Bediüzzaman Said Nursi'nin Ramazan Risalesinden günümüzün anlamsız hayatına hikmetler ihtiva eden Ramazanı Şerife dair mesajlarını paylaşmaya çalışacağım bu yazımda.

Bediüzzaman hazretleri Ramazan Risalesi’nin Birinci Nüktesinde, müellif orucun pek çok hikmetleri bulunduğuna dikkat çekiyor ve bunları kategorik olarak beş madde halinde şöyle sıralıyor: a) Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyetine bakan hikmetleri, b) insanın hayat-ı içtimaiyesine bakan hikmetleri, c) hayat-ı şahsiyeye bakan hikmetleri, d) nefsin terbiyesine bakan hikmetleri, e) “niam-ı ilahiye”nin şükrüne bakan hikmetleri.

Çok zengin bir anlam dünyasına sahip olan “hikmet” yerli yerinde yapma, maksada uygun şekilde yapma, faydalı ve sanatlı şekilde gerçekleştirme gibi mânâlara geliyor. Fizikî alemde küçük-büyük her şeyin yerli yerinde, faydalı, maksada uygun, sanatlı olarak yaratılması Yaratıcının “hakîm” yani sonsuz hikmet sahibi olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde kainat kitabının tercümesi olan Kur’an-ı Hakim de doksan civarındaki ayette Allah’ı “hikmet” sahibi olarak tavsif ediyor. Dolayısıyla kainat kitabının ayetleri hükmünde olan her varlık Yaratıcısını aynı zamanda “hikmet” sahibi olarak yansıtırken Kur’an kitabındaki her ayet de Onu hikmet sahibi olarak niteliyor. Bu yüzden alimler, Kur’an’daki bütün açıklama ve buyrukların hikmet dolu olduğunu kaydediyor, emir ve yasaklara dair hükümlerdeki hikmeti ifade etmek için “hikmet-i teşriiye” (hükmün arkasındaki maslahatlar) terimine yer veriyor. 

Müellif Birinci Nükteyi orucun Cenab-ı Hakkın “rubûbiyet”ine bakan çok hikmetlerden birisine tahsis ediyor. Sahip olmak, terbiye etmek, kadem kademe yetkinlik vermek anlamındaki “Rab” kelimesinin masdarı olan “rubûbiyet” -genel anlamda- “Allah’ın kainatta, bilhassa canlılarda ve insanlar aleminde, rahmet ve hikmet eksenli olarak ihtiyaçlarını karşılaması ve gelişip olgunlaşmalarını sağlaması” demek oluyor. Bu açıdan bakıldığına gerçekten oruç mümine kendi gerçeği görmesi, Rabbinin sayısız rahmet tecellilerini fark etmesi, Onun bahşettiği nimetlerin kıymetini bilmesi gibi kemaline yönelik çok maslahatlara vesile oluyor. 

Müellif Cenab-ı Hakkın yer yüzünü bir sofra tarzında donattığını, bu sofrada nice nimetler ihsan ettiğini fakat insanın gaflet perdesi veya sebepler altında bu hakikati göremediğini dile getiriyor. Ardından bir benzetme ile bunu çok sade ve anlaşılır bir ifadeyle şöyle paylaşıyor: “Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?”

İnsan, doymak bilmez arzuların aşırılığından kurtulabildiği ölçüde ruhen yükselebilir. Her insanın ruh dünyası, farklı olduğu için arzuları da farklı olabilir elbette. Ancak arzular farklı olsa da ölçüyü aşıp ihtirasa dönüşünce zararlı sonuçları hep aynıdır. Orucun birçok hikmeti sayılabilir ama anladığım kadarıyla en önemli hikmeti, insanın ihtirasa dönüşen arzularından kurtulmasını kolaylaştırır. O hâlde arzuları eğitmek için oruç, büyük bir nimet ve fırsattır.

İnsan oruç ile benciliğin darlığından ruhun genişliğine erişir, tabiata ve olaylara gönül gözüyle bakar. Gönül gözüyle varlığı bulanlar, ancak maddeye ve hırslarına hükmedebilirler.

Oruç vesilesiyle evlerde, mahallelerde, sokak ve pazarlarda, camilerde -nihayet günümüzde- birçok televizyon kanallarında ve sosyal medya paylaşımlarında manevi bir atmosferin hakim olması, insanlara Allah’a kulluğu hatırlattığı için bir sinerji oluşturup ruhumuzun çoraklaşmış topraklarına can suyu olabilir. Çölde vaha misali ruhumuzu teskinleştirebilir. Rabbim bizi Ramazan ayının manevi ikliminden istifade edenlerden eylesin.

Son söz: “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:185

Kaynakça: 1- Mektubat (İstanbul 2020, YAY), s. 395.
2- Râgıb el-Isfehânî, “Müfredât”, “rab” md.
3- Geniş bilgi için bk. Şualar (İstanbul 2020, YAY), s. 134 vd.
4- Mektubât (İstanbul 2020, YAY), s. 395.

Aforizma: Ramazan ayındaysanız ve oruç tutuyorsanız ya da tuttuğunu iddia ediyorsanız, ve kilo alıyorsanız yanlış giden bir şey var demektir.

Ramazan duası: Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.

Kulağa küpe: Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır.” Bakara Sûresi, 2:185

Tadımlık: Sizi insan olarak çok seviyorum, dedi kadın. İnsanlığına yandı adam..

Not 1: Kadınların tav olduğu dört şey..
A)uzun boy
B)çok para
C)düşük bilgi birikimi
D)Yurt dışı oturum izni (Gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkelerin kadınlarına mahsus)

Not 2: Oruç yerine getirdiğim nadir ibadetlerden hatta en çok sevdiğim tek ibadet, namazla birlikte, çok keyif veriyor, vücudumun yenilendiğini hissediyorum. Üstüne koşuşturmaca, iftar için eve yetişme telaşı derken artık hücrelerime kadar nefret ettiğim hayata 1 ay renk getiriyor.

Not 3: Prens selman, arabistan'da ramazan ayı boyunca uygulanacak bir genelge yayınladı:

Camilerde iftar verilmeyecek ve yardım toplanmayacak, teravih namazları uzatılmayacak, ezan sesi üçte bire düşürülecek, camilerde okunan kur'an-ı kerim'in sesi cami dışına verilmeyecek.

Selman da oranın cehape zihniyeti herhalde.
100 yıl sonra camilerde ezanı kistilar 
Kadın erkek sinemalara gittiler.
Kadınlara tek başına araca binme izni verdiler 
Biz ne yapacağız
"Nadanı terk etmedik, yaranı arzuladigimiz için "
-Huluogggg,  huluogggg. Yürü be kim tutar bizi.

Not 4: İnsan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. İnsan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendine sığacağını aklına getirmez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. (ŞULE GÜRBÜZ / Coşkuyla Ölmek)

Not 5: Gerçek ve yalan günün birinde buluşurlar...
Yalan, doğruyu söyler: "Bugün hava çok güzel!" Gerçek, şaşırır. Çünkü yalan, doğruyu söylemektedir; yalana güvenmeye karar verir.
Havuz gibi görünen bir kuyunun başına geldiklerinde yalan, "Hadi hava güzelken suya girelim" der.
Soyunup suya girerler.
Yalan, birden fırlar ve gerçeğin kıyafetlerini de alıp kaçar.
Öfkelenen gerçek sudan çıkıp kıyafetlerini arar ama onu görenler tarafından ayıplanır.
Bellidir ki, "çıplak gerçek" rahatsızlık uyandırmaktadır.
Suya geri döner, kuyuya doğru dalar ve kaybolur.
O zamandan beri yalan, onun kıyafetleriyle dolaşmaktadır.

Not 6: Mesele, Eylem Tok’un “hayli lüks” yaşam tarzı.
Göktürk’te dev bahçeli, yüzme havuzlu, birden fazla çalışanın olduğu bir villada yaşıyor Tok.
Porsche’leri falan zaten biliyorsunuz.
Merak edilen konu, bu lüks ve oldukça pahalı yaşamın nasıl finanse edildiği.
Eylem Tok’un bilinen işi yayıncılık ve yazdığı iki kitap var. Birinin adı Mihr, diğerinin ise Allah’ın Piyonları.
Bu iki kitabı 10 yıl önce yazmış.
Oğlunun da iki kitabı var.
Bir de palavradan film.
Kendi yazıp, kendi çekmiş.
Kimsenin izlemediği bir film.
Bir de İngiltere ve Kanada’da yayımlandığı söylenen çocuk kitabı.
10 yıl önce yazılmış ve asla çok satan olmamış iki kitap ve izlenmemiş bir film.
Para kazandırmak bir yana, para kaybetmiş olması çok muhtemel dandik işler.
Peki değirmenin suyu nereden?
Tanıyanlara göre, iş Bursa’ya uzanıyor.
Eylem Tok’un eski eşi ve çocuğunun da babası Bülent Cihantimur Bursa’da bir “estetik merkezi” sahibi.
Tok, bu merkezde karşılama görevlisi ve daha sonra Cihantimur’un asistanı olarak çalışıyor. Sonrasında da eşi oluyor.
Bu dönemde Cihantimur’un estetik merkezine soruşturma açılıyor, Maliye denetimine giriyor.
Bu soruşturma bir şekilde kapanıyor ve bu arada Eylem Tok aniden zenginleşmeye başlıyor.
Aileyi başından bu yana bilenler ve Eylem Tok’un hayatındaki gelişim ve değişimi izleyenler zenginleşmeyi şaşkınlıkla karşılıyorlar.
Bu zenginleşmeyi anlamlandırmaları ise ancak Dilan Polat olayından sonra oluyor.  

Not 7: Bir ülkenin yaşayanları açısından yönetimin başarısı ülkenin askerî gücü, ekonomik büyüklüğü, nüfusu, yılda kaç turist ağırladığı, kaç otomobil ürettiği ya da benzeri kriterlerle değil, vatandaşlarını ne kadar mutlu ettiği ile ilgilidir.
Yıllardan beri de AKP iktidarının bu konuda son derece başarısız olduğunu söyleyip duruyorum.
Türkiye her gün biraz daha fazla “mutsuz insanlar ülkesi” oluyor diyorum.
Sokakta yüzü gülen insana rastlamamaktan, herkesin gergin, sinirli ve hatta öfkeli olmasından yakınıyorum.
Mutsuzluğun bir pandemi şeklinde ülkeye yayıldığından bahsediyorum.
Ülkenin büyük bir çoğunluğu, ki buna iktidara yakınlar, iktidardan nemalanıp zenginleşenler, iktidar çevresinde olduğu için iktidar nimetlerinden fazlası ile yararlananlar dahil.
Hatta 5 müteahhit olarak tanımladığımız kitle ve o kitlenin yakınları dahil.
Ülke sanki omuzlarımızda yaşıyormuş gibi hissediyoruz.
Ekonomik koşullar, gelir adaletsizliği, yargıya karşı güvensizlik, özgürlük hissinin giderek azalması, yarına ilişkin belirsizlik, uzun bırakın orta vadeliden geçtim kısa vadeli plan bile yapılamıyor olması, gençlerin kariyerlerinden umut kesmesi, liyakatsizliğin dört yanımızı sarması, eğitim kalitesinin sefaleti…
Hepsi mutsuzluğumuzun sebebi.
Birkaç gün önce Türkiye’nin önemli işinsanlarından biri telefonundaki uyku uygulamasını gösterdi.
Yurt dışında iken gecelik derin uyku ortalaması 2 saate yaklaşırken, Türkiye’de bu süre birkaç dakikaya düşüyordu.
Ve ben bu gözlemimi “Acaba bir algı mı, ben mi yanılıyorum?” diye şüphe ile karşıladım.
Ve Dünya Mutluluk Endeksi yayınlandı.
Türkiye 106. sırada.
Belli ki yanılan ben değilim.

Not 8: İnsanlar 2020'de aldıkları evin, arabanın fiyatının 10-15 kat artmasını garipsemiyor ama et, süt, peynir fiyatı aynı oranda artınca isyan ediyor. Böyle bir çelişki içindeyiz. O eti, sütü, peyniri satan zam yapmazsa çadırda mı yatacak? Kazanın doğurduğuna inanıp öldüğüne inanmamak.

Not 9: En büyük felaketlere karşı bile bir duyar oluşmuyor.
Binlerce insan ölür, üç gün sonra unutulur.
Bir topluma duyarsızlık belası bulaşmışsa, başka belaya gerek yok; gerçek belasını bulmuş demektir.

Not 10: Almanya ile Türkiye’nin nüfusu hemen hemen aynı. Almanya’da çalışan sayısı 46 milyon, Türkiye’de 30 milyon.
Almanya’nın yaş ortalaması 44,6. Türkiye’nin yaş ortalaması 33,5.
Bizden çok daha yaşlı Almanya’da bizim 1,5 katımız insan çalışıyor.
Sonra da diyoruz ki bizim genç nüfus avantajımız var.
Toplumun sosyolojisini , davranış biçimini , kültürünü eleştirmek, kutsalları eleştirmekten daha büyük tepki alıyor.
Vasatlık, manipülasyonda çağ atladık. IQ (zeka seviyesi) 86’lara geriledi, dibin az üstüne.
Herkes bu vasat toplum yapısına övgüde bulunma, kutsama yarışında.
Toplumsal öz eleştiri şart, bunu siyasetten beklemek eşyanın tabiatına aykırı, bu görev ülke entelijansiyasınndır ki bu grubun da ayrı tartışılması gerekir.
Netice; bu durum sürdürülebilir bir durum değil, toplumsal her katmanın bir özeleştiri sürecinden geçmesi gerekir.

Not 11: Memleketin dağı taşı üniversite oldu, yarım netle bile kapak atabileceğiniz bir yer var.
Ebeveynler ve gençler için üniversite bitirmiş olmak “prestij” meselesi.
Her 10 kişiden birinin üniversite öğrencisi olduğu bir ülkede yaşıyoruz!
Üniversiteden mezun edilen her 10 kişiden 9’u da aslında mesleksiz.
Neredeyse orta yaşı bulmuş bir mesleksize nasıl meslek öğreteceksiniz?
Hiçbir işinize yaramayacak olan bir üniversite mezununa kaç lira vereceksiniz?
Bu mesleksizlik meselesi, memleketin en büyük meselelerinden biri.
Mesleksizlik ve gayesizlik.
Meslek liselerinden, mesleki eğitim merkezlerinden mezun olanlar genellikle eğitimini aldıkları alanlarda çalışmamayı tercih ediyor.
Devlet, diyelim ki tesviye torna ustası yetiştirmek için onca yatırım yapıyor, gençler oralarda onca zaman harcıyor ama sonuç neredeyse sıfır.
Meslek lisesi mezunların sadece yüzde 5’i kendi alanlarında, yani eğitimini aldıkları alanlarda çalışıyor.
Meslek eğitimi için tahsis edilen onca kaynak sokağa atılıyor, gençlerin yılları da öyle, yapmayacakları mesleği yarım yamalak öğrenebilmek için yıllarını heba ediyorlar!
Şu kaynak israfına bakın siz; milyonlarca genç orta yaşta mesleksizler olarak çıkacakları üniversitelerde ve yarım yamalak da olsa öğrenecekleri mesleği icra etmemek üzere meslek okullarında!..
Piyasada da müthiş bir “iş yapacak adam” sıkıntısı var.
Bildiğiniz gibi, şu anda mecburi eğitim 12 sene.
Her vatan evlâdı, 18 yaşına kadar okula kilitli.
Üniversite de fiilen mecburi gibi, bir yıl uzadı diyelim, 23 yaşında mezun olacak genç.
Dediğimiz gibi çoğu mesleksiz olarak mezun olacak.
O yaştaki birine çıraklık yaptıramazsınız.
Koskoca üniversite mezunu!
Bir iş yeriniz var diyelim, 25 yaşındaki bir mesleksiz genci getiriyor ve “Hadi bunu yetiştir!” diyorlar!..
Hani, 15 yaşında olsa, şeklini, kıvamını verirsiniz, neredeyse orta yaştaki bir gence ne verebilirsiniz?
Sözünüzü ne kadar dinler, kaç gün sabreder?

Her yıl 1 milyon civarı genç mezun oluyor üniversitelerden, bunların yüzde 80’i memur olmak istiyor.
Her yıl 800 bin kişiye memuriyet kadrosu verebilir misiniz?

Mesele içinde mesele…
Üniversiteden mesleksiz olarak çıkan, devlete kapak atmayı da beceremeyen neredeyse orta yaştaki gençler, hayatı öteleyip duruyor...
İlk evlenme yaşı da hızla yükseliyor.
Doğurganlık bitiyor.
Nüfus hızla yaşlanıyor.
Boşanmalar artıyor, anne ya da baba sevgisinden mahrum büyüyen çocukların sayısı da öyle.
Mesleksiz, gayesiz, sevgisiz…
İlgisiz…
Gayretsiz bir ortam!

Not 12: Sosyal güvenlik kurumumuzun aktüerya hesabı 1969 ve 1991’de iki defa Demirel’in “emeklilikte yaşa takılmama” düzenlemeleriyle tahrip edilmiştir. Geçen yılki EYT kararı da buna tüy dikmiştir. SGK enflasyon düzeltmesi yapamadığından genç emekliye yüksek, yaşlı emekliye düşük aylık vermektedir. Yapsa sadece kurum değil devlet bütçesi de batacaktır. CHP, “16 milyon emekli aileleriyle birlikte bize oy verse iktidara geliriz” hesabı içinde, yangına körükle gitmektedir. Korkarım yakında herkese doğuştan emekli olma hakkı verilsin diyecektir güzide siyasi partilerimiz ve politikacılarımız..

Not 13: Ormanımdan bir dal kıranın kafasını keserim, demiş Fatih. Devlet malını peşkeş çekemezsin. Tansu Çiller peşkeş çektine hem kendine hem etrafındakilere.

Not 14: BELEDİYE gibi, ciddi paranın döndüğü bir yapının, ÖZERK olmasını anlayamıyorum.

ÖZERK olacaksa, MERKEZİN para vermemesi gerekir bu kurumlara.

MERKEZ verecekse parasını, o zaman MERKEZİ olmalı.

Not 15: Ne güzel demiş…
“Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim...”

Not 16: TÜİK verilerine baktığımızda işgücü ödemelerinin Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı 1998 – 2000 arası yüzde 26 - 27 arasındaki iken 2001 krizi sonrasında 2001-2006 arası yüzde 24-25 arasına düşmüş, 2007- 2013 arasında yüzde 25-27 arasında dalgalanmış, 2013 -2019 arasında yüzde 28’den düzenli bir şekilde yükselerek 2019’da yüzde 31’e kadar çıkmıştır. 2020, 2021 ve 2022 yıllarında hızla düşerek yüzde 26,3’e gerilemiştir.

Sayın Kavcıoğlu ve Sayın Nebati’nin başında bulunduğu popülist program yüksek enflasyon ve negatif reel faiz yoluyla ciddi bir servet ve gelir transferine yol açmıştır. Gelir dağılımı ücretliler aleyhine sert bir şekilde bozulmuştur. Ancak bu kısa vadeli etkidir. Bir de son 20 yıllık uygulamaların yarattığı ve Türk ekonomisinin potansiyelinin altında büyümesine ve bunun için de dış borçlanma sarmalına girmesine yol açan orantısız büyüme problemi vardır. Bu uzun vadeli sorunun etkileri yapısaldır ve kökleri daha derinlerdedir. Para basarak, borç alarak kalıcı büyüme çok küçük bir ihtimalle sağlansa bile, inşaata gaz verip fabrikalara ve makine parklarına yatırım yapmayarak hiçbir şekilde üretim potansiyelinizi arttıramazsınız. Onun için gelir dağılımı problemini sağlam ve planlı bir sanayileşme olmadan çözebilmek zordur.  

Not 17: Çünkü “tanrım beni niçin terk ettin!” gibi acı sözlerin içeriği, en derin anlamıyla anlaşılabileceği gibi, yaşamın saçmalığına ilişkin genel bir hayal kırıklığının ve bilinçlenmenin kanıtıdır.

Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler, Nietzsche

Not 18: “Bir savaş yenilgiyle sonuçlanırsa, savaşın çıkmasında kimin “suçu” olduğuna bakılır, galibiyetle sonuçlandığında ise savaşı çıkaran övülür. Başarısızlığın olduğu her yerde suç aranır.

Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler, Nietzsche