Yine geçiyorum eski sevdaların kıyısından...
Mazi dört köşe içimde en güzel haliyle,
Portakal bahçelerindeki gülüşlerin hiç solmamış sanki;
Ya gözlerin, düşündükçe bin kurşun yiyor yüreğim..

Uzaklardan Truva prensi Parisin günahkar ve utangaç sözleri yankılanıyor 
Feleğe sırt çevirmiş kulaklarımıza
Gül solarken de güzeldir, diyor
Getiriyor aklımıza, Helenin yıldızları baştan çıkaran güzelliğini..
Bir de hüznünü 
Ömrünün sonunda mutsuzluk adası Rodos’a sığınmış bahtsız güzelin
İçimden hüzünlenmek bile gelmeyecek kadar yorgunken..

Yaşayan çağdaş şairlerimizden Mustafa Akgül’ün bize gönderdiği son şiirine yer açtık bu hafta köşemizde. Kalemine yüreğine sağlık.

Birazda son günlerde iyice gündemi işgal eden Hafize hanımın çiftliği haline gelen Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasında yaşananlardan bahsedelim:

Resmen TCMB'yi aile ciftligi yapmış tüm medyanın öve öve bitiremediği Hafize Gaye Hanim. ABD'den gelmesine degecek bir yatırım olmalı degil mi? Sonucta yatırımcı kafası. Bir de demiyorlar mı: Ehliyet ve liyakat sahibi; tecrübesizliğinin kurbanı oluyor. Nasıl tecrübesizce 45 yaşamış çocuk doğurmuş bir kadın. Bir de milyon dolarlık villası ve evi olan ve üstüne Amerika da bir yatırım bankası batırmış. Aslında yaş olarak da batırma olarak bayağı tecrübeli. Belki ömrü üniversite günlerinden beri reklam peşinde geçtiğinden tecrübe biriktirmeye fırsatı olmamıştır.

Devletin en önemli kurumlarından birini babasının çiftliği haline getirmiş birisi nasıl ehliyet ve liyakat sahibi olur. En fazla zeki ahlaksız biri olur. Beytül malı, devletin imkanlarını kendi öz şahsı ve ailesi için kullanan her kişi dünyanın en başarılı ve en zekisi bile olsa liyakatsizdir üstüne ahlaksızdır. Zekinin ahlaklısı faydalıdır toplumlara. Ahlaksız kurnaz zekiden korkun onlar başlarında oldukları milletleri belini incitmeden halvet olurlar acısı sonra çıkar.

Şaşırana şaşarım zira zaten memleket birilerinin çiftliği. Marabasına da dağıtıyor ufak tefek...

Yirmi yıldır çalışırım daha babam anam çalıştığım iş yerine gelmedi. Belki emzirecek çocuğum yoktur ondandır. Seçilmiş olmayınca böyle oluyor demekki.

Uyarımı da hatırlatmamı da yapayım bu kadar eleştiriden sonra: TCMB başkanı değişse bile bu saatten sonra faiz indiriminin imkan ve ihtimali yok. %42,5 faizle enflasyon düşmüyor. 2 yıllık tahvil %41'de ve hala yabancı girişi yok. Şu an faiz en az %50 olmalı. Faiz indirimine yeltenilirse 2 ayda krize gider. Bu sefer faiz %65-70'e çıkar.

Son olarak şunu da söyleyeyim: Kim ki ben vatana hizmet etmek için ABD den Avrupa dan düzenimi bozdum geldim diyorsa bilin ki yalancıdır. Herkes kendi çıkarının peşinde. O nedenle herkes işini yapsın polemik yapmasın. Vatan millet edebiyatına karnımız tok. Ayrıca sadece merkez bankamızın kendi içinden Gaye hanımı 100 e katlayacak 100 tane başkan çıkar. Hafize hanım parlatılmış çocuk onlar vatan evladı. Bu ülkede vatan evladı olmanın bedelidir marabalık..En güzel koltuklar ya içerideki saklı seçilmişlerin ya da dışarıdan getirilen devşirmelerindir.

Devletin bekası ve kaymakamın tavrı: Türk Merkez Bankasını babasının çiftliği yapan Hafize hanıma gereğini yapan devlet elbet şehitler kısmını hutbeden çıkarıp okumayan bu imama da gerekeni yapacaktır. Devletimize güveniyoruz.

Bir şey olsa bile orada kaymakamın müdahale etmesi doğru değil bence de. Namazdan sonra sakin akılla odasına geçip müftüyü çağırıp gerekli yasal işlem yapılacaksa usulünce yapması lazım. Maalesef gençliklerinden mi yoksa yetiştirilmelerinden mi genç kaymakamlar arıza çıkarmaya çok müsaitler. Umarım bakanlığımız kaymakam seçimlerini ve yetiştirmesini daha iyi gerçekleştirir.

Şiddet bir sarmal. Şiddet olmadan usulünce hukuk çerçevesinde gereken yapılmalıdır Zaten toplum ateş küpü. Yöneticilerimiz daha akil ve sabırlı olmalı.

Sıcağı sıcağına sözlü bile olsa müdahaleden kaçınmak lazım. Fiziksel müdahale kabul edilemez zaten. Hiçbir mantığı yok.

Ayranın yok içmeye ne gerek var elin mekiğiyle uzaya gitmeye:

Gittikçe azalmış emekli maaşlarımızın ve iyice düşmüş satın alma gücümüzün boynuna sarılarak, geçen asrın, büyük komedyasının, kuyruğundan asılmış olmanın kıvancıyla, renkli gözlü, milli astronotumuza, yürü be Gagarin kim tutar seni diyoruz. Gözlerimiz yaşarıyor. Ağlıyoruz, ağlıyoruz. Ayranın yok içmeye ne gerek var elin mekiğiyle uzaya gitmeye..

Burada mekiğin, milli olmaması da hiç sorun değil ve her şeyini mesela uçuş malzemelerinin, mesela uzay kıyafetlerinin bile, yine 62 yıl önce, ister beğenin ya da beğenmeyin, yine sosyalistler tarafından yapılmış olanlardan, alınmış olsa da çocuklar gibi şen bin atlı neşesine kavuşmamıza hiç engel değil. Pilotun yanında, kendisine özgü, mesela annesinin ördüğü, haraşo, bir atkısı bile olmaması da bizi durdurmuyor. Parayı verip, bisikleti kapan sünnet çocuğu bahtiyarlığı içindeyiz ve akvaryumda dolaşan bir Japon balığı…

Bu halimizi bana tarif et derseniz; Estarabim, estarabim, sağdan soldan estarabim diyebilirim ancak….

Yanlış anlaşılmasın, insanlık için, uzaya çıkmayı, hiç matah bir şey olarak hiç tanımlamadım. Bunu o günler, Nazım çok güzel söylemişti zaten;
‘Aya da gidilecek
Daha da ötelere,
Teleskopların bile görmediği yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
İşte ben komünistim bu soruya karşılık
Verdiğim için’

Yani şiirdeki hiçbir şey değişmedi hala…

Son söz: Bir manzara oluşundan habersizdi duruşun..

Aforizma: Devlet dindarlaştıkça aklı azalır.. Devletin bir dini olacaksa o adalettir.

Akılda kalanlardan: Müzik tarihinin en etkileyici şarkılarından birisi olan ‘The End’le ilgili olarak Lizze James ile olan söyleşisinde Morrison şunları söylemiş: “Bazen acı, incelenemeyecek ya da hatta tahammül edilemeyecek kadar fazla olabiliyor… Ancak bu durum onu şeytani yapmaz, ya da ille tehlikeli… Ancak insanlar ölümden acıdan daha fazla korkuyorlar. Ölümden korkmaları garip. Yaşam ölümden daha çok acıtıyor. Öldüğümüzde acı sona eriyor. Evet, sanırım o bir arkadaş.” (Özgür Keşaplı, AZİZM)

Tadımlık: Her şeye rağmen zalim zamanların acılarına tahammül etmek ve hayatı savunmak için galiba daha çok şarkılara ihtiyacımız var. The Doors’un “Peace Frog” şarkısı belki de bizi yeni rüyalara götürür. Bu şarkının sözleri Morrison tarafından daha önce yazılan “Abortion Stories”, “Dawn’s Highway” ve “Newborn Awakening” başlıklı üç şiirden alınmıştır. İşte o şarkının sözlerinden bir bölümü:
/O geldi ve sonra arabayla gitti
Saçındaki güneş ışığı.
O geldi.
Sokaklardaki kan hüznün nehrine akıyor.
O geldi.
Sokaklardaki kan kalçama kadar
O geldi.
Evet nehir şehrin bacaklarından
kırmızı akıyor.
O geldi
Kadınlar gözyaşı döken kırmızı
nehirlere ağlıyor.
Şehre geldi ve sonra arabayla gitti.
Saçındaki güneş ışığı…/

Hatırlatma: Odadaki fili görmek istemiyorsunuz ama yabancı yatırımcı görüyor. Çözümünüz nedir?

Naci Ağbal görevden alınınca oluşan güven kaybının büyüklüğünü ne kadar anlatsak az. Halkı fakirleştiren ekonomi politikalarının destekçisi zihniyet "oldu bir kere, artık bunu aşalım, sürekli aynı şeyi konuşmayalım" diyerek konunun görmezden gelinmesini yani çözümsüzlüğü savunuyor.

Oysa yabancılarla her toplantıda yeni ekonomi yönetimi de Naci Ağbal ile aynı akıbeti paylaşır mı diye sorulduğuna göre odada siz  görmek istemeseniz de bir fil var.

Ben o fili yok sayıyorum diyerek çözüm üretemez, yabancı yatırımcıya tatminkar bir yanıt veremezsiniz. Güvenin yeninden tesisini istiyorsanız görevden almaları bir kurala bağlayacak, keyfi uygulamaları ortadan kaldıracak yasal düzenleme yapılmasının şart olduğunu anlamanız ve gereken adımları oyalanmadan atmanız gerekiyor. 

Sürekli olarak yeni Anayasa diye ortaya çıkanlar bu tür bir düzenlemeden hiç bahsetmiyorlar. Hatta gündemlerinde daha fazla müdahale etme imkanını nasıl elde ederiz düşüncesi hakim. 

Bu yol yanlıştır. Fil odadır. Görmek istemiyorum demekle ortadan kalkmaz. Ondan sonra anlatır durursunuz "CDS şu kadar düştü, aylık enflasyon şöyle oldu, KKM'den bu kadar çıkış oldu." Yarın "söz dinlemedi" diye görevden alınma ihtimali varsa bu kazanımlarının hepsinin geçici olduğu düşünülür.

Hafıza Hanıma: Amerika’daki düzeni bozmuş gelmiş memlekete hizmet ediyor daha ne istiyorsunuz!

Kurumsal yönetişim babayı almaya doğru evrilmiş. Gayesi makbul.

Bidat: Türkiye'de kırkı çıkan çocuklar artık vaftiz edilir gibi yıkanıyor mu?! Kızılcık Şerbeti'nde mevlid sonrası çocuğu yıkadılar. İlk kez görüyorum.

Not 1: Kimse kendini kandırmasın!

Dünya, bütün etik değerleri yerle bir edecek ahlaksızlıkların tamamını tolere edecek bir yapıya sahip!

Not 2: MİT’in yıl dönümü mü kutlanır. Hangi istihbarat teşkilatı canlı yayınla medyayla gün kutlar!
Bir toplantıyla yüzlerce istihbaratçı açık edildi.
Neden acaba?
İş bilmezlik mi, İbrahim Kalın’ın kadrosunu kurması için tasfiye öncesi bahane üretmek mi?

Not 3: Tuğçe Kazaz’ın Ortadoğu uzmanı…
Hakan Ural’ın askeri uzman…
Mete Yararın her şey uzmanı..
Halil Konakçı’nın din adamı olduğu yeni Türkiye….

Not 4: Adın üç kere geçti saçma sapan bir filmde
yalnız olsam çok ağlardım ama kızım bakıyordu
otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime
kızım dedim, hadi çay koy da içelim...
Varsa bir  de biskrem koy tabağa
Ağzımın tatlansın biraz
Açlığımız yatışsın..

Not 5: Zengin insan 3-4 tane evi olup onların kira geliriyle kendini idame ettirmeye çalışan kişi değildir. Zengin insan 3-4 tane evi olup onları dayalı döşeli halde boş tutmaya gücü yeten kişidir. Dönüşümlü olarak evlerini kullanan kişidir.

Not 6: Çin'de son 2 yılda nüfus 2.4 milyon kişi azalmış.
2016'da 'tek çocuk politikasının' gevşetilmesine rağmen, izleyen yıllarda doğum sayısı düşmüş.

Not 7: Türkiye, kişi başına düşen ortalama günlük sigara tüketim adedi sayısında 17,1 ile dünya birincisi olmuş. Türkiye'yi 15.7 adet ile Yunanistan takip etmiş 

Türkiye 
Yunanistan 
İsrail 
Japonya 
Avusturalya

Not 8: Kurumsal yönetişim babayı almaya doğru evrilmiş.

Not 9: Konya'da bir kişi, kavga ettiği restoran ve büfeyi iş makinesiyle gelip yıktı. 
Ülke cinnet geçiriyor..

Not 10: Merkez Bankası'nın ve Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın görevi yurt dışından döviz bulmak değildir.
Birinin temel görevi para politikası ile fiyat istikrarı, diğerininki ise bütçe disiplini ve kaynakların verimli kullanımını da içeren maliye politikalarını uygulamak.

Not 11: 2023 Ocak ayında 45 TL olan 19 litrelik damacana suyun fiyatı son yapılan zamlarla 90 lira… Kısaca 1 yılda %100.

Sadece soruyorum….
Bu ülkenin muhalefeti, halkı yıllardır ekonomik buhran yaşarken, bir miting ya da protesto yaptı mı? Bu kadar acizler mi? Yokluk ve yoksulluk mitinglerinin yapılmasına engel mi var?

Not 12: gizli bahçenizde açan çiçekler vardı,
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vaktiniz olmadı.
Behçet Necatigil

Not 13: Dünya yükünü yüzüne bulaştırma. Dünyanın yüzünü kalbinden uzak tut. Dünya hızla tozlanan bir yerdir.
Hamurunda çamur olanların, çamur atıp iz bıraktığı bir yer. Derinlik yok, bağra basılası, elle tutulası heyecanlar yok. Birbiri üzerinde laflar sarf eden insanlar var artık.

Not 14: Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak
Bizim işimiz belki de
Yüzmektir kırmızı gülün büyüsünde
Bizim işimiz belki de 
Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında 
Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır..
Sohrab Sepehri

Not 15: Emin olun her türlü krizin kendilerine fayda ürettiğinin, tetikleyicileri oldukları iklim değişikliğinin daha çok kar ve para anlamına geldiğinin, Kovid salgınının buldukları aşılarla milyarlarca dolar daha kazanmalarına yol açtığının, devletlerin de nihayetinde halklarını değil kendilerini koruyacağının, Marx’ın uyarıları işe yaramadıktan sonra Oxfam’ın uyarılarının hiç işe yaramayacağının, bu tür çabaların daha önce de sergilendiğinin ve sonuç getirmediğinin farkındadırlar.

Ancak onlar ne düşürse düşünsün ben Oxfam’ın 2024 raporunu, hiç olmazsa önsözünü, okumanızı öneririm. Eşitsizlik Şirketi başlıklı rapor Amerika’nın iyi anlamda şahsına münhasır senatörlerinden biri olan Bernie Sanders ve Bangladeş’in kadın haklarını savunan sivil toplum örgütü KN’nin yöneticisi Rokeya Rafique’nin kendi ülkelerindeki durumu anlattıkları önsöz yazılarıyla açılıyor. Ardından Jeff Bezos ve onun servetiyle çalışanlarının sefaleti arasındaki karşılaştırma geliyor. Takip eden sayfalarda da küresel eşitsizlik rakamlarla anlatılıyor.
Son üç yıl içinde dünyanın en zengin beş insanının servetlerini iki misli arttırmalarına karşılık 5 milyar insanın gelirinin, dolayısıyla da yaşam standardının düştüğünü, bu beş zengin adam servetinden her gün 1 milyon dolar harcasa bitirmeleri için 476 yıl gerektiğini, servetin büyük kısmının küresel kuzeyde konuşlandığını, en zengin yüzde 1 ile en fakir yüzde 50 arasındaki uçurumun her geçen yıl derinleştiğini ve kapanmasının imkansız hale geldiğini vurguluyorlar.
Oxfam raporunun ilk önerisi devletin güçlendirilmesi, eğitimden taşımacılığa, sağlıktan enerjiye özel sektörün ağırlığının azaltılması yönünde. İkinci önerileri şirketlerin kontrol altında tutulması, tekellerinin kırılması, daha çok vergi vermelerinin sağlanması, vergi cennetlerine kaçmalarının önlenmesi. Var olan koşullar altında hepsi zor ama kar amacı gütmeyen şirket kurulmasını içeren en son önerilerinin gerçekleşmesi bence en zoru. Yine de bu tür raporları okumakta, konuşmakta ve tartışmakta yarar var.
Ne de olsa biz de bu küresel adaletsiz sistemin içinde yer alıyoruz, nihayetinde hepimiz hem kendi sermaye sahiplerimiz, hem de küresel tekeller tarafından sömürülüyoruz. Raporun bir kez daha hatırlattığı gibi birinin refahındaki, zenginliğindeki orantısız artış ancak diğerinin sefaletindeki artışla mümkün oluyor. Bugün pahalı arabalara binen, lüks yatlarda dolaşan, ihtişamlı evlerde oturan, varlıklarına her yıl varlık katan zenginlerimiz bizleri bir kez üretim süreçlerinde ve hizmet ağlarında sömürürken, yani emeğimizin karşılığını vermezken, ikinci kez de pazar mekanizmasında beğeni yaratarak beklentilerimizi tanımlamaları, maliyet yerine beğeni ve beklenti üstünden ürün fiyatlamalarıyla sömürüyor.

Not 16: Duymazsan öyle sabahları
Çeker giderler işte
Gökyüzünün
O mahzun yıldızları
Artık bulutlara bürünür
Dörtnala koşan güneşin atları
Ve odandaki yaseminler üşür
İşte böyle dostum
Buncasına uzaksan dünyaya
O yüzden kilitleniyor
Yüreğin ve ellerin
Göremez oluyorsun
Buncasına güzelliğini dünyamızdaki
Örneğin kuşların çiçeklerin.
Yaşar ATAN

Not 17: Algılarla yönetilen, gerçeklikten koparılmış bir halk, bir ülke için en büyük felakettir.

Diriliş Ertuğrul dizisi ile uzaya yolcu göndermek arasında temelde bir fark yok.

Birçok açıdan geri kalmış bir kitleye hamasi duygularla özgüven pompalanıyor.

Not 18: Türk olmak bu ülkede suç hala anlayamamış mı Ramin kardeşimiz. Ramin İran’a deport edilmek gönderilmek isteniyor. İranda ne mutlu türküm diyene demiş idama mahkum edilmiş ve bize sığınmış. Burada doğmasak bizi bile deport ederler. Osmanlı dahil hepsi Türk düşmanı fiil içerisindeydiler. Orduda savaşacak ölecek ahmaklara ihtiyaç olmasa Osmanlı bir tane Türk bırakmazdı Anadolu’da.

Not 19: Albert Camus; Defterler’de şöyle yazmış:
“Gençken, insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim: Sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi, verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum: Yorumsuz bir arkadaşlık.”
Hiçbirimiz iyi değiliz ve terapi pahalı. Sizi dinleyen biri ne kadar kıymetli olmalı. Doğru soruları sormak ya da yanıtlar vermek yerine bazen öyle iyi dinler ki karşınızdaki, siz konudan konuya geçerken kendiniz keşfedersiniz neyi nasıl yapacağınızı.
Oğuz Atay ise Tutunamayanlar’da aynı hayali paylaşmanın yetmediği bir arkadaşlık tarifliyordu:
“Yalnız hayallerle beslenen bir arkadaşlık ne kadar kısa sürüyordu. Günlük meselelerin çözülmesinde bir hayalin ne faydası olabilirdi? Zavallı bir ruh, insanı nereye götürebilirdi? İnsanın ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilirdi?” 
Zor günde ihtiyaç duyduğumuzda, birlikte güzel günler paylaştığımız arkadaşların ortada olmaması gibi, güzel günde, bir başarıda orada olamayan da kırıyor insanı.
Beni yalnız sana duyduğum ihtiyaç yüzünden mi sevdin? Kendini güçsüzlüğümde daha güçlü hissettiğin için?
Burası da bir kırılma noktası, en çok dinlediğim bitiş hikayelerinden biri: Sevinci paylaşamamak.

Kaç arkadaşın var diye sormaya başladım insanlara, sayılar üç, beş, on bilemedin yirmi.

Dost demiyorum, arkadaş diye düzeltiyorum, değişmiyor sayı.
Demek ne kadar içimize kapanmış, güvensizleşmişiz ki çocukken olduğu gibi kolayca soramıyoruz: “Arkadaş olalım mı?”
Hep karşımızdakinden bekliyor, hiç kendi arkadaşlığımızı sorgulamıyoruz, biz ne koyduk bu arkadaş sofrasına katkı niyetine?
İnsanları tanımaya çalışsaydık, neyi ne kadar verebileceklerini öngörebilirdik.
Böylece iyi günde arayacağımız, zor günde destek isteyeceğimiz, birlikte hayal kuracağımız, sadece dinleyeceğimiz, sadece dinleyecek, birlikte uzun yürüyüş yapacak, birlikte kavga edecek başka başka arkadaşlarımız olurdu. Her beklentiyi tek insana yıkmazdık, olmadığı bir insan gibi davranmasını ummazdık.
Yıllar önce bir arkadaşım söylemişti: “Görüşemiyoruz diye küseni anlamıyorum; madem görüşemiyoruz bari adını koyalım demek mi bu?”
Hayat gailesinde, arayıp soramasak da orada olduğunu, görüştüğümüzde kaldığımız yerden devam edeceğimizi bildiğimiz arkadaşlar iyidir.

Unutma Beni Apartmanı’nda Nermin Yıldırım;
“Arkadaşlık iki insanın birbirine günlük rapor vermesi, hayatlarının tüm detaylarını paylaşması demek değildi. İki insanın birbirine iyi gelmesi yeterliydi bana kalırsa.” diye yazmıştı.

Her duruma iyi gelen bir arkadaş bulunur, insan arkadaşlığa açık olursa. Her günü aynı arkadaşla yaşamaya kalkmaktansa.

Vasili Grossman’ın tanımıyla;
“Arkadaşlık, eşitlik ve benzerliktir. Ama arkadaşlık aynı zamanda eşitsizlik ve farklılıktır. Arkadaşlık, ortak çalışmada, yaşam için, bir lokma ekmek için verilen ortak savaşta yapıcı, etkileyici olur. Yüce bir ideal uğruna arkadaşlık vardır, konuşmacı izleyicilerin felsefi arkadaşlığı, birbirinden ayrı çalışan, ama yaşam konusunda birlikte yargıya varan insanların arkadaşlığı vardır.
Yüksek bir arkadaşlık, yapıcı arkadaşlığı, iş ve savaş arkadaşlığını sohbet edenlerin arkadaşlığıyla birleştirebilir.
Arkadaşlar birbirine her zaman gereklidir, ama arkadaşlar, arkadaşlıktan her zaman eşit pay almazlar. Arkadaşlar arkadaşlıktan her zaman aynı şeyi beklemezler.
Biri arkadaşlık eder, deneyimini armağan eder, diğeri arkadaşlık ederken deneyimle zenginleşir. Biri zayıf, deneyimsiz, genç arkadaşına yardım ederek kendi gücünü, olgunluğunu; zayıf olan diğeri ise kendi ideali olan gücü, deneyimi, olgunluğu arkadaşında görüp kavrar. Arkadaşlıkta biri bu şekilde armağan eder, diğeri verilen armağanlara sevinir.
Arkadaş, sessiz bir makamdır, bu makam yardımıyla insan kendi kendisiyle görüşür, sevinci kendisinde, arkadaşının ruhundaki yansıma sayesinde sesi duyulan, kolayca anlaşılan ve görülen kendi düşüncelerinde bulur. Akıllı, kavrayıcı, felsefi arkadaşlık insanlardan genellikle görüş birliği bekler, ama bu benzerlik her şeyi kapsamayabilir. Bazen arkadaşlık arkadaşların tartışmasında, farklılığında ortaya çıkar.
Eğer arkadaşlar her konuda benzeşiyorlarsa, karşılıklı olarak birbirlerini yansıtıyorlarsa insanın arkadaşıyla tartışması kendi kendiyle tartışmasıdır. Arkadaş, senin zayıflıklarını, kusurlarını ve hatta ayıplarını mazur gösteren, senin haklılığını, yeteneğini, yararlıklarını doğrulayan kişidir. Arkadaş, seni severken zayıflıklarını, kusurlarını ve ayıplarını ortaya koyan kişidir. Arkadaşlık benzerliğe dayanır, ama farklılıkta, çelişkilerde ortaya çıkar.”

Neden önemli bunca gündem içinde daha önemli “arkadaşlık”?
Çünkü toplum olma vasıflarımızı yitiriyoruz. Yalnızlık salgınındayız.
Yan yana gelmiyor, doyurucu bir sohbet edemiyor, hatalar üzerine verimli tartışamıyoruz.

Unutmayın kulağınıza küpe yapın şu sözü: İyi arkadaşlar, insanı sağaltır.