygulamak zorunda kalmamızdır.  

Not 5: Ocak ayında engelliler için limiti artırılan ÖTV muafiyetli araç talebindeki artışa bağlı satışlarda rekor kırılırken, aynı durum ÖTV tahsilatında yaşanmadı. 2023’te toplam vergi gelirleri içinde ÖTV’nin payı yüzde 10 iken ocakta bu oran yüzde 5,5’e geriledi.
Ocak ayında devletin toplam vergi geliri yüzde 104 artarak 517 milyar 201 milyona ulaşırken, motorlu taşıtlardan tahsil edilen ÖTV’ye ilişkin de detaylar belli oldu. Bildiğiniz gibi ocak ayında engelliler için limiti artırılan ÖTV muafiyetli araç talebindeki artışa bağlı olarak toplam pazar yüzde 56,6 oranında artarak 79 bin 701 adetle tarihi rekora imza atarken, aynı durum toplanan vergide yaşanmadı. Aslında yıllardır ocak ve şubat aylarında ÖTV muafiyetli araç satışın artmasına bağlı olarak toplam vergi gelirleri içinde otomotivden tahsil edilen ÖTV’nin payı hep düşüyor.

Not 6: Aslına bakılırsa enflasyon belasından kurtulmak için sadece dövizi tutmak ve politika faizini yükseltmek yetmiyor. Bunun yanında kamunun harcamasını reel olarak negatife indirmesi yani yavaşlaması, diğer yandan mega projelerin müteahhitlerine yapılan ödemelerin bir süre durdurulması, vergi oranlarının zaruri mal ve hizmetlerde geriye çekilmesi gerekiyor. Bunların yanına etkin piyasa denetimi de lazım tabii. Gümrük alanlarındaki haksızca alınan maliyetler perakende piyasasında üreticiyi mağdur eden “raf kirası” veya “mezara kadar vade” uygulamalarına sınırlamalar getirilmeli.

Kamudan kar etmesi beklenmiyor ama verimlilik ve etkinlik bekleniyor. Belediyelerden bakanlıklara, başkanlıklardan özerk kurumlara kadar sürekli personel artışı gerektiren şekilde bir genişleme hareketi var. Dolayısıyla muazzam bir tüketim ortaya çıkıyor. Bunun enflasyonist etkisi bir yana, söz konusu harcamaları finanse etmek için vergilerin yükseltilmesi ve bankalara zorla tahvil aldırılması, fiyatlama davranışlarında bozulmayı da peşinde getiriyor. Sonra da enflasyonun yurt dışı kaynaklı olduğunu iddia ediyoruz. Halbuki kendi ellerimizle artırıyoruz.

Oldukça masraflı bir personel yönetimi var. Binalar, araçlar, yan haklar, iaşe ve temsil ödemeleri yan yana geldiğinde milyarlarca dolarlık bir fatura ortaya çıkıyor.

Not 7: Özel sektörün önemli bir kısmı ahlaki çöküntü içerisinde. Kendi hatalarından dolayı ortaya çıkan faturayı başkalarına ödetmek istiyorlar sürekli. Bu sebeple sürekli olarak ya dış ticaret rejiminde ya da vergi uygulamalarında kendi lehlerine güzellik istiyorlar. Ellerinde fırsat var iken herkesin lehine olacak düzenlemeleri talep etmedikleri için bugün yaşadıkları “bumerang etkisini” hafifletmeye çalışıyorlar. Bir milyon dolardan 100 milyon dolara çabuk ulaştıkları için dönümlerce tesis, binlerce işçi çalıştırmanın ne büyük bir liyakat istediğini daha yeni yeni anlıyorlar. Ancak sermaye birikimleri zayıf olduğundan yurt dışından borçlanma maliyetlerini düşürecek kim varsa ya da ne varsa koşulsuz destek vermek zorunda hissediyorlar.

Not 8: Açıkçası şu anki ekonomi yönetimi ile eskisi arasında yöntem açısından pek az farklılık var. Yine rezervlerden satış yapılıyor, yine sade vatandaşa eziyet var. Ancak söylemler daha güzel veya azıcık daha gerçekçi diye, yurt dışından borçlanma maliyeti düşüyor diye, sesi yüksek çıkanlar ve piyasa aktörleri destek veriyor. Üzülerek söylemeliyim ki sonuç değişmeyecek. Bizler bu gelişmelere alıştığımız için her yeni duruma uyum sağlamaya çalışacağız.
Tüm hesaplarımızı seçimlerden sonra yükselme ihtimali olan kur ve enflasyona göre yapmalıyız. Böylelikle beklediğimiz kadar olumsuz gelişmeler olmasa bile aldığımız pozisyonlar kurumlarımıza fayda getirecektir.

Not 9: Piyasaların çok basit bir temel kuralı var:
“Söylentiyi satın al. Gerçekleşmeyi sat.”
Piyasalar, siyaset konusunda biz vatandaşlar kadar hassas, kırılgan ya da kolay etkilenir değil. “Hiç etkilenmez” demiyoruz, etkilenir elbette ancak sandığımız kadar değil. Daha serinkanlı karşılar olan biteni. Kaygılı bir muhalifin yaşadığı yürek çarpıntılarını pek yaşamaz piyasalar.
Ve genellikle de olabilecek şeyler, o şeyler olmadan önce fiyatlanmış olur.
Yani seçime dair tüm olasılıklar, zaten seçime varıncaya kadar fiyatlanmış olacak, bu işin birinci kısmı.
Daha da önemlisi ise, özellikle Dolar-TL paritesinde yaşanacağı iddia edilen “fırlama” ya da “zıplama” konusunda…
Şu anda içerisinde bulunduğumuz kur politikası, tam bir dalgalı kur düzeni değil.
Kontrollü-dalgalı ya da “yarı-sabit” kur modeli diyebiliriz. TCMB eliyle tamamen kontrol altında ve her ay açıklanması hedeflenen enflasyon puanının bir iki puan altında kalan bir artış oranı ile pariteyi de yukarı taşıyorlar.
Ve bunda da değişikliğe gidilmeyecek, burası artık çok net.
Enflasyon ile mücadele programı ne kadar doğrudur, ne kadar eğridir, burası ayrı bir konu ancak her koşulda bu programa sadık kalınacak ve bu da paritenin ani zıplamasına asla izin vermemeyi gerektiren bir yol.

Not 10: Seçim ertesi Doların TL karşısında güçlenip yükseleceği ve bundan dolayı satmayı planladıkları mülklerinin fiyatının da yükseleceğini varsayan satıcı sayısı hiç de az değil. Ekonominin rasyonelleri ile çelişiyor olsa da bu beklentiyi anlamamazlık etmek de gereksiz. Herkes, sahibi olduğu mülkün eğer mümkün olursa bir miktar daha pahalıya satılmasını arzuluyor ister istemez.
Ancak ekonominin çarkları ve daha da özelde emlak piyasası, bu mekaniğe göre işlemiyor.

Not 11: Bu dönemi en iyi belirleyen şey, ayrılık gibi geliyor bana. Herkes dünyanın geri kalanından, sevdiklerinden ya da alışkanlıklarından ayrı düşmüştü. (ALBERT CAMUS / Defterler-1)

Not 12: Eski mısırda ve hititlerde enflasyon hep sıfırmış. Neden biliyor musunuz? Para yokmuş. Herşey takasla satılıyormuş. Parayı lidyalılar keşfetmiş. Enflasyonu da. Enflasyon tamamen parasal bir olgudur. Para yoksa enflasyon yoktur. Alınteri vardır.

Not 13: Ev fiyatları nasıl düşer? Basit bir analiz yapalım. Piyasadaki para miktarı 10 TL olsun. 5 tane de özdeş ev olsun. 1 ev 2 TL. 5 tane daha ev yaparsan 1 ev 1 TL. Veya para miktarını 5 TL'ye düşürürsen 1 ev yine 1 TL. Ya para arzı azalacak ya da ev arzı artacak. 3. bir yol yok.

Not 14: 1972‘de Ece Ayhan, Sait Faik Faik Hikâye Armağanı‘nı sonradan epey ünlenecek olan hikâye kitabı ‚Parasız Yatılı‘yla kazanan Füruzan’la söyleşi yapmıştı. Ece Ayhan soruyor: "Sonra nasıl oluyor bu, bir ölümün yer almadığı hikâye yok gibi Parasız Yatılı’da?" Füruzan yanıtlıyor: "Onlar ilansız ölülerdir. Önemlidirler. Arkalarında az bir para bile bırakmazlar. Vasıfsız işçilerdirler. Ölümleri evin ekmeğini zora sokmuştur. Durmadan anılırlar. Evin kadını ‘beni bırakıp nereye gitti’ diye başsağlığı kabul etmez. Bir yerde işe girmesi gerekir. Çürük kadın değildirler. Ölümler unutulmaz. Üç kuşak öteye kadar anlatılır durur. Çocukların daha küçücükken anlatılacak ölüleri olur." Bu söyleşi gerçekleşirken ben daha doğmamışım. Ama nasıl bir kültürel atmosferin içine geldiğimi anlatıyor. Bugünkü edebiyat söyleşilerinde ‚ilansız ölüler‘den pek konuşan yok.

Not 15: Bir toplumda mutlu okumuşların kaybı; mutsuz çoğunluğa hiçbir şey kazandırmaz, daha kötü kaybettirirmiş. Hayrını, yaşayarak görüyoruz.
Tahsilliyle tahsilsiz, yetenekliyle yeteneksiz arasındaki ücret makası, kapanıyor.
Asgari ücret, yeni başlayan öğretmen maaşını yakaladı.
Hayır, tabii ki bu enflasyonda asgari ücreti çok gören yok. İki ayda eriyor zaten, çalışanlara az bile.
Sorun; öğretmen, profesör, mühendis maaşının asgari ücret oranında artmaması. Komşu oldular, bazıları eşitlendi eşitlenecek.
Çalışanların yüzde 70'i, taban ücrete talim edecek neredeyse.
Mutsuzlar, çoğalıyor demektir. Gelir adaletsizliği sağ olsun, mutlu okumuşlardan mutsuzlar ordusuna katılımını sürdürüyor.
Oy verirlerse mutsuz çoğunluğun hakkını, mutlu azınlıktan alacaktı. Fakat halk adına 'halk düşmanı' seçkinlerle savaşan popülist siyaset, eşitliği mutsuzlukta sağlıyor.
Mutsuzu, mutlu etmeye bakacağına... Mutlu azınlığı da mutsuz etmenin, mutsuz çoğunluğa ne faydası olacaktıysa...
Ekonomist Kerim Rota hesaplamıştı. 2023 sene başında durum şuydu:
2013'ten bu yana profesörün maaşı, asgari ücret karşısında yüzde 39 gerilemiş. Araştırma görevlisi maaşı yüzde 27, öğretmen maaşı yüzde 42, uzman doktor ve memur maaşları ise yüzde 44...
Ucuz halkçılığın mantığı belli:
Bilenle bilmeyen, nitelikte ve toplumun maddi, manevi gelişimine katkıda bir olmayabilir. Ama oyları birse maaşta niye bir olmasınlar ki!
Yetişmiş insanı enflasyondan korumaya gerek yok, çünkü onlar sayıca az.
Oy çoğunluğu asgari ücretlilerde. Onların düşük standardını koruyan, iktidarı garantiliyor.
Gerisi, kamburu düzeltmektense herkesi kamburlukta eşitlemeye kalıyor.
Yeterince öfkeyle doldurur, okumuşlardan nefret ettirirseniz... Okumuşları da asgari ücretli yaparak; asgari ücretlileri, elit maaşı almış kadar iyi hissettirebilirmişsiniz gibi.
Kendinizi alkışlattığınız kalabalıklar, sandıkları gibi sonuçlanmadığını anladıklarında çok geç, atı alan Üsküdar'ı geçiyor nasılsa. Geçmiş olsun.

Not 16: Sokak röportajları açıkça gösteriyor ki, halkımızın %80’i adeta hayali bir simülasyonda yaşıyor. Asla kendi mahallelerinden dışarı çıkmıyor ve başkalarının vaziyeti asla kendilerini ilgilendirmiyor. Hiçbir gerçek, olgu, yaşananlar onların yerlerini zerrece değiştirmeleri ya da sorgulamaları için bir sebep vermiyor.
Bu röportajlardan birinde bir vatandaş uzun uzun geçim sıkıntısından bahsedip, oğlunu evlendiremediğinden şikayet ederken son tahlilde siyasi tercihinin buna rağmen değişmeyeceğini çok doğal bir durummuş gibi anlatabiliyordu. Bir başka röportajda ise bir genç cahil cesareti ile bu ülkede demokrasinin gelişimi için büyük bedeller ödemiş bir entelektüeli büyük bir öz güvenle “ben bile bunların neler yapabileceğini gördüm ama siz göremediniz” diyerek suç ortağı ilan edebiliyor ve aşağılıyordu.
Erzincan’da yaşananlar ortada iken felaketin merkezinden hemen hiçbir tepkinin gelmemesi ve hiçbir iktidar temsilcisinin de sorumluluk almaması Türkiye’nin nasıl bir yere doğru gittiği konusunda hepimizi endişelendirmeli değil mi?

Not 17: Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Candaş Tolga Işık ile röportajında bakanlık maaşının miktarını bilmediğini çünkü hemen bağışladığını söylemişti.
Çok normal…
Çünkü bakanlık koltuğunda oturmakla sağladığı menfaatin yanında 160 bin TL’lik maaş devede kulağı geçelim, tüy bile olamaz.

Anormal olan artık Türkiye’de bakanlık koltuğunda oturanların hiç gizlemeden ticari faaliyetlerine devam edip kendilerine devasa rantlar yaratması.
Eski Türkiye’de bir bakanın ticari faaliyetinin ortaya çıkması büyük bir skandalken şimdi Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Türkiye’nin turizm cenneti Bodrum’a parsel parsel çöküyor. Ses bile çıkmıyor.
Bodrum Göltürkbükü’nde Caja Maxx Royal Oteli sorduğunuz herkes “Bakan’ın oteli” dedikten sonra tarif ediyor. Göltürkbükü’nden Gölköy’e doğru ilerlerken muhteşem koy birden şantiyeye dönüşüyor. Hafriyat kamyonları vızır vızır işliyor, manzara paravanlar ile kapanıyor, yüksek vinçler beton blokları, demirleri taşıyor. Hebil Koyu’nun sırtındaki tepeye Kültür ve Turizm Bakanı’nın şirketi MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. villalardan oluşan beş yıldızlı oteli yapıyor.

Demokrasinin zerresi kalmış bir ülkede bu manzara unutulmaz bir skandal olurdu ama yeni Türkiye’de konuşulmuyor bile. Onun yerine Caja Maxx Royal’in internet sitesinde bu sözlerle tanıtım yapılıyor:
“Caja by Maxx Royal; Bodrum’un en güzel koylarından biri olan Hebil Koyu’nda, doğanın tüm renklerinin masmavi sulara uzandığı özel bir konumda yer alıyor. Zeytin ve çam ağaçları, tepelerden Hebil Koyu’na doğru uzanıyor.”
Doğa dernekleri ve vatandaşlar ise bu otel inşaatı için delice zeytin ağaçlarının kesildiğini anlatıyor. Bu koyda daha önce Bodrum Hilton Türkbükü Oteli vardı. Aralık 2020’de Bakan Ersoy, otelin sahibi Azerbaycan merkezli ISR Turizm Şirketi’ni satın aldı ve adını 15 Ocak 2021’de MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. olarak değiştirdi. Bakan için “kendin pişir kendin ye” süreci başladı.

Şirket sahibi Mehmet Nuri Ersoy 115 bin metrekarelik alana bitişik 25 dönüm arazinin tahsisi için Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a başvurdu. İlk defa BirGün’den Bilal Çelik’in haberinden öğrendik: Mehmet Nuri Ersoy’un yönettiği bakanlık, Mehmet Nuri Ersoy’un şirketine 24 Eylül 2021’de 25 dönüm hazine arazini verdi. 307 oda ve 870 yataklı beş yıldızlı tatil köyünün inşaatına başlandı.
Ama yetmedi.
Kabinedeki diğer bakanlardan teşvik de istedi. Turizm Bakanı’nın şirketi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan bu tatil köyü için 2 milyar 350 milyon lira yatırım teşvik desteği de aldı.

Bu koydaki Bodrum Hilton Türkbükü Oteli tamamen yıkıldı ve asbest içeren tonlarca hafriyat için de “kendin pişir kendin ye” süreci işledi. Gölköy’deki sulak alan Milli Emlak’tan bakanın şirketinin hafriyatlarının dökülmesi için tahsis edildi. Geçici izin belgesi bitince de buraya Cengiz Holding’in Cennet Koyu ve Göktepe’de doğayı talan edeceği inşaatlar için üretim yapan beton santralı kuruldu. Sit alanına da taşan bu alanda üretim sürüyor ve binlerce hafriyat kamyonu Torba ile Gündoğan arasında aralıksız sefer yapıyor.

Bodrum Kent Konseyi Sözcüsü Mir Bahattin Demir, artık Kültür ve Turizm Bakanı’nın projelerini takip etmeye yetişemediklerini anlatıyor. Bodrum’da rant için doğanın katledildiğini, sit alanı olan koylara oteller, tatil köylerinin peşi sıra yapıldığını anlatan Mir Bahattin Demir, “Açtığımız davalar yıllar sürüyor ama bu sırada inşaatlarına devam ediyorlar. Mahkemede lehimize karar çıkıyor ama uygulanmıyor. Plajların büyük kısmı büyük şirketlerce işgal edildi, halk inemiyor. Bakanın, Hebil Koyu’daki oteline dava bile açamadık. Sayımız çok az. Bodrum öldürülüyor, yetişemiyoruz. Muğla Çevre Platformu Çevre ve Ekoloji Politikaları Derneği olarak farklı noktalarda açtığımız 25 dava var.  Hebil Koyu’na hem otel hem de yanında ‘halk plajı’ adı altında yaptıkları çalışmalarla büyük zarar verdiler. Burasının aslında otelin ikinci plajı olacağını herkes biliyor” diye konuştu.
Bodrum Belediyesi yetkilileri ise Turizm Bakanlığı’nın yetkisiyle projelerin yapıldığını ve kendilerinin müdahale edemediğini savunuyor.