Dünya hayatı, sadece aldatıcı bir geçinmedir

Dünya hayatı, sadece aldatıcı bir geçinmedir.

Kur'ân-ı Kerim, geçici dünya hayatını şöyle tarif ediyor:

"Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekicilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir." (Hadîd /20).

Yüce Rabbimiz, ölümü ve hayatı insanları imtihan etmek için yarattığını şöyle ifade ediyor:

"O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk Suresi /2).

Dünya hayatında imtihanın şiddeti; imtihan olunan kişinin kendine yakın ve sevgili kılınan şeylerle imtihan edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak buradaki dengeyi kurabilmek içinde bize ciddi uyarılar yapılmaktadır:

"Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne (imtihan)dir. Allah'a gelince büyük mükâfat O'nun katındadır." (Enfal Suresi/28).

Dünya hayatı kendine has dengeler ve düzen içerisinde devam ederken insanoğlu, ölçüyü kaçırdığı için dünya hayatının imtihan olduğunu unuttuğu için mutsuz ve dengesiz bir hayat yaşamak zorunda kalmıştır.

Ölümün olduğu dünyada aslında her şey anlamsızdır. İnsanoğlunun en büyük yanılgılarından biri de geçici imtihan dünyasında elde ettiği mal, mülk, servet ve şöhretin sonsuza kadar elinde olacağına inanmasıdır.

Son söz: İnsan ruhu inceldikçe (algı kapasitesi arttıkça) daha küçük daha narin daha zarif şeylere eğilim duyar. Oysa eğitimsiz kaba ve küçük ruhlar haz alabilmek için daima kocaman, büyük, iri şeylere yönelirler; büyük yapılar, büyük takılar, büyük arabalar…

Not 1: Yolculukları kim sevmez. Bavul yap, bavul boşalt eziyetine, gittiğin yerde karşılaşacağın nahoş sürprizlere ve hatta bazen aklının fena hâlde geride kalmasına rağmen yola çıkmak güzeldir. İnsan "gitmek" ister.
Kalmak, tutuklu kalmaktır. Altın kafeste bile olsa...

Not 2: Benim için her yolculuğun kritik ve derinden ürperten bir anı vardır...
Tam o anda geri döneceğim yerin hakiki "yuvam" olmadığını hissederim.
Tam o anda fark ederim ki, gittiğim yer de, döneceğim ev de, her yer gurbet...
Neyse ki, çok kısa sürer o an!

Not 3: J. Derrida insanın dostluk arayışında "bir başkasına inanma, güvenme özlemi"nin izlerini görür. Şöyle der sonra: "Başkasına inanmak isteriz; çünkü kendimize inanmak isteriz."

Not 4: Kimsenin sevilmeye itirazı yok. Zaten sevilmek için çabalamaktan bitkin düşüyor çoğu insan...
Fakat sevmeye gelince... Herkes sadece kendini sevmeye çalışıyor.

Not 5: Başkalarının gözündeki çapağı görüp eleştirmek için bu kadar atak, kendi günahını, eksiğini, gediğini görmek için bu kadar korkak ya da umarsız olmak!.. Bir tür üstünlük gibi piyasa yaptırılıyor bu hâllere. Yazık!

Not 6: Güneş bütün insanlara doğar, ama ışığı perdesini açanlar görür.

Not 7: Batan Güneş'i izleyen birisinin sol tarafı hangi yönü gösterir!

Not 8: Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar
İliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.

Gıcım gıcım gıcılayan iç sesler o kadar arttı ki..

Not 9: Ekrem İmamoğlu'nu içeri atıp da hakkında yolsuzluk soruşturması açılan çok sayıda AK Partili belediye başkanından bir tanesini bile içeri atmazsanız, İmamoğlu'nu kahraman, CHP'yi de güçlü iktidar yapmaktan kurtulamazsınız!
Yolsuzluk operasyonu, temiz eller operasyonuna dönüşmeli, iktidar muhalefet ayırt etmeden yolsuzluk, hırsızlık yapan görevli kişiler gözlerinin yaşlarına bakmadan içeri atılmalı. Belediye başkanları, milletvekilleri ile ilgili köklü yasal düzenlemeler yapılmalı. Belediye başkanı, milletvekili olmak, 'köşeyi dönmenin', servet sahibi olmanın kapısı olmaktan çıkarılmalı, millete hizmet kapısı olmalı.
Yolsuzluk operasyonu, temiz eller operasyonuna dönüşmezse, milletteki adalet duygusunun zedelenmesi önlenemez ve ülke geri dönüşü zor bir kaosun ve çıkmaz sokağın eşiğine sürüklenmekten kurtulamaz. İş işten geçtikten sonra, başta yapılması gerekeni sonda yapmanın hiçbir anlamı olmayacağını da özellikle hatırlatmak isterim.
Yusuf Kaplan

Not 10: Gülü sevip dikenine katlanmaya gerek yok.
Papatya sevin.

Cahit Zarifoğlu

Not 11: Gökyüzünün mavisince emzirilmeyen insan iflah olmaz bu dünyada.

Not 12: Benim bütün fikirlerim insanların insanlar üzerinde gerçekleştirdikleri tahakkümün ancak insanların insanlarla kurdukları dostluk aracılığıyla ortadan kalkacağına matuftur.

İsmet Özel, Cuma Mektupları-II

Not 13: “Dağılması uzun sürer.
Arkasında deniz uzanıyor olsa gerek
hızlı, dayanıklı gemileriyle.
Sisin dağılması uzun sürer.
Vakit gelmedi daha…” (İoanna Kuçuradi)

Not 14: Bin türlü geziye çıkmış. Dünyanın öbür ucuna gitmiş, dağlara tırmanmış, denizlere açılmış...
Ama huysuz, huzursuz, hep kaygılı...
Dünya ve memleket üzerine fikirleri ilkokul çocuklarınınkinden öteye gitmiyor.
Çünkü gittiği hiçbir yerde "kendisiyle" buluşmamış...
Çok görmüş ama hiç anlamamış...
Biliyorsunuz, değil mi, var bu adamlar; bazıları da şöhret sahibi hatta...

Not 15: Bayram günleri seni beni sokağı büyüğü küçüğü yakındakini uzaktakini çok güçlü bir sessizlik kuşatır. Sokakları böyle kolsuz ayaksız başsız görmek insanın da kolunu ayağını bağlıyor. Unutamadığım büyük bir bayram anım vardır, oynayacak kimseyi bulamadığım sokakta can sıkıntısından ölecekken sokağın köşesinde bir çocuk gördüm, sırtını kale duvarına vermiş yapayalnız oturuyor. Bu çocuğun annesi yoktu öksüzdü. Yakınları ölmüş. Babası çok uzaklarda. Lunaparka gidemedi ziyaretlere gidemedi konu komşu kimseye gidemedi, öylece sessizlik içinde duvar dibinde. Bilmem neden bayramlar en yakın ölmüşleri en uzaktakileri susmayan dinmeyen bir dert gibi atıyor içinize. Yatıştıramadığım hasret yatışmayan bir sessizliğe dönüşüyor.

Not 16: Dili çok ağırdır, her daim kanayan açık yaramdır bu sessizlik.
Boşalan sokaklar boğduğu parçaladığı telaşımızın unutturduğu asıl hikayemizin gerçek simalarına kavuşur, boşalan sokakların tenhalığı kahraman ve fani arkadaşlarımın kardeşlerimin kalabalığını içime bir sükunetle doldurur.
Ey sevgili güzel insan, eski bayramlardan bugüne kalbimden size kalan tek şey, size ikramım tek şey, içimde gittikçe enginleşen o büyük sessiz yerdir.
Sesleri artık duyulmayan, herkesin unuttuğu, içime gömülü saklandıkları yerden bir türlü çıkmayan, yerini başka hiçbir şeyin doldurmadığı o hayal meyal simalar... Ve bayram günleri gözümün önüne bir gelip bir yok olan... Derin hasretin boşluğunda... Soğuk mermer bir heykel gibi tenha bayram sokaklarında beni tekme tokat döven, o büyük sessizlik.

Not 17: Fiyatın/ücretin, arz ve talebi denkleştiren noktada teşekkül etmesi birçok koşula bağlıdır. Bunların başında da piyasada “çok alıcı-çok satıcı” bulunması gelir. Benim gözlemime göre bu koşul “kestane kebabı sektörü” dışında bulunmaz. İkinci önemi koşul, alıcı ile satıcının pazarlık güçlerinin denk olmasıdır. Tek bir işçinin, emek fiyatı (ücret) pazarlık gücü, herhangi bir işverenden düşüktür. Pazarlıkta güç dengesi sağlansın ki; emek fiyatı (ücretler) doğru noktada teşekkül etsin diye, bireysel pazarlık gücü olmayan işçilere “toplu pazarlık” hakkı (imtiyaz diye okuyun) tanınmıştır. Bunun yaptırım aracı da grevdir. Bu imtiyaz, esasında serbest piyasa ilkelerine aykırıdır. Çünkü sendikalaşma emeğin kartelleşmesidir. Bir nevi tekel yaratmaktır. Dolayısıyla hak değildir.

Sendikalaşma, iki tarafı keskin bir bıçaktır. Bazen ücretlerin doğru bazen de yanlış düzeyde oluşmasına sebep olur. Sanayi dış rekabet gücünü kaybeder. İstihdam yurt dışına kayar. Koparabildiğin kadar kopar davranışı, hür sendikacılığa hayat hakkı veren piyasa ekonomisine hasar verir. Enflasyonu körükler. Piyasa ekonomisine inanmayanlar ise vicdanen çok rahattır.

BELEDİYE İŞÇİLERİNİN İŞVERENİ BELEDİYE BAŞKANI DEĞİL KENT HALKIDIR.

Marxist kurama göre “firmanın kârı, işçiye eksik ödenen ücret”tir. Aynı özdeşlikle firmanın zararı da “işçiye ödenen fazla ücret”tir. Zırva ama devam edelim: Öyleyse toplu pazarlık “kâr bölüşme” çekişmesidir. Soru: Belediye işçileri sendikası, hangi firmanın kârını bölüşmek istiyor? Grevlerin çoğu sendikaların aralarındaki “kim daha fazla zam alır” rekabetinden doğmaktadır. İzmir Belediye grevi Yılmaz Özdil’in, TV’de İpek Özbey’e anlattıkları sayesinde kangren olmadan bitti. Hayırlı olsun.

SON SÖZ: Hür sendikacılık, sorumlu sendikacılıktır.

Not 18: Birini beklemek, insanı kendisiyle buluşturur. Sırf bu yüzden bile beklemek güzeldir.
Beklemek azar azar ölmektir derler. Çok yanlış!
Kavuşmak azar azar ölmektir.

Not 19: İyi baba olmakla iyi insan olmak arasında dolaysız ve derin bir bağ vardır. İyi insansan iyi babasın. Gerisi boş laf.

Not 20: Aklını projelerle bozmuş insanlara dikkat ediyor musunuz?
Uzağı görmeye yarayan gözlüklerini hiç çıkarmadıkları için burunlarının dibinde olup biteni göremiyorlar.

Kaybedince "hayat boşmuş" diyenlere gülüp geçiyorum...
Kazanınca böyle diyebiliyor musun? Asıl olan bu!

Not 21: Şımarık umutla, mızmız umutsuzluk aynı kökten geliyor: Şimdiki zaman karşısındaki körlükten...

Not 22: Modern çağın en büyük uzlaşı alanı, çoğu zaman fark edilmeden refah fikrinde kendini gösterir. İdeolojik kamplaşmalar, sınıfsal ayrımlar, kültürel gerilimler; gündelik hayatın karmaşası içinde aynı beklentide buluşur: tüketim, konfor, arzu, tatminsizlik…
Ancak kavramlar ne kadar çok tekrarlanırsa, anlamları o kadar aşınır. “Refah” da bu aşınmış kavramlardan biri hâline gelir. Ekonomik göstergelerin ötesine taşarak, bireyin kendini tanımladığı ve başkasıyla kıyasladığı bir kimlik aracı olur.
İnsan, sahip olduklarıyla görünürlük kazandığı bir dünyada yaşamaya alışır. Bu görünürlük yalnızca maddî varlıkla sınırlı kalmaz, sosyal medyadaki paylaşımlardan tüketim tercihine, tatil biçimlerinden meslekî unvanlara kadar genişler.

Refah, artık bir imkândan çok, bir statü göstergesine dönüşür. Varlık, toplumsal karşılaştırmanın diline tercüme edildiğinde, birey kendi değerini başkalarının eksiklikleri üzerinden inşa etmeye başlar. Bu durum sadece bireysel hırsları kaşımakla kalmaz, toplumsal yapının işleyişini de dönüştürür.
Refahın kıyasla işleyen doğası, göreli gelir kuramlarında karşılığını bulur. İnsanlar, mutlak kazanımlardan ziyade çevrelerindekilere kıyasla hangi konumda olduklarına odaklanır. Aynı maaş bir bağlamda tatmin sağlarken, daha yüksek beklentili bir çevrede yetersizlik duygusu uyandırabilir.
Sosyal medya bu etkiyi daha da keskinleştirir: Herkesin daha mutlu, daha başarılı, daha şık göründüğü bir dünyada, eldeki her şey eksik görünür. Kişi sahip olduklarından tat alamaz; çünkü başka birinin fazlası, kendi yeterini gölgelemeye başlar.

Bu kıyas kültürü yalnızca bireyler arasında işlemeye devam etmez; sınıflar arasında da dolaşıma girer. Üst gelir grupları, maddî ayrıcalıklarının yanı sıra estetik sınırlarını da koruma eğilimindedir.

Not 23: Toplumun alt ve orta kesimleri için refahın yayılması, ilk bakışta bir fırsat gibi görünür; ancak bu genişleme, beraberinde daha yüksek beklentilerin tetiklediği bir tatminsizlik duygusu getirir. Refahın eşiği her adımda yükselir. Ulaşmak tatmin sağlamaz, ulaşamamak ise eksiklik hissini derinleştirir. Bu döngüyü, hedonik adaptasyon teorisi çarpıcı biçimde ortaya koyar: Bireyler, zamanla sahip olduklarına alışır ve alıştıkça onlardan duyduğu memnuniyet silikleşir. Bu süreç, sadece yeni arzular üretmekle kalmaz; sahip olunanın kıymetini, hatırasını ve emeğini yok sayan bir unutkanlığa dönüşür.
Yeni olan, kısa sürede sıradanlaşır; büyük bir kazanım, birkaç yıl içinde gündeliğin basit bir parçası hâline gelir. Bu durum yalnızca bireysel zaaflarla açıklanamaz; çünkü ekonomik düzen, tatminin kalıcı olmasından çok, arzunun sürekli canlı tutulmasını önemser. Tatminin uzun sürmesi, tüketim döngüsünü zayıflatır.

Not 24; Sahip olmak, artık yalnızca ihtiyaçları karşılamaya yönelmez; aynı zamanda üstünlük kurmanın bir aracına dönüşür. Refah, çoğu zaman paylaşım yerine imajı öne çıkarır. Diğergâmlık üzerine kurulması beklenen sosyal ilişkiler, gösterişin yön verdiği yüzeysel temaslara kayar. Merhamet, tevekkül ve kanaat gibi değerler, toplumsal hız ve rekabet içinde geriye çekilir. Bu dönüşüm, bireysel tutumların ötesine geçerek kültürel zeminleri de zayıflatır.
Toplumun refahla sınandığı bir zamanda, yoksunluk artık yalnızca eksiklikle tanımlanmaz. Varlık içindeki anlam kaybı, huzursuzluğun yeni yüzünü oluşturur. Huzur, mülkiyetin bolluğunda aranmaz. İtmînan, eşyayla kurulan sade ve yerleşik bağlardan doğar; gösterişli nicelik bu bağın yerini dolduramaz. Bu farkındalık, sistemin körüklediği arzunun dışına yönelme cesaretini gerektirir. Sorgulamak, yavaşlamak, bazen eksiltmeye razı olmak...
Böyle bir yöneliş, yalnızca bir hayat tarzı tercihi olarak kalmaz, aynı zamanda yeni bir toplum tahayyülünün ipuçlarını sunar.

Not 25: Türkiye’de “ipler” bu ülkenin has çocuklarının elinde olmadığı için bu ülke her zaman darbeye açık bir ülke. Her tür darbeye. Askerî darbe de olabilir bu, iktisadî darbe de, yabancı vakıflar tarafından fonlanan STK'lar üzerinden yürürlüğe konulan kültürel / ideolojik çökertme operasyonu da.
Belki de asıl darbeyi çoktan yedik biz: Ülkenin en iyi üniversitelerinde ülkenin kültürünü, değerlerini, medeniyet ruhunu inkâr eden, böylelikle ülkenin altını oyan mankurtlaşmış kuşaklar yetiştirerek en büyük darbeyi yaptık biz kendi kendimize.

Yazıyı silkeleyici dört tespitle bitireyim:
* Sultan Abdülhamid'in açtığı okullardan yetişen birinci kuşak Abdülhamid'i tahttan indirdi.
* Sultan Abdülhamid'in açtığı okullardan yetişen ikinci kuşak Osmanlı'yı tarihten sildi.
* 28 Şubat'tan sonra yetişen birinci kuşak Türkiye'yi terkediyor…
* 28 Şubat'tan sonra yetişen ikinci kuşaksa, İslâm'ı terkediyor…
Alarm zilleri çalıyor! Gençlerini kaybedenlerin geleceklerini kaybetmeleri mukadderdir. Hem fiîlî darbe hem de zihnî darbe için gerekli önlemleri âcilen almalı, bunun için de günü kurtaracak çerçöp işlerle uğraşmak yerine geleceği kuracak uzun soluklu büyük işlere imza atmanın yollarını araştırmalıyız.

Not 26: Modern toplumun en cazip vaadi refahtır: Daha fazla üretmek, daha kolay tüketmek, daha kısa süreli acılarla yaşamak. Ancak bu vaat, insanın iradesini beslemekten çok onu hiçleştirme riski taşır. İnsanın fıtratı; mücadeleyle, yoklukla, sınanmayla tekâmül eder. Refah, bu tekâmül sürecini geçici tatmine dönüştürdüğünde irade kaybolur, tahammül zayıflar. Geriye, memnuniyetle şekillenmiş ama anlamdan kopmuş bireyler kalır. Refah, çağdaş insanın rüyası gibi görünür; fakat çoğu zaman onu derin bir uykuya mahkûm eder. Ne kadar konforluysa, o kadar sersemletici; ne kadar parlatılmışsa, o kadar aldatıcıdır.

Refah, kısa sürede rahatlık sunar; zamanla kırılganlık üretir. Konfora alışan birey, en küçük aksaklığı yıkım sayar. Beklentinin sürekli artması, sabrı törpüler; tatmin, tahammülü köreltir. Bugün öfke, alışkanlıkların sekteye uğramasından doğar; yokluk, buna yalnızca zemin hazırlar... Ne kadar uzun sürerse refah, onun sona ermesi o kadar sarsıcı olur. Küçük bir ekonomik dalgalanma, büyük bir güven krizine dönüşür. Geçici bir eksiklik, devletle kurulan bağın çözülmesine yol açar. Çünkü alışkanlık, ihtiyaçtan daha derine yerleşir. Bu durum, bağlılık görünümü altında bir beklenti yığını oluşturur. O beklenti doymazsa, hayal kırıklığı yalnızca bireyde kalmaz, toplumu da sarar. Ve o anda, hafızasını yitirmiş toplum, yüzünü hakikate çevirmek yerine kendi öfkesine secde etmeye başlar.
Refah, insanlar arasındaki bağı güçlendirmediğinde, yalnızlığı çoğaltır. Temel ihtiyaçları karşılanan birey, başkalarına duyduğu gereksinimi kaybetmeye başlar. Yardımlaşma, yerini hizmet alımına bırakır; paylaşma, kişisel konforun gölgesinde unutulur. Zamanla sosyal ilişkiler çözülür, birlikte yaşama iradesi zayıflar. İnsanlar aynı sokakta yürür, aynı apartmanda oturur ama birbirinden habersiz yaşar. Bu durum “yalnız bireyler” üretmekle kalmaz, sinsi bir toplumsal kopuşu da beraberinde getirir. Ve bu kopuş, çoğu zaman fark edilmeden büyür.
Japonya, refahın bireyleri korumakla yetinmediği; onları birbirinden ayırdığı bir toplumsal yapının izlerini taşıyor. Her yıl binlerce yaşlı insan, evlerinde tek başına hayatını kaybediyor; bedenleri ise günlerce, bazen haftalarca fark edilmiyor. Bu ölümler artık istisna olmaktan çıktı; toplumun tanıdığı, devletin kayıtlara geçirdiği, akademinin incelediği bir vakaya dönüşmüş durumda: Kodokushi. Sessizliğin olağanlaştığı, toplumsal bağların görünmez hâle geldiği bir düzende, insanlar hem gözden düşüyor hem de sistemin dışında kalıyor. Sağlık hizmetleri işliyor, kamu düzeni sorunsuz görünüyor, teknoloji her şeyi ölçüp değerlendiriyor. Fakat tüm bu sistemsel başarıya rağmen, insan, insanla temas kurmadığında yalnızlaşıyor; yalnızlaştıkça unutuluyor; unutuldukça siliniyor. Kodokushi, tam da bu zincirin son halkasıdır.

Not 27: Bir medeniyetin iflası, topyekûn bir değerler yitimidir. Ne para ne eğitim ne de reformlar bu kaybı tek başına telafi edebilir. Çünkü medeniyet dediğimiz şey, önce insanın içinde başlar; onun bakışında, düşüncesinde, vicdanında ve ruhsal bütünlüğünde şekillenir. Bu bütünlük bozulduğunda, geriye yalnızca şatafatlı ama içi boş bir kabuk kalır. Ve o kabuk, eninde sonunda kırılır. Medeniyeti ayakta tutan ise, içten içe diri kalan insandır. Ancak bu insan, ne taklitle ne de şekille oluşur; içsel bir uyanış, bilinç ve değer inşası gerektirir. Tanpınar’ın deyimiyle, “şirazesini bulmuş” insan, bir medeniyetin yeniden doğmasının yegâne umududur. Hoşça bakın zatınıza…

Not 28: · “Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı, dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür.” (Kasas Suresi, 79-80)
· Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe el-Ensârî el-Hârisî radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gün, Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellemin ashâbı onun yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sade hayat sürmek imandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül 2)

Not 29: Gelecektim ama daha kötü bir hatıram olsun istemedim.
Cahit Zarifoğlu

Not 30: Evet bu sene radar noktaları artırıldı çok belli.
Her yere radarlar kuruldu çok net.
Ama gördünüz mü sayıları…
Kaza ve ölüm oranlarını…
Eskiye göre azalmış.
Üstelik ciddi oranda azalmış.
Demek ki neymiş?
Bizim böyle tedbirlere ihtiyacımız varmış.

Not 31: Trump'ın Amerikası...
6. yüzyıldaki kavimler göçünün sebebi, doğanın acımasız koşullarıydı.
21. yüzyılın kavimler göçünün sebebi ise Kapitalizmdir... Yeni tip kavimler göçüne doğru...

Not 32: Türkiye, felsefe için uygun bir toplum veya coğrafya değil midir?
1. Felsefe, ileri toplumlarda değil, geriden gelen toplumlarda atılım yapar. Felsefe, gelişmenin eşiğinde ve birçok açıdan krizle boğuşan toplumlarda zirve yapar. Bu kural hiç değişmedi.
Örnek: Batı Anadolu'da felsefe ortaya çıkarken, bu kentler, Mısır, Fenike ve İran'a göre ileri değildi. Yunanistan MÖ 5. yüzyılda felsefede atılım yaparken, Batı Anadolu'dan geri ve derin bir kriz içindeydi.
Bağdat'ta felsefe yükselirken de Arap toplumu, Pers ve Bizans'tan geriydi. Bağdat ve Endülüs bilim ve felsefe sayesinde "güneşin sofrasında" yer ala bildiler.
Kriz, ağır bir hastalıktır. Canlı ya ölür ya da daha canlı olarak hayata atılır.
Avrupa'da felsefe ve bilim 12. yüzyılda yükselişe geçerken Bağdat ve Endülüs'ten geriydi. Avrupa'da felsefe ve bilim nerede ortaya çıktı?
Önce İspanya (Endülüs) ve İtalya'da. Yani Müslüman toplumlarla kapışan ve gelişmek isteyen halklarda. İspanya ve İtalya'dan sonra felsefe Amsterdam'da, Londra'da, Paris'te ve Almanya'da yeşerdi ve zirveye tırmandı. Bu sıralamaya dikkat ederseniz, bir sonraki bir öncekinden toplumsal, bilimsel, kültürel açıdan geri toplumlardır.
2. Felsefe tarihini incelediğimizde, felsefecilerin kendi toplumlarının krizlerine çare aradıklarını, geleneklerini, kültürlerini, inançlarını, devletlerini ve siyasi kararlarını sorguladıklarını görürüz. Thales, Anaximandros, Sokrates, Platon, Aristoteles, Lucretius, Seneca, Diyojen, el-Kindi, Farabi, ibn Rüşd, Büyük Albert, Juan Huarte, Erasmus, Bruno, Descartes, Spinoza, Jean Bodin, Bacon, Hobbes, Locke, Diderot, Voltaire, Kant, Hegel, Feuerbach, Marx diye devam eder.
Bunların hepsi kendi toplumsal koşullarıyla çatışarak büyük filozof olmuşlardır. İstisnasız hepsi dışlanmış, hor görülmüş, hapse atılmış veya konuşması yasaklanmıştır. Fakat o toplumlar onların sayesinde yükselmiş ve zirveye tırmanmıştır.
3. Her felsefi atılımın sonucu toplumsal-kültürel-bilimsel-siyasi devrimdir. İstisnası yoktur. Yunanistan MÖ 600-400; Bağdat MS 750-1100; Avrupa 1200-1800 hep devrimler dönemi olarak anılır. Hollanda 1588, İngiltere 1640, Fransa 1789-1848, Almanya 1848-1919...
Türkiye belki uygarlığın zirvesine tırmanmayacak fakat büyük kültürel ve siyasi atılımlar yapabilecektir.
Gerekli olan nedir?
Felsefecilerin, akademisyenlerin, sanatçıların kendi toplumlarının gelenekleriyle, siyasi kararlarıyla, eğitim sistemleriyle, geri inançlarıyla, toplumsal ve kültürel bağnazlık ve gerilikleriyle kavga etmeleridir...

Not 33: Panoptikon, Foucault’ya göre modern toplumun bir metaforudur. Panoptikon, merkezde bir gözetleme kulesi vardır ve tüm mahkumlar, bu kule tarafından her an gözlenebileceklerini düşünürler ama diğer yandan gözlendiklerinden asla emin olamazlar. Bu gözetleme, iktidarın gücünü görünmez ama daha etkili işlemesini sağlar. Bu açıdan izleme cezaevinin temel bir denetim aracıdır. Kurum, tutuklu hakkında dosya tutar. Psikolojik profili, davranışları, uyumu, itaatsizlikleri vs. dosyalanır. Bunlar tutuklunun zaman içinde ne kadar “düzeldiği” ya da “tehlikeli” olup olmadığına karar vermek için kullanılır. Nitekim şartlı tahliye gibi mahkum lehine olan kararlar bu dosyadaki bilgiler referans alınır.
Bununla birlikte tutuklununun günlük programı, beslenmesi, okuduğu kitaplar, yazdığı mektuplar, sağlığı da bir bütün olarak yaşam tarzı izlenme yoluyla kontrol altına alınır.

Not 34: Anayasa’nın 19. maddesi uyarınca kişi hürriyeti ve güvenliği ancak kanunla öngörülen hallerde sınırlandırılabilir. Tutuklunun nakli gibi işlemler, keyfiyete değil hukuka dayanmak zorundadır. Ayrıca 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 53. maddesi uyarınca, hükümlü ve tutukluların sevkinde “yakınlık ilkesi” esas alınmalı; mahkemesi, ailesi ve avukatıyla bağlantısının koparılmaması gözetilmelidir.

Not 35: İnsan ölür. Çünkü ölümlüdür. Nitekim Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek de öldü. İnsan ölür de ölmesine ama bence daha önemlisi insanın nasıl öldüğüdür. Çünkü ölüme karşı insanlığın yapabilecekleri var yapamayacakları da. Örneğin kişi onulmaz bir hastalığa yakalanmıştır, ölür. Burada yapabileceklerimizi insanlığın bilgi birikimi belirler. İlaçlar, tedavi yöntemleri vs. Ya da gerçekten önüne geçilmesi mümkün olmayan bir doğa olayı olmuştur. Hesapta olmayan derecede şiddetli bir deprem, ya da yanardağ patlaması gibi. İnsan ölür.

Not 36; Ama Ferdi Zeyrek gibi bir havuzun elektrik kaçağına kapılıp ölmek bu tür bir ölüm değildir. Daha doğrusu bu tür bir ölümün nedeni “kaçınılmaz” değildir. Tarihsel gelişmeler Batı’da “aklın” ya da bir başka ifadeyle “rasyonalitenin” öne çıktığı bir dünya yarattı. O nedenle de yollardan tutun, konutlara, işyerlerine, hatta hayatın neredeyse her alanına “aklın” yol gösterdiği çizgiler hakim. Yoldaki kaldırımın yüksekliğinden tutun, yağmur sularının nasıl akacağına, otomobillerin nasıl park edileceğinden, ev girişlerinin nasıl olacağına kadar hemen her ayrıntı “aklın” süzgecinden geçerek oluşturulmuş. Bu anlamıyla her şey insanın yaşam alanının Ferdi Zeyrek’in ölümüne neden olan yüksek voltajlı elektrik kaçağına izin vermeyecek bir biçimde düşünülmüş ve yapılmıştır. Batı, genel hatlarıyla budur!

Not 37: Bize gelirsek, biz her şeyin mümkün olabildiği bir dünya içinde yaşıyoruz. Yani “aklın” yerine daha çok “kurnazlığın” hakim olduğu bir dünya bu. Akıl bir kez sosyal olanla temas etmezse, yıkıcı bir ortam yaratır. Herkesin birbirini kolladığı ve her türlü davranışın mübah olduğu bu dünya sosyal anlamda çatışmacı bir dünyadır. Batı dünyasında “akıl” ne denli etkili bir araçsa biz de “kurnazlık” o kadardır. O nedenle de bizim yollarımızın, şehirlerimizin, konutlarımızın harcında “akıl”dan çok “kurnazlık” vardır. Henüz bilmiyoruz ama Ferdi Zeyrek’in ölümü mutlaka ve mutlaka bir “kurnazlıkla” ya da bir “kişisel çıkarla” ilişkin bir nedenden kaynaklıdır.

Rahmetli Ferdi Zeyrek’in saçma sapan bir site yöneticisinin ya da bir yeteneksiz tamircinin yaptığı bir hata yüzünden bu dünyadan kopup gitmesinin yaşattığı yürek acısı akıl alır gibi değil. Ruhu şad, mekanı cennet, çocuklarının bahtı güzel olsun inşallah.

Not 38: İnsanlar kentlerden kaçınca kentlere dair sorunlardan da kaçtığını sanıyor. Bayramların kaçmak üzerine değil, bir araya gelmek üzerine olduğu unutuluyor.
20. Yüzyılda toplum birbirine benzerler üzerinden örülürken, 21. Yüzyılda birbirine benzemezlerin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Neoliberalizmin “Kendini düşün, başkasının başına ne gelirse gelsin” vurgusu, ortak bir gelecek tasarımını tüm yönetenler için gittikçe zorlaştırıyor. Yeni toplumu bir arada tutmanın yollarını bulmak gerek.

Not 39: Farklılık vurgusuyla insanları ayrıştırarak kaosu kolaylaştıran dünya düzeninde, benzerlikler üzerinden “toplum”u bir arada tutabilmek için milli ve dini bayramlar, ülkemizi birçok ülkeden ayrıcalıklı yapıyor. Bu konuya yeterince kafa yormuyoruz. Yeniden 19 Mayıs’ları stadyumlara taşımak, 23 Nisan’larda şenlikler yapmak, Ramazan Bayramı’nda komşu ziyaretlerini özendirmek, Kurban Bayramı’nda bölüşmek gibi birliktelik inşa edici fırsatlar oluşturmak, savunma sanayii yatırımları kadar önemlidir.
Unuttuğumuz güzellikleri yeniden hayata geçirdiğimiz, sadece kendini sevenlerin, yurdunu sevmeden kendini sevemeyeceğini fark ettiği nice bayramlara…

Not 40: Trump ve Musk kavgasından çıkarılacak dersler var;
Bir, güvenilirliği test edilmemiş kişileri çok yakınınıza sokmayın.
İki, iktidarınızı geçici olarak bile paylaşmayın.
Üç, sizin kadar tanınmış biriyle asla ortaklık kurmayın.
Dört, karakter çizgisi oynaksa size de oynayacağını bilin.
Beş, duygularını abartılı yaşayan birinden sağlıklı ilişki beklemeyin.
Altı, kontrol edemeyeceğiniz birine yetki vermeyin.

Not 41: “Mahkeme CHP yönetimini geçersiz sayarsa ne olacak” tartışmaları almış başını gidiyor. Bence;
Bir: Huzur, CHP için “uzak şehir.” Nedenler değişir, karmaşa sürer.
İki: Hem Özel hem de Kılıçdaroğlu mahkeme kararı sonrasını düşünen bir iletişim yönetimi yerine günü kurtarmaya bakıyorlar.
Üç: Mevcut yönetimi geçersiz saymaya neden olacak fiiller, ceza almaları sonucunu doğurmayacak mı?

Not 42: Nijeryalı futbolcunun transferi sadece Galatasaray taraftarlarının değil, futbolsever herkesin odak noktası. Transfer ücretinin akıl dışılığı bile konu olmuyor, parayı bulmak için neredeyse seferberlik ilan edildi. “Osimhen tutulması” yaşanıyor. Neden? Sadece başarısıyla açıklanabilir mi? Hayır. Osimhen’in de bizi seviyor olması hem başarılı hem alçakgönüllü olmanın mümkünlüğünü göstermesiyle kalplerdeki maçı da kazanıyor.

Not 43: Pek çok CİNAYET için, BAYRAM gibi dönemler tercih edilir.

Kim kime, dum duma zamanlar...

Millet memlekete yola çıkmış, güvenlik desen gevşek, emniyet yollarla uğraşıyor...

Not 44: Youtube'da bir çobanın hikayesini izliyorum. 1500 koyunu ve köpekleriyle dağlarda hayat sürüyor. kendini çok güzel ifade ediyor. Dostoyevski'den, Yaşar Kemal'den pasajlar sunuyor. Bayılıyorum böyle başkalarının ışıltılı hayatlarının cazibesine kapılmadan kendi yolunu çizenlere.

Not 45: 1 kg kiraz 200 TL, 1 kg çilek 110 TL ve bazı ekonomistler hala haziran veya temmuzda faizin inmesi gerektiğini iddia ediyor. Kira ve gıda enflasyonu %50'nin üstünde. TCMB pekala bunların farkında. Siyasi baskı olmazsa eylülden önce faiz indirmez. İndirmemeli de.