Dünya hapishanesinde adamı umut bitirir

Son iki bin küsur yılda doğanın, içindeki bütün canlılarla birlikte yok oluşa yönelmesinin iki esas suçlusu var: Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi tek tanrılı dinler ve kapitalizm.

Aslında dinler ve kapitalizm ayrı gibi görünse de önemli bir noktada örtüşüyorlar.

Bu nokta, dinlerin ortaya çıkışlarından kısa bir zaman sonra kendilerini devletlerin ve tüccarların gönüllü bir hizmetkârı hâline getirmeleri, kurallarını onların işlerini kolaylaştıracak şekilde belirlemeleridir.

Kristof Kolomb (1451-1506) tarafından keşfedildikten sonra kıtaya giden beyazlar, Karayipler’in ve Güney Amerika’nın yerlilerini kısa zamanda yok ettiler. Yok oluş o kadar çabuk ve komple oldu ki onların ateşleriyle salgıladıkları karbondioksidin kaybolması, iklim değişikliğine yol açtı.

Kilise ve papazlar bu büyük vahşetin kolaylaştırıcılığını yaptılar.

Aynı hizmeti, uygarlıklarını ve inançlarını tahrip ettikleri siyah Afrika’da da gördüler.

Devletler ise kuruluşlarından beri şu veya bu kapasitede kapitalizmin, yani sermayenin ve zenginlerin, hizmetkârlarıdır.

Aşağı yukarı on beş bin yıl öncesine kadar insanlar küçük topluluklar hâlinde ve çoğunlukla göçebe olarak, avlayarak ve kök, mantar, meyve, böğürtlen gibi şeyler toplayarak yaşıyorlardı. Özel mülk ve para yoktu. Avlanan hayvanlar paylaşılıyordu. Ek ürün olmadığı için en ilkel hâli ile bile kapitalizm ve ürüne tamah edebilecekler yoktu.

Takriben 12,000-15,000 yıl önce avcılık ve toplayıcılıktan kaçış başlandı. Tarıma ve yerleşik hayata yönelindi. Depolanacak miktarda ürün ortaya çıkınca, çalışmadan bunun bir miktarına veya çoğuna el koyacak güçlü kişiler ortaya çıktı. Krallar ve küçük devletler oluştu. Bunlar arasında savaşlar başladı.

Tarım yoğun işgücü talep ettiği için kölelik yaygınlaştı, ekonominin köklü bir parçası hâline geldi. Antik Yunan’da nüfusun yüzde 30 ila 40’ının kölelerden meydana geldiği tahmin ediliyor. On Dokuzuncu Yüzyıl’daki iç savaştan önce Amerika’da Afrika’dan zorla getirilmiş yerlilerin oluşturduğu dört milyona yakın köle vardı.

Kapitalizm, sınırı olmayan bir iştah ve vahşetle parayı kâra çevirme düzenidir.

Dünyanın en büyük 181 şirketinin üst yöneticilerinin temsil edildiği US Business Roundtable, ABD İş Kuruluşları Yuvarlak Masası şu görüştedir: “Şirketlerin var oluş ana nedeni hissedarlarına hizmettir.”

Tevrat’ın Tanrı’sına göre hayvanlar hiçbir hakkı olmayan “şeyler” dir. O, doğayı ve içinde yaşayan bütün hayvanları insanın emrine verir.

Yarattığı bütün canlıların en şeytanı olan insanı yüceltmeyi seçen, diğerlerini onun kâhyalığında yok olmaya terk eden Tanrı mı olur? Böyle bir tanrının var olabileceği nasıl düşünülebilir?

Yoksa bu “Tanrı” kendini yüceltir, bütün canlıları istismar ederken kitleleri zapturapt altında tutmak isteyenlerin icadı mıdır?

Bu soruların cevabı konusunda her zaman şüphe içinde olacağız.

Ama dünyanın hâlini anlayanların, dinlerin ve kapitalizmin yarattığı yıkımı fark etmemesi imkânsızdır.

Eğer gözlerinde kalın bir perde bulunmuyorsa ve kalpleri ve kulakları mühürlü değilse.

Ama görmeseler de, işitmeseler de ve kalpsiz de olsalar artık çok geç. Olan oldu ve olacak olan da olacak.

Son söz: Basit bir gözlem: Bir mevki veya makama hak etmeden, kayırılarak gelen kişinin kibrinden yanına varılmaz, sanki ufak dağları o yaratmıştır. Gayret ve emeğiyle bir mevki veya makama gelen kişi ise çoğu zaman mütevazıdır.

Boş adam, çabuk şişer.

Anekdot: Çaycı odaya girdi ve bir tane çay var tepsisinde ve sordu çay sizin değil mi dedi ben de şöyle etrafa bir baktım evet benim dedim sonra düşündüm zaten odada benden başka kimse yok. Kafa gitmiş toplumun.

Not 1: Merhum Teoman Duralı hocayı küçük bir gruba yaptığı zoom konuşmasında dinlemiştim. ‘İnanmak insana güven duymaktır’ dedi, ‘Bin defa aldatılacağımı bilsem yine de insana güvenmeye devam ederim’. İyiler bu dünyanın gerçek soylularıdır. Rahmet olsun.

Not 2: Bir 'başarı pornografisi' dir gidiyor. Okullar, puanlar, rütbeler. Çalışmak iyidir ama ondan daha iyi olan şey insanlığın hayrına çalışmaktır. Sizin ulaştığınız şeyi başkasına ne kadar dağıtabildiğinizdir. Bir başka insanda öyküneceğimiz şey, önce onun ahlâk ve fazileti olmalı.

Not 3: Herkesin iştahla konuştuğu bir çağda, susmak için hiçbir fırsatı kaçırmayın. Herkesin önündeki ekrana baktığı bir çağda, hayal kurmak ve gündüz düşlerine dalmak için hiçbir fırsatı kaçırmayın. Herkesin çılgınca koştuğu bir çağda, durup düşünmek için hiçbir fırsatı kaçırmayın.

Not 4: Yürümediğimiz yolların pişmanlığı hep daha fazladır.

Not 5: Kendi kendisiyle, ‘başarısı’yla, cv’siyle, gücüyle, parasıyla, makam ve mansıbıyla sarhoş olanlara bir tek soru :

Kazanırken, neyi kaybettin?

Not 6: “50 yaşına geldiğinde hayatı 20 yaşında gördüğü gibi gören biri, 30 yılını heba etmiş demektir.” demişti Muhammed Ali. Büyümek ve olgunlaşmak, hayatın getirdiği armağanları kabullenmekle olur: Esnekliği, tahammülü, hatadan dönebilmeyi, ufkumuzu genişletmeyi öğrendikçe büyürüz.

Not 7: Bir aydır Tolstoy okuyorum. A. Karenina da dün bitti. Psikolojinin bir buçuk asır sonra tanımladığı pek çok fenomeni üstat keskin gözlem yeteneği ile adını koymadan betimlemiş. Deha böyle bir şey.

Not 8: Yenilgileriyle barışan insanın içinde gerçek bir devrim başlar. O artık daha mütevazı, sınırlarını bilen, zorluk içindeki kişilerin halinden anlayan, neyi yapıp neyi yapamayacağını idrak etmiş bir insan olarak yeniden doğmuştur. ‘Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’.

Not 9: Bir dostumun dedesinin yaratana sık sık söylediği yakarışı, niyazıymış : Tut demeden, tut elimi.

Biz tut demeden tut elimizi. Zira insanız; şaştığımızı, düştüğümüzü bilmiyoruz bazen.

Not 10: Birisi acı veren bir hikâyesini paylaştığında sizden çabuk bir çözüm beklemiyordur, zaten imkânsız. Bu hikayeyi işitmenize rağmen onunla birlikte kaldığınızı, o acıyla onu yalnız bırakmadığınızı, yaşadığı/konu imkânsız. Bu zorlandığı şeye sizin tahammül edebildiğinizi görmek istiyordur.

Not 11: 'Sevilmeme korkusu' öylesine içimize işlemiş ki, sürekli dışarıda bizi beğenecek bir bakış arıyoruz. Halbuki eskiler, 'kem göz'den korkardı.

Başkasının göz ve tecessüsünden korumamız gereken iç sınırlarımız, hayat alanlarımız var. Hayâ büyük bir muhafızdır.

Not 12: Yalnızlık etrafımızda insan olmaması değil; bizi anladığını hissettiğimiz insanların yokluğudur. Çektiğimiz ıstırabı kimsenin duymamasıdır. Dünyaya bizim gözlerimiz ve kalbimizle bakan insanların eksikliğidir.

İnsan, anlaşılmaya muhtaçtır.

Not 13: Bizi hayal kırıklığına uğratanlara çoğu kez bir şans daha vermek isteriz. Şaşmaz kuraldır: Umut, tecrübeyi yener.

Not 14: Evliliklerde şöyle bir durum görünmeye başladı: Kadın mutsuz, erkek sorun görmüyor. Erkek işlerin yürümesini yeterli görüyor, kadın daha fazla içsel yakınlık ve anlaşılmak istiyor. Günümüzde kadınlar, annelerine göre, evliliklerinden daha çok şey bekliyor.

Not 15: Hayatın manası üç yerde hakkıyla anlaşılır: Aşk ile birleşen ümidde, vecd ile yapılan ibadette, yeri yurdu unutturan seyahatte.

Nurettin Topçu, Var Olmak.

Not 16: Nerede okudum hatırlamıyorum: Bir idam mahkumu asılmaya götürülüyor. Hemen önünde bir çamur birikintisi var. Az sonra asılacak o adam, üzeri kirlenmesin diye, kenardan dolaşıyor. İnsan nefes aldığı müddetçe ümit vardır.

Not 17: Psişik (ruhsal) uyuşma şu demek: Ne kadar çok insan ölürse, mesele o kadar az umursanıyor. Sayı arttıkça duyarsızlaşıyor, daha az duygusal tepki veriyoruz. Şefkat yorulduğunda, 'bir kişinin ölümü trajedi, binlercesinin ölümü istatistik' oluveriyor.

Not 18: Buhran zamanları insanın cevherini ortaya çıkarır. Bencil daha da bencil olur, iyi daha da iyi.

Not 19: İyi bir eş veya arkadaşlık ilişkisi, sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek ihtimam da keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Ne isek o olabildiğimiz, hayallerimizi izleyebildiğimiz, maske takmadığımız bir beraberlik. Her insan ait olmak, sevilmek, değer ve takdir görmek ister.

Not 20: Artık senin elinden tutmayanı, senin de bırakman gerektiğini anladığın o an, kalbin kırılmış demektir.

Not 21: İnsanlar gelir geçer hayatımızdan ama en çok, bize özen gösterenleri hatırlarız.

Sessiz oturabildiklerimizi, bir acının yanı başında beraber kalabildiklerimizi, acziyetimize tanık olduklarında yüzümüze vurmayanları hatırlarız.

Not 22: Çocukluğun olumsuz yaşantılarının erişkin hayatına birebir tercüme edildiği ve bundan hiçbir kaçış olmadığı düşüncesi de modern hurafelerden biri. İnsanın ileriki hayatındaki olumlu yaşantılar geçmişin izlerini silebilir, insan geçmiş hapishanesinde bir kader mahkumu değildir.

Not 23: ‘Vay içinde çöl büyütene’. Nefret, öfke, düşmanlık büyütene. Vay içinde kocaman bir benlik büyütene. Hırs ve tamahkarlık büyütene. Vay içinde büyüttüğü susuzluktan her gün azar azar ölene.

Not 24: İki gündür farklı ağızlardan duyduğum ‘aynen’ sözcüğü yirmiyi buldu. (Üşenmedim saydım). Dahası hiç sevmiyor olmama rağmen arada benim ağzımdan da kaçıyor. Bu onaylama ifadesi dilimize ne zaman ve nasıl musallat oldu, nasıl bu kadar hızla yayıldı? Aynen!

Not 25: Sevmek incinmeyi göze almaktır.

Not 26: "Günümüz gençleri öyle umursamaz ki, ileride ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bize, büyüklere karşı saygılı olmayı, ağır başlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler çok duyarsız ve beklemesini bilmiyorlar."

Hesiodos, M.Ö. 8. yy.

Not 27: Kalpte olan her şey söze dökülemez, Tanrı o yüzden bakışları, göz yaşlarını, soğuk gülüşleri, uzun uykuları ve titreyen elleri yarattı.

N. K.

Not 28: Dünya birbirini arayan ruhlarla dolu. İki satır konuşabileceğimiz, gülüşün ve hüznün kıvrımlarında birlikte kaybolacağımız sahici insana susamış durumdayız. Göğe aynı aşkla bakabileceğimiz, etten ve kemikten olduğu kadar acıdan ve gerçekten yapılma soylu ruh arkadaşları. Onunla yürürken ve ona yürürken kaybolmaktan korkmadığımız, kalplerini kendimize pusula bellediğimiz, maceramızı yüzlerinde seyrettiğimiz, hayatlarını birbirimize tanık kıldığımız dostlar. Şu kalabalık dünyada ancak birbirimize iltica etmekle serinlediğimiz yol ehli.

Kalbini dosta açan, mucizelere de açar.

Not 29: Bu dünyada insanın uğrayacağı en büyük kötülüklerden biri, kayıtsız kalınmaktır. Görünmez ve duyulmaz olmak. Biri varlığımıza bir yankı, acımıza bir cevap versin isteriz.

Bazı yaralar iyileşmez, sadece anlaşılmak ister.

Not 30: Önceden bir toplumun, hatta bir kültürün, bir tarihin içinde yaşardık. Şimdi galiba yalnızca bir ekonominin içinde yaşıyoruz.

Not 31: Videoları sıkıldığı için hızlandırarak izleyen bir kuşak, konuşurken de izleme hızıyla, aceleyle konuşuyor. Kelimeler yutuluyor, kısalıyor, yarım bırakılıyor. Dijital kültür beyinlerin işleme hızını değiştiriyor. Şöyle sakin, tadını çıkararak sohbet etmenin sonuna mı geldik?

Not 32: 'Düşersin deme, dikkat et düşmeyesin de'. Söz çağırır. Sözün canı vardır. Kim söyletiyor o sözü sana? Güzeli söyle, güzeli çağır.

Not 33: 'O seni yetim olarak bulup bir sığınak vermedi mi?' Duha/7

M. Esed yorumu: Her insan şu veya bu anlamda bir 'yetim'dir, çünkü herkes 'yalnız yaratılmış'tır.

Yetimlerin en güzeline...

Not 34: Ebeveynlerinizi, sizi yanlış yöne sevk ettikleri için suçlamanın da bir son kullanma tarihi vardır; dümene geçecek yaşta olduğun an, sorumluluk sana aittir.

J.K. Rowling

Not 35: ‘Söyleyeceğin şeyin sessizlikten daha değerli olduğundan emin olmadan ağzını açma’ demiş geçmişin bilgeleri, zira söz ağızdan çıkmadan sen onun efendisisin, ağızdan çıktıktan sonra söz senin efendin olur.

Not 36: Vazgeçebilme hürriyeti. Bu hürriyete pek az sahip olduğumuzdan tuttuğumuzu bırakamıyor, bulunduğumuz yere yapışıyor, yürüyüp gidemiyoruz.

Seni ne eksik bırakıyorsa, sen de onu bırak.

Not 37: Mutlu bir çift nedir? Her ikisi de birbirini çok iyi tanıyan ve yine de birbirini seven çifttir! Bu gerçek sevgidir: Ötekinin hakikatini seven sevgidir.

Andre Comte-Sponville

Not 38/ Büyümek ayrılmayı öğrenmektir. Sevdiklerimizi kaybetmeden, onlardan uzaklaşabilmeyi öğrenmek.

Not 39: Hayat nasıl da geçiyor,

Zaman hiç geçmezken.

Dizimdeki dermansızlık,

Bu yaşın alameti değil..

C. Z.

Not 40/ Kelebek kervanı can gülüşünle

yıkadın zamanı karanlığından

Göğüme yıldızlar dağıtan gölgen

yorgun günlerimin kutlu limanı

Baharı bir tohum gibi izlerim

saçlarının yumuşak ışıklarından

Ellerin yıldızlar yansımasıdır

onlardan okunur hikayelerim

Bir bahar yağmuru bana hitabın

cennet kıyılarından haber getiren

M. Akif İnan

Not 41: Gözlerin dilinden önce söyledi

Can gibi çekilip ayrılsan tenden

Gitme kal dememi bekleme benden

Ayrılık kararı verilmiş dünden

Gözlerin dilinden önce söyledi

(Yıldız Kenter)

Not 42: “ben zamanı öldürürüm zaman beni öldürürken

kangren bir kolum vardı dün

kesip atmak ağır oldu hem de onu çok severken…”

(Sezai Karakoç)

Not 43: Âşık Veysel’in dizeleri gelip kümeleniyor göğsüme; “Dünyada tükenmez murat var imiş, / Ne alanı gördüm ne murat gördüm ey / Meşakkatin adın murat koymuşlar, / Dünyada ne lezzet ne bir tat gördüm ey / Dünyada ne lezzet ne bir tat gördüm sevdiğim ey / Var mıdır dünyada gelip de kalan, / Gülüp baştan başa muradın alan ey.”

Not 44: Âşık Paşa der ki; “Kavuşmak istediği gül olanın, inlemesi bülbül gibi olur.”

Not 45: “Eski günlerin ahlakı hepimizi güçlüklere dayanan kişiler yaptı, bugünün ahlakı ise hepimizin birer lüks ve zevk düşkünü olmamızı istiyor.” (Somon Balığı İle Yolculuk’tan)

Not 46: “ ‘Kaç paralık adam?’ sorusunun sorulduğu bir kültür ‘modern’ kültürdür. Modern kültürde insanlara ‘paran kadar konuş’ denilir. Bu yüzden insanlar yoksulluğu bir bela, insanlık haysiyetinin kaybedilmesi olarak anlarlar.” (İsmet Özel’den tadımlık)

Not 47: Konuşmanın, söz söylemenin sınırı yok hele bugünkü gibi hiçbir zaman “söz” bu kadar hakarete uğramamış, içi bu denli boşaltılmamıştır. Ne bir sır, ne bir mahrem durduğu yerde durmuyor, çünkü her şey söyleniyor, her şey olduğu gibi ulu orta gözler önüne seriliyor. Adeta çılgın bir yarış hali var. Bu yüzden ne “düşünce” kıymetli ne de “hakikat” yakın. Sanki Cibran’ın “Hikmet yoldaki dönüş noktasında durur ve bize açıkça seslenir. Ama onun düzmece olduğunu düşünür ve ona bağlı şeyleri küçük görürüz” dediği hali yaşıyoruz. Hem kendimize hem bütün değerlerimize ihanet ediyoruz. Her şeyimizi ulu orta teşhir ederek körlüğümüzü artırırken, duyarlılıklarımızı yok ediyoruz. Bu da her gün yeni bir cinnet halini bize geri döndürüyor.

Not 48: Ekranlarda uzmanlar konuşuyor, ekran karşısında bizler dinlerken yoruluyoruz. Akademilerde bilgi üretiliyor, sokaklara taşıyor! Üretilen bu bilgi güçlüleri daha zalim kılıyor. İktidarların hâkim ve baskın olma amacına katkı sunuyor. Ekonomik olarak zenginleri daha zengin fakirleri daha fakir kılarken; savaşları, katliamları meşrulaştırıyor. Kültür, boşluğu yaşam biçimi haline getirerek her şeyi önce kutsuyor sonra araçsallaştırıp tüketiyor, tükettiriyor. Siyasiler ise bütün bu olup biteni gerekçelendirip, doğallaştırmaya ve normalleştirmeye çalışıyor. Bütün bunlar bir ahenk içinde gerçekleşirken insan ve ona ait her şey özünü kaybediyor. İnsanlık duruyor, eşya ve nesneleşen insan devam ediyor. Büyük acılar sadece alışkanlıklara dönerken; yas ritüelleri yeni boyutlar kazanıyor.

Not 49: Cibran ile kapatalım; “Eğer kış, ‘Baharı yüreğimde saklıyorum’ deseydi, ona kim inanırdı?” Hoşça bakın zatınıza…

Not 50: Bazen notalar dile gelir, gece sarı lambanın titreyen ışığında başka şeyler anlatır. Bir iç ses olur, dökülür ta en derinden dile gelmeyenler. Muhasebeye oturursun sonuna kadar tartar, mihenk’e vurursun halini, ya da arzu hal edersin ve en sonunda gözlerin kurur. Günün z-raporunu alırsın. Bu da böyle, bırak hırpalasın içindeki haytayı, haylazı… Neşet Ertaş söylüyor, zaman duruyor. “Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm” diyor.

Not 51: Bazen kurumlaşma, hakikatten uzaklaştırır.

Not 52: “+ Seyyid Yahya, tutulmak da nedir? – Yani, en güzel olanı sevmek. Aşk ateşini kalbinde yakmak demek. Yani, kalp gözü ve kulağının açılması.” (Allah Yakındır filminden)

Not 53: Kişisel gelişim sektörü, günümüz insanının içsel çatışmalarını ve varoluşsal arayışlarını, çoğu zaman sığ ve yüzeysel çözümlerle sunan devasa bir endüstri. Psikolojik derinliği, travmaların katmanlarını ve bilinçdışı süreçlerin karmaşıklığını göz ardı ederek "güne erken başla, pozitif düşün, hayallerinin peşinden koş, zengin olursun" diyen kitaplar, aslında derin yaralara parfüm sıkmaktan farksızdır. Parfüm, kokuyu geçici olarak bastırır; ancak yaranın irini ve enfeksiyonu içeride kalır, görmezden gelindikçe daha da büyür.

Not 54: Elbette, parfüm sıkmak hoş bir jesttir. Ancak önce yaranın temizlenmesi, dezenfekte edilmesi ve iyileşmeye bırakılması gerekir. Yoksa koku sadece bir yanılsama olarak kalır, yara ise içeride büyümeye devam eder. Ya da daha kötüsü, hiçbir yere gitmez; sadece üzerine yeni ve daha parlak kapaklı kitaplar eklenir, sorunun köküne inmek yerine sürekli yeni yüzeylere odaklanılır. Gerçek değişim, derinlere inmeyi ve acıyla yüzleşmeyi gerektirir, parfümün geçici örtücülüğünü değil. Kişisel gelişim kitaplarının modern insanın gerçek ihtiyaçlarına nasıl bir katkı sağlıyor ya da zarar veriyor hiç düşündünüz mü?

Not 55: Aslında kimse en başta korkuyu seçtiğini fark etmez. Yalnız, zamanla korkuyla yaşamaya alışır. Korku bazen bir savunma mekanizmasıdır. Tehlikeyi görüp ona göre davranmak, bilinmezlikten daha güvenli gelir. “Bildiğim korku, bilinmezliğin kaygısından daha iyidir” der ve alıştığı korkuyu zamanla kendi eliyle seçer.

Sürekli korku hissetmek, bireyi edilgen yapar. Dacher Keltner’ın ‘Güç Paradoksu’ kitabı, korkunun bireyin karar alma yetisini felç ettiğini, hareketsizlik doğurduğunu gösterir. Bu durum, öğrenilmiş çaresizlikle birleştiğinde kronikleşir.

Yargının kontrol altına alınmasıyla adaletsizlik boy gösterdiği için korku daha da derinleşir. Sessizlik büyür. Adaletsizliğe ses çıkaran hain olarak etiketlenir; çünkü lidere mutlak boyun eğmeyen, kontrol edemediği herkes onun nazarında düşmandır.

Adaletsizlik karşısında susmak, hayatta kalma içgüdüsüdür. Zimbardo’nun ‘Lucifer Etkisi’ adlı kitabında, tehlike ortamlarında bireyin vicdanını nasıl bastırdığı ve sessizliği tercih ettiği anlatılır. “Bu benim görevim değil”, “Zaten hiçbir şey değişmez” gibi bahanelerle vicdan susturulur.

Adaletsizlik olağan hale gelir. Toplum bu duruma alışır. Tepki verenler yalnızlaşır, sindirilir.

Herkes kendi sınıfının çıkarını düşünür. Alt sınıflar susar çünkü korkar; üst sınıflar susar çünkü sistemden beslenir.

Toplumda dayanışma zayıfladıkça birey yalnızlaşır. Birey yalnızsa, hareket etmez. Bu da adaletsizliğin normalleşmesine neden olur.

Not 56: Lider, kendi propagandasına inanır ve objektif bilgi alamadığı için gerçeklikten iyice kopar. Yanlış kişilere güvenir çünkü çıkarları için ona yaranmaya çalışan kişiler sadık gözükse bile niteliksizdir. Bitirdiği liyakat onu kendi bacağından vurur.

Daha fazla hata yapmaya başlar. Ekonomi, dış politika, iç güvenlik gibi alanlarda fahiş hatalar yapar. Bu hatalar, halkta memnuniyetsizlik doğurur; lider daha çok korkar, daha çok bastırır. Kısır döngü başlar.

Diktatörlük; bireysel korkular, toplumsal çaresizlik ve kurumsal çürümeyle kurulur. Lider paranoyaklaşır, zalimleşir. Toplum susar. Bu döngü ancak güçlü kurumlar ve örgütlü toplumla kırılır. Aksi halde bedel büyür. Bilimsel veriler, bu sürecin evrensel olduğunu gösteriyor.

Albert Hirschman, ‘Çıkış, Ses ve Sadakat’ çalışmasında, “İnsanlar değişimin imkânsız olduğuna inandığında sessizleşmeyi tercih eder” diye yazmıştır. Oysa, değişim imkânsız değildir. Eğer bir lider bir halk üzerinde zulmünü arttırıyorsa, ona karşı ses çıkartanları düşman ilan ediyorsa, yerini kaybetme korkusuyla eline geçirdiği tüm kaynakları haktan hukuktan uzak bir şekilde kullanıyorsa, bu onun gücünü kaybettiğinin ve korku içinde yaşadığının bir göstergesidir. Kendi korkusunu başkalarını korkutarak gidermeye çalışır. İşte bu noktada halkın, totaliter rejimi dayatmaya çalışan liderin korkusunu üstüne almayıp kendi üstünlüğünü anayasal hakları doğrultusunda göstermesi gerek.

Bu tür olayların yaşandığı ülkelerde halk “Kimse sesimizi duymaz. Yasa mı kaldı?” diye sorsa da her zaman bir yerlerde işini iyi yapan, ahlaklı hukukçular, eğitimciler, medya sahipleri vardır. Yalnız, onların da umuda ihtiyacı olduğu unutulmamalı. Ayrıca, liderin gücünü kaybettiğini, kitleleri ardından sürükleyemediğini gören birçok kişi onu yalnız bırakır. Yani halk kendisine yapılanları sineye çekmezse, o kısır döngü kırılır ve liderin etrafındakiler de dağılmaya başlar.

Unutmayın; değerler üzerine kurulmayan bağlılıklar yıkılmaya mahkumdur ve halk kendi değerlerine sahip çıktığı sürece önünde hiçbir kuvvet duramaz. Yeter ki atılan adımlar, tüm provokasyonlara rağmen, uzun soluklu, akılcı, şiddetten uzak ve yasal olsun.

Not 57: Aslında tek bir büyük kabile var, tüm insanlık. Ama o büyük insanlık dünyanın her yerinde, kendi zenginliğinin kölesi olmuş ve yoksulları da kendisine köle etmiş, daha fazla zenginleşmek için her erdemi ayaklar altına almaktan çekinmeyecek sermayedarlar tarafından esaret altında alınmış durumda yaşıyor.

Not 58: Mutluluk geçer, umut kalır. Fırtına ne kadar şiddetli olursa olsun, o liman hep oradadır. Viktor Frankl der ki; “İnsandan her şey alınabilir ama bir şey alınamaz: Kendi tavrını seçme özgürlüğü.”

Bugün bir ses, olması gerektiği yerden bize seslenemiyor olabilir. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü taşıdığı anlam hâlâ bizimle. O ses unutulmadı, unutturulamaz. Çünkü yalnız değildi, hâlâ değil. Umut yerinde. Ve hiçbir şey bitmedi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.”

Ve unutmayalım: Bastırılan sesler dağılmaz; birleşir. Ve adalet, bazen geç gelir ama mutlaka yerini bulur.