Geçmişten gelen bir gemi.

Yüzyılın tesadüfüydü seninle karşılaşmak,
Dünyanın en taze sabahıydı sanki
Demli bir çaya karışan muhabbetle başlamıştı günüm
Geçmişten gelen bir gemi yanaşmıştı limanıma

Güvertesinde öpmek isterdim kiraz dudaklarından
Meydan okumak bir yandan da ufku kaplayan umutsuzluklara mazinin getirdiği
Ne de olsa koynunda sabahlayacaksam eğer
Değerdi çektiğim tüm eza cefalara..
Kaçırılan hevesin telafisi olmaz, bilirdim..

Sözleri Salih Uzun ve Mustafa Akgül tarafından yazılan bir şiiri paylaştık sizinle kıymetli okurlarım. Yüreklerine kalemlerine sağlık diyoruz.

Son söz: Dibin olduğu dipteyken anlaşılmaz, biraz süre zaman geçmesi lazım.

Ustalardan: Aklımdan çıkmıyorsun dedim.
Başka türlüsünü yorgunum anlatmaya.
Cahit Zarifoğlu

Özdeyiş: Gezen kurt aç kalmaz!

Sevgiliye: Susmuş dudakların hiç sesin gelmez.

Not 1: Geçenlerde annesi vefat eden bir tanıdığım “hiç kimseye muhtaç olmadan yaşadı ve öldü” dedi. Bunu söylemek adeta onu bir nebze teselli ediyordu çünkü hiç kimseye muhtaç olmamak onurlu yaşamaya dair olumlu bir ifadeydi. Kendi kendine yetmek insanlığın tarih boyunca vurguladığı bir yaklaşım ve buna Antik Yunanca’da “otarşi” deniyor. Kendi kendine yeterek yaşamak hem tarih boyunca hem de günümüzde onurlu bir yaşama işaret ediyor. Elbette gerçek tam olarak böyle değil. Gerçekte insan sosyal bir varlık ve insanlar birbirlerine ihtiyaç duyuyor. Yaşlılıkta -tıpkı bebeklikte olduğu gibi- bir başkasının yardımı olmadan yaşamını sürdüremeyenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak kendi kendine yetmek gıpta edilen ve mümkünse tercih edilen bir durum olarak görülüyor. Elbette kendi kendine yeterek yaşamanın tam tersi de var. İnsanın varlığını otarşi yerine başkaları ile kurulan ilişkiler üzerinden tanımlaması da mümkün. Ancak kendi kendine yetmek günümüzde gerek bireysel gerekse de toplumsal düzeyde egemen düşünce haline gelmiş durumda. Küreselleşme sonrası dönemde, otarşi arzusu bireyleri olduğu kadar devletleri de etkiliyor.

Not 2: Dünya Devletlerinde:

1- Sadece Kadın Liderler seçilsin.

2- Her siyasi partinin %51 senatörünün de KADIN olması şart koşulsun.

3- Erkek siyasetçilerin her hangi bir savaş kararı almaları durumunda çocuklarını ER olarak cephenin en önüne gönderme şartı da olsun.

4- Son olarak Nükleer Kırmızı düğmeye basma kararı alacak siyasetçinin bu kararının geçerli sayılması için tüm çekirdek ailesinin önce öldürülmesi ve kendisinin bunu kabul etme şartı olsun.

Ne bileyim bu savaşlar başka türlü bitmez.
Özgür Demirtaş

Not 3. Sol elin sağ ele faydası yoktur
Sağ gözü sol göze muhtaç eyleme.

Not 3: Suç olan bir fiille birini suçlayabilmek için ya o fiili işlemesi ya da işleme kapasitesi olması gerekir.
Yani biri tehditle, hükümeti devirmeye çalışmakla, darbecilikle suçlanıyorsa bunları yapabiliyor, bunu gücü yetiyor ya da bu suçları övüyor ya da işlenmesini tahrik edebiliyor olması gerekir.
Mesela ben, Türkiye’de bir köşe yazarı olarak “Bu Netanyahu ne iblis bir herif, elime geçse bir kaşık suda boğardım” yazdığımda Netanyahu’yu tehdit etmiş olmuyorum. En fazla hakaret etmiş olurum. İsterse dava açabilir.
Ya da Mersinli bir çoban “Ah yok mu bir paşa, darbe yapsın, bıktık bu hükümetten” dediğinde darbeyi tahrik, teşvik suçu işlemiyor. Daha doğrusu istese de işleyemiyor, sadece söyleniyor olur.
Fatih Altaylı da çok istese de Cumhurbaşkanı için bir tehdit olamaz.
Tarihten padişah hallerini örnek verdiğinde sadece kötü bir benzetme yapmış olur, ne bu yüzden Cumhurbaşkanı’nı dolaylı olarak tehdit etmiş kabul edilir ne de birilerini kışkırtmış olur.

Not 4: Siyasi kavgalarda fikirlerin bir ucunu susturduğunuzda, sizinkinin heyecanı, ikna ediciliğini, yaşam enerjisini de öldürüyorsunuz.
Dinlediğinizde öfkelenip, küfür edeceğiniz karşıt fikirleri duymazsanız, sizinki de zamanla anlamını ve heyecanını kaybedecektir.
Hapiste olan fikirlerle ve insanlarla kavga edemezsiniz. O motivasyonu artık sağlamaz.
O yüzden siyasetin kutuplaşma üzerine kurulduğu bir toplumda, her sesin duyulması, ifade hürriyetinin en maksimum hali en başta bu kutuplaşmadan ekmeğini çıkaranların çıkarınadır.

Not 5: Fikir hayatında sessizlik bir çölün ya da ormanın sessizliğine benzer, sessizlik kimseye huzur getirmez.
Huzur vermediği gibi, tehlikenin nereden geleceğini bilemeyeceğiniz bir tedirginlik ve evhama neden olur. Sessizliği ikna edemezsiniz.

Sessizlik, en uçlardaki fikirlerin sesinden daha tehlikelidir.
Sessizlik en radikal, en yobaz, en tehlikeli fikirdir.
Sessizliğin artması, hepimiz için tehdittir.
Ceza kanununda yazmayan, savcıların soruşturamayacağı, polisin yakalamayacağı bir tehdittir bu…
Ses çıkarmak ise konum açık dolaşmak gibidir, herkes neyin nerede olduğunu bilmenin iç huzurunu duyar.
Sessizlik arttıkça hiçbir ses duyulmaz.
Bu büyük riski en iyi bir zamanlar o sessizliğin sesi olmuş olanların anlaması gerekirdi…

Not 6: Samsun doğudan vasıfsız göç alıp Batı’ya okumuşlarını göç veren bir ilimizdir. Samsun 80’li yıllarda Türkiye’nin 7. büyük iliydi. Ve Samsun büyüdü ama emsallerinden daha az büyüdü. Şimdi Türkiye’nin 7. büyük ili değil 17. büyük iline düştü.
Samsun aynı zamanda yaşanması çok zor olan, suç oranının yüksek olduğu bir ildir. Çünkü eğitimliler azalmış ve medeniyetini yitirmiş bir il olmuştu. İzmir’den sonra 2. büyük fuar Samsun’daydı ama şimdi ne fuarı ne kültürü kaldı. Uyuşturucusundan vurgununa yaşanması çok zor bir ile dönüştü.
Kısaca BEYİN GÖÇÜ olan bir yerde medeniyet çöker; oralar yaşanmaz hale dönüşür.
İlk anda “giderlerse gitsinler” demek işin en kolayıdır. ‘Okudular da ne oldu’ dersiniz; ‘okumuşlar mı her şeyi biliyor’ diyeceksiniz. Veya benzer şeyleri…
Ama sıkışınca “şu doktor daha iyiymiş” diye iyi doktor arayanlar da yine bu aynı kesimdir. Veya şu avukat daha iyiymiş diyenler de…
Her neyse…
Son 3 yılda ülkemizden net şekilde 282 bin 220 kişi çekip gitti. Özellikle 2023 yılında o kritik seçim sonrası çekip gidenler 189 bin 700 kişi ile rekor kırmıştı. Gidenler bitmiyor, 2024 yılında da net giden sayısı 47 bin 408 kişi oldu.

Türkiye beyin göçü veren bir ülke haline geldi.. İyi okul okuyanlar veya imkanı olanlar Türkiye’yi terk ediyor.
Bu bir felakettir.
Geride kalanlar cehalet devrinin acımasız bilgisizlik değirmeninde öğütülüp gidiyor. Ne bilgi, ne teknoloji, ne de akıl kaldı geride.
Türkiye çoraklaşıyor ve yapısal çöküşe adım adım gidiyor. Neslimiz kuruyorken tam da ihtiyaç duyduğumuz eğitimli kesim ülkeyi terk ediyor.
“Artık doktor dövebiliyoruz” zihniyeti ülkeyi içten içe yiyip bitiriyor.
O nedenle diyorum ki, benim için maaşım düştü diye oy tercihini değiştirenin hükmü yok; asıl mesele ülke çöküyor diye dert edinenlerin meselesidir.

Not 7: Zamanında Avrupa’ya gidebildiğim yıllarda şaşırırdım, taneyle meyve sebze alıyorlar diye. Oysa şimdi ben taneyle bile alamıyorum. Yarım çeyrek karpuza, çeyrek beyaz peynir. Bir zamanların amele yemeği; inşaatların, parasızların vazgeçilmezi bile lüks oldu.

Not 8: Dünyaya ne kadar bağlanırsak o kadar varolur ve o bir o kadar acı çekeriz.

Not 9: Roman Gary’nin Emile Ajar mahlasını kullanarak yazdığı ‘Kral Salomon’un Bunalımı’ adlı romanında taksicinin, "Faşizm her zaman bir duyarsızlaştırma süreci olmuştur" sözünden bahsettim Macit Amca’ya. Macit Amca, taksiciyi doğrularcasına, "Hangi olaya üzüleceğimizi, öfkeleneceğimizi şaşırdık." Ona anlatıcının romandaki sözlerini aktardım: "Aslında her şey kendimize ilişkin bir bilgi fazlalığı olarak özetleniyor. Eskiden, kendimizi bilmeyebilirdik. Kuruntularımızı sürdürebilirdik. Bugün, iletişim araçları, transistor, özellikle de televizyon nedeniyle, dünya son derece görüngen oldu. Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği. Şu son otuz yıl içinde, binlerce yıl süresince öğrendiklerimizden çok daha fazlasını öğrendik kendi hakkımızda. Bu da insanı allak bullak edecek bir şey." O zamanlar internet yok, sosyal medya yok. Radyo ve televizyonun varlığı bile altüst edici bir şey olarak yorumlanıyor. O taksici günümüzde yaşasaydı ne düşünürdü acaba? Bu aşırı bilgi yığılması, insanı katılaştırıp duyarlılığı zayıflatarak faşizmin işine yarıyor. İran’da ölen şair Parnia’ya mı, Filistinli çocuklara mı, ülkede yaşanan adaletsizliklere mi, sokak hayvanlarına ya da ormanların katledilmesine mi, neye üzüleceğiz? Bu tanık olduğumuz insanlık, bizi ne kadar tarif ediyor?

Not 10: Max Horkheimer, neredeyse 100 yıl evvel şöyle yazmış ‘Alacakaranlık’ta: "Ama bir gün, günlerden bir gün her şey yerli yerine konacaktır. Yalanlar, ortaya çıkmasına karşı koyamadığı gerçekdışı imajı bir gün hakikat karşısında yok olacak, düşünceleri ve amaçları tıpkı son dönemlerinde çektiği acı ve uğradığı haksızlık gibi gün yüzüne çıkacaktır."

Not 11: Ölüm başucumda,
Bir melek elini uzatıyor bana.
Yapayalnız, bir yolculuk.

Cahit Zarifoğlu

Not 12: Yıllarca kâr ettiler, negatif reel faiz döneminde çok ucuz kredi kullandılar ama maalesef hala daha işletme sermayeleri yetersizmiş ve kredi kullanmak zorundalarmış. Zombi şirketler böyle kötü yönetim yüzünden oluşuyor. Zombiler yaşatmaya çalışmak ekonomide ciddi tahribata yol açıyor.

ASO Başkanı Ardıç işletme sermayesi ihtiyacının karşılanamadığını, başta KOBİ’ler olmak üzere reel sektörde ciddi tahribatlar yaşattığını belirtti.

Not 13: ÇÜRÜMENİN 5 EMARESİ:
1-Vicdanı yani içindeki tanrıyı dinlemez olursun
2-Çıkarların değerlerinin önüne geçer
3-Haklıyı değil güçlüyü tutarsın
4-Sana dokunmayan yılan bin yıl yaşar
5-Ahlak yük olmaya başlar
Unutma; KONFOR ÇÜRÜTÜR.

Not 14: "Türkiye'deki önemli sorunlarından biri de bu" dedim bizim Mehmet'e, "nezaketi acziyet, bağımsız hareket etme kabiliyetini kimsesizlik, dostluk edebine riayet etmeyi zayıflık sayıyor insanlar. Kabanın, jetonlunun, arkalının, saldırganın kazanacağı var sayılıyor. Güç gördüğünde ödü patlayan heriflerin içi boş şişinmelerine kaldık."

Niye kurdum peki bu cümleyi? Çünkü her türden özensizlik, hele kalbini ve dostluğunu teklifsizce açıverdiğin insanların özensizliği devasa bir yorgunluğa dönüşüyor insanda.

Her türden putu kırabilmek için baltaya değil imana ihtiyacı var insanın. Biz marifeti baltada sanıyoruz.

Nefsim her nefisten aşağıdır. Günahım her kuldan çoktur. Baltayı havaya kaldıracak imanı bulursam önce kendimi kırmak isterim vesselam.

Not 15: Öfke baldan tatlıdır.

Not 16: NATO zirvesinde alınan karara göre, Türkiye diğer üye ülkelerle birlikte 2035’e kadar bütçesinin yüzde 5’ini savunmaya ayırmak durumunda. Bu da başka kalemlerde kesinti anlamına gelir. Yüzde 150’lik artışın gerekçesi Rus tehdidi.
2026’daki NATO Zirvesi Türkiye’de yapılacak. Çok sevindirici. Ancak emeklilere, sağlık çalışanlarına, ataması yapılmayan öğretmenlere, kestirmeden gideyim, savunma sanayii dışındakilere kötü bir haberim var.
NATO Zirvesi'nde alınan karara göre, ki buna Türkiye itiraz etmediğine göre, ülkemiz 2035’e kadar bütçesinin yüzde 5’ini savunma sanayiine ayırmak durumunda. Yüzde 3,5 doğrudan savunma sanayiine, yüzde 1,5 da savunma sanayiini destekleyici alt yapı yatırımlarına ayrılacak; yol, köprü vs yapımı gibi...
Bildiniz, bu son kalem malum "beşli"yi mutlu edecek. Birinci kalem de damatgilleri.
Ancak bu yüzde 5’in savunma ve savunma bağlantılı alt yapıya ayrılması demek sağlıktan, eğitimden, bir yerlerden kısılması demek. Zira hâli hazırda Türkiye’nin ayırdığı oran yüzde 2’ye, o da daha yeni geçen sene geldi.

Uluslararası ilişkileri çok yakından izlemeyen ya da her gece ekranlarda ‘büyük abilerin’ “büyük resimden” bahsetmesinden bıkıp, haber kanallarını terk edenler neden savunma bütçesinin 10 yılda yüzde 150 artmak durumunda olduğunu merak ediyor olabilirler.

Savunma bütçesi artacak çünkü 32 İttifak üyesinin ortak görüşü, Rusya’nın NATO’ya, yani bize, yani demokratik ülkeler topluluğuna tehdit teşkil ettiğini yönünde.

Not 17: Surete aldanan hakikati ıskalar.

Not 18: USTA AVCILAR BAŞA NİŞAN ALIRLAR.

Not 19: Siyasetin özü aslında son derece saçma bir mantığa dayanır. Birkaç kişi, milyonların hayatını belirleme yetkisini ele geçirmiştir. Kaderiniz onların iki dudağının arasındadır. Onlar ise gayet laubali hayatlarının küçük bir parantezine sizin istikbalinizi sığdırırlar. Baksanıza trilyonlarca dolar paranın boca edildiği Amerikan ordusu, durumu 7-8 yaşındaki bir çocuğun benzetmeleri ve mantığı ile özetleyen bir Başkan tarafından savaşa gönderiliyor ve dünya tir tir titriyor.
Sonuçlar çok büyük ama sebepler alabildiğine saçma. Bu saçmalıktan bu felaketlerin çıkmasının da tek sebebi var: Yapabilecekleri güçleri var.

Not 20: Sonucunu büyük bir felaket olarak yaşadığımız olayın sebebi akla zarar bir saçmalık olabilir. Küçük kıvılcımlar, açık bırakılan bir musluk, son hızla giderken kabine giren bir eşek arısı, bir dedikodu, gözleri bozuk birinin dik dik bakması cinayetle sonuçlanan kavganın basit bir sebebi olarak devreye girer ve ortaya kapkara sonuçlar çıkar.

Not 21: 1. Mahmud, Sadrazam Rauf Paşa’nın idamına karar veriyor. Rauf Paşa yakışıklı bir adam. Padişah, kafasındaki koca kavuğa bakıp “Kallavi pek yakışıyor” diyerek, idamı sürgüne çeviriyor. Rauf Paşa, yaşlandığında Abdülmecid saltanatında tekrar sadrazamlığa geldiği zaman hiçbir konuda risk almaz, kararsız kalırmış. Sebep olarak da “kallavi artık bizi kurtarmaz” lafını edermiş.

Not 22: Saçmalığın kendine özgü bir matematiği var. Ekonomi yolunda iken, halkın saçmalıklara tahammül eşiği yüksektir. Hukuksuzluk ekonomiyi darmadağın etti. Ekonomik krizden çıkış için tek çare hukuka dönmek. İktidar saçmalık lüksüne artık sahip değil. Saçmalığı silip atacak, doğrudan canı yanan halkın hukuk talebidir.
Yargı sistemi, Fatih Altaylı kararında olduğu gibi absürdün sınırlarını zorluyorsa, halkın yargısına müracaat edeceksiniz. Mahkemeler halk adına karar verir. İpin ucu hukuksuzlukla kaçmışsa, yetkinin asıl sahibi halkın yetkisi devreye girer.
Saçmalıkla mücadele edecek, hukuksuzluğa dur diyecek yegâne merci, yargı egemenliğinin gerçek sahibi olan halktır.
Saçmalık, iktidarın kendi düzeneğini işletmesini de zorlaştırır. Anketler, Temmuz güneşi görmüş kar gibi halk desteğinin eriyişini gösterir.

Not 23: Emekliler. Bu alanda köklü çözüm şart.
O da, Aylık Bağlama Oranları'nda (ABO) hak kaybına uğranmasına sebep olan tasarrufların geri alınmasıyla olur.
Zira, ABO 1999 öncesinde yüzde 75'in üzerine çıkabiliyordu.
Daha sonra bu yüzde 65'e ve devamında da yüzde 50'ye düşürüldü.
Aylık bağlama oranı yüzde 75'e çıkartıldığında ve hak kayıpları telafi edildiğinde iş düzelir.
(Bu , 30 bin lira maaşlının emekli olduğunda, 15 bin değil, 22 500 lira alması demektir.)

Not 24: Dünya insanlık tarihi manyak liderlerin hırs, aptallık, artık ne dersek diyelim, toplamda şımarıklıkları ile dünyayı kana buladıkları, kendileri ile aynı çağda yaşamak talihsizliğine uğramış zavallı insanları katletmelerinin örneği ile dolu. İşin acısı tek olan bu şımarığı durdurmak kimsenin aklına gelmemiş veya cesaret edememiş. Özellikle etrafına doluşanların küçük çıkarları bu manyakları daha da şımartmış. Asur, Babil manyak şımarıkları dünyayı ele geçirme uğruna yakıp yıkmışlar. Şimdi onların yaşadığı yerler, Irak, Suriye perişan. Ne oldu? Yaşadıkları 40, 50 yıllık ömürlerinde şımartılarak ölüp gittiler. Giderken de hiçbir şey götüremediler. Daha önce de olmuştur mutlaka ama en ilki bence Büyük(?) İskender. Makedonya gibi hap kadar ülkeden çıkıp o zaman bilinen dünyanın neredeyse yarısını ele geçirmek için yoluna kim çıktıysa, şımarık Pers imparatoru da dahil, katletmiş. Şımarık İskender 30’unda ölünce dünya rahat bir nefes almış. Şimdi Makedonlar Avrupa’nın en yoksul ülkesi. İskender’in kendi şımarık egolarını tatminden başka bir derdi olmamış.
Artık kimi saysak bilmiyorum. Dünyayı yöneten akıllıların sayısı şımarık aptallardan az. Neron Roma’yı yakmış, Cengiz Han dünyayı ele geçirmek için Moğol ordusuyla Yunan sınırlarına dayanmış, yakmış, yıkmış, öldürmüş. Onunla aynı çağda yaşayan tüm insanlık bu zulümden nasibini almış. Cengiz ölmüş. Giderken cebinde Bağdat’ı, Semerkant’ı götüremediği için bir çukura öylesine gömülmüş. Tüm dünyayı Moğol yapma şımarıklığı ile çıktığı yolda şimdi Moğollar Asya’nın en yoksul ülkesi. Kanuni bir zamanlar işe yarar dünyanın neredeyse yarısını Yemen’den Viyana’ya, Fas’a kadar ele geçirmiş. Seferde ölmüş. Şimdi geride bıraktığı Türkiye Avrupa’nın en yoksullarından.
Hitler. O teknoloji kullanan gerçek bir şımarık. Roma imparatorlarını kıskanıp Avrupa’yı, Afrika’yı ele geçirmek için olmadık zalimlikleri yapmış. Onunla aynı çağda yaşamış Yahudiler -Nebukadnezar’ı saymazsak- kadar talihsiz başka insan topluluğu var mıdır?
Şimdi yine şımarık liderlerin dünyayı kana buladığı, insanları yoksulluk ve sefalete sürüklediği ama ne acı ki yine onlar tarafından seçilmiş(?) şımarık liderlerin manyaklıklarını izlediğimiz, bedelini yoksul insanların ödediği bir dönemden geçiyoruz. Bir kötünün şımarıklığının gücüne bin iyi insan karşı koyamıyor. Kötüler, şımarıklar, manyak liderler etraflarına daha küçük ama aynı derecede şerefsiz emelleri olan insanları toplamışlar.
Film gibi izliyoruz.

Not 25: Devlet, kamu işçilerine ve memurlara yaptığı düşük zamlarla özel sektör patronlarını da düşük zam yapmaları için cesaretlendiriyor. Böylece kamu emekçilerinin ücretleri satın alım gücü açısından her zam döneminde fiilen adım adım geriletilirken, milyonlarca özel sektör çalışanının ücret zammı talepleri daha baştan bastırılmış oluyor. Bu durum, burjuva iktisatçıların cansiperane savunduğu piyasa ekonomisinin değil, doğrudan siyasal yönlendirme ile biçimlenen bir emek rejiminin sonucu.
Ücret artışlarını bastırarak enflasyonla mücadele ettiğini iddia eden hükümet, aslında fiyat artışlarının yükünü doğrudan işçilerin sırtına yüklüyor. Oysa yaşanan yüksek enflasyonun temel nedeni ücretler değil; üretimsizlik, rant odaklı sermaye politikaları ve sıcak paraya bağımlılık. Gelgelelim hükümet bu yapısal nedenleri çözmek yerine, emekçinin cebine, sofrasındaki ekmeğe göz dikiyor.
Hükümetin kamu işçileri üzerinden yürüttüğü ücret politikasının aynı zamanda özel sektördeki tüm ücret skalasını da etkileyen bir baskı aracına dönüştürülmüş olması ekonomik olmaktan çok açık bir siyasal tercih. Bu şekilde kamudaki ücret/maaş seviyesi özel sektörde çalışan milyonlarca işçi için referans haline gelecek ve düşük ücret kural haline getiriliyor. Bu durum, özel sektör patronlarının “Devlet bile bu kadar veriyor” diyerek daha düşük ücret dayatmasına kapı aralıyor. Düşük ücret çıpası, sadece kamu işçisini değil, tüm işçi sınıfını hedef alıyor.

Not 26: Ölüm başucumda,
Bir melek elini uzatıyor bana.
Yapayalnız bir yolculuk.

Cahit Zarifoğlu

Not 27: Ölü kalbimiz dirileydi
Hakka dönüp sadakayla yıkanaydık
Dünyaya hiç meyletmeyeydik.

Cahit Zarifoğlu

Not 28: TRT'de bir belediye başkanının hikayesini izledim. İtalya'da bir sahil kasabası. Başkanın arabası yok, koruması yok, şoförü yok. Mesaiden sonra yürüyerek atölyesine gidiyor. Yol boyunca kimse etrafını çevirip torpil istemiyor, yalakalık yapmıyor. Duru, sade, samimi. Çok imrendim.

Not 29: $ bütün para birimlerine karşı 1 aydır değer kaybederken TL'ye karşı değer kazanıyor. Gıda ve kira enflasyonu %50'nin üstünde. Halkın %80'inin hissettiği enflasyon da bu zaten. TCMB %46 ile piyasaya para veriyor. Hala faiz indirimi konuşuluyor. Eylülden önce faiz inemez ve inmemeli.

Not 30: Göstermek niyetindeyim ki başörtüsüne yasak getirenler ile başörtüsü yasağının kaldırılmasını isteyenler aynı avın, aynı avdan elde edilecek gıdanın peşindedirler.

İsmet Özel, Cuma Mektupları-II (8 Şubat 2002)

Not 31: Cuma Hutbesi'nde devletin, vatandaşın malına çöken gayrimenkul mafyasına "Yaptığınız günahtır, ona göre!" deniyor.

Umarım mafyacılar Cuma'ya gelir de, "A öyle mi, çökmeyelim devletin milletin malına!" derler.

Ah bu işleri yapanları yaptıklarına yapacaklarına pişman edecek,, süper caydırıcı cezalar olsa.
Ve hiç kimse "Günün birinde kısmi, genel af çıkar nasılsa!" diye düşünemese...

Not 32: Gai Eaton’un Tanrı’yı Hatırlamak kitabından okkalı bir alıntı: Katolik filozof Gustave Thibon, modern medeniyeti uçuruma doğru dolu dizgin giden bir trene benzetmektedir. Her bir kilometrede havalandırma sistemi daha iyi çalışmakta ve koltuklar daha rahat hâle gelmektedir, yani her türlü konfor mevcuttur, bir şey hariç. Trende ikaz düğmesi yoktur. Olsa bile zaten kullanacak kimse de yoktur. Birisi çıkıp kullansa bile, frenleri devreye sokacak sürücü yoktur. Treni daha hızlı ve daha ileri götüren şey, bir ‘çılgınlık’ rüzgârıdır sadece.

Not 33: “Şunu gözledim” dedi saçlarını erken yaşta dökmüş olan adam, “yanlış varış noktalarına her defasında doğru istikamete yürüdüğümüze kani olarak sürükleniyoruz.”

Not 34: Gelip duvarına çarptığımız zaman bize gösterdi ki insan güvenli değilse hiç kimse ve hiçbir yer güvende değildir. İnsanın tekinsizliğini gidermeden ne akan suyun ne esen rüzgarın ne de uçan kuşun huzuru bakidir. Varsa dünyada bir hüner ilkin her bir insanı güvenli varlığa dönüştürmektir. Doğanın zayıf canlısı olarak insan başta tabiat olayları olmak üzere diğer canlıların tehdidine açıktır şüphesiz fakat bu açıklıkla insanın bir tehdide dönüşmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Zayıf olan tedbirli olur fakat tedbir amacına ulaştıktan sonra tehdide dönüşürse felaketin ocağındaki ateş harlanır.
İnsan eninde sonunda kaybettiği bedeni kadar kültürle yaralanmamış benliğine ihtiyaç duyacaktır. Teknolojiyi bir yok edici silah olarak kullanan, tabiatın dengesini bozup bütün moral değerlerin altını oyan başta kapitalizm tanrıları olmak üzere onun güncel paydaşları iyice çıldırmış durumdalar. Parayı elinde tutanın dinine veya dünya görüşüne göre güdülenen gündelik hayat artık normal insan için heyecan verici değil. Yirminci yüzyılın bütün idealleri parçalandı. Satın alınabilirlik ve satılabilirlik ekseninde ilerleyen bir yeni zaman ilahiyatı başta demokrasi olmak üzere görece eşitlikçi kurumların da boğazını sıkıyor. Hak, hukuk dünyanın hiçbir yerinde koruyucu değil. Güvenlik adında bir tehdit lazeri gibi ülkeden ülkeye salınmış gidiyor.

Not 35: Mitler yanılsamanın tunç heykelleridir ve hayalin kalayıyla durmadan parlatılır. Bir kere mit insanın içine yerleşti mi koloni karakterli bitkiler misali kökten çoğalır, bulunduğu yeri kaplar. Çoğunlukla da zehirli şarmaşıklar halinde gerçeğin bedenini sarar. Gövdeden sarmaşığın sardığı ağaç dışarıdan gür ve yeşil görünür oysa gün be gün özü çekilmektedir. Elinden bir şeyi alınacak diye kitleler korkulu uykulara dalarlar. Karacaoğlan ; ‘harami var diye korku salarlar/ benim ipek yüklü kervanım mı var?’ derken, maksadı ipek değildir. Başkasının yağmasına uğrayacak değerle işinin olmadığını ilan etmektir derdi. Güvenlik yitireceğin şeyle doğrudan orantılıdır ve dünyada insanı koruyacak şey asla madde olmamıştır.

Not 36: İnsanın antropolojik öyküsü eski olduğu kadar karmaşık bir konudur lakin bilinen zamanlardan beri açılan kanallar, yükselen surlar, besili atlar, kılıçlı askerler, öldürücü silahlar eski dünyada bir nebze olsun caydırıcılık taşıyordu. İnsan tekin değildi yine. İnsan hiç rahat durmamıştı. Habil ile Kabil çatışmasından bu yana bir şeyler sürekli karşı karşıya gelme trajedisi yaşamıştı. İlahiyatın izahıyla antropolojinin, psikiyatri ile felsefenin izahları da örtüşemiyordu bir türlü üstelik. Göçebelikle yerleşiklik arasındaki kıyasıya rekabete bile dayandıran yorumlar olmuştu bu kavgayı. Barbarlık istenciyle medenilik genetiği anlayacağınız. Fakat gün geldi barbarlık ile medenilik iç içe girdi. Bir tas keçi sütünün doğallığı kalmadı uluslararası ilişkilerde bile.

Not 37: İnsanın tekinsizliği, belki de yeryüzünde ebedi kaim olmanın korkusu, onu dürtüsel arayışlara yöneltti. Gücü olan zayıfı kırdı. Krallıklar, Firavunlar ve Hükümdarlar durmadan taht değiştirdi. Kralın iktidar istenci kitlenin duygusuyla sarmalandı buradan türlü ilahiyatlar üretildi. Kutsal halklar söylemi baş kutsal krala devredildi. O buyurdu ve buyruğu sonuç getirdikçe kalabalıklar ona tabi oldu. Kralın, Hükümdar veya liderin güvenliği halkla özdeşleştirildi. Nitekim modern savaşlar öncesinde ordunun tam merkezinde bedendeki kalp misali çembere alınan kral- komutan bu düşüncenin sembolüydü. Ne zaman ki merkez dağıldı, kalp atışı durdu onun yerini dalga dalga başka güçler aldı. Patron, başkan, lider, manevi önder, CEO, şef gücüne göre konumlandı.

Not 38: Ölümsüzlük derdi olmasaydı uygarlık adına dikilmiş bunca anıt ve yıkılmış onca şehir kurulur muydu bilmiyorum. Uygarlık baştan bir istenç değil gücün sonradan bir atılımı gibi gelir bana hep. Oturup hayal gücüyle, yaşama iştiyakı ve gelecek idealiyle yapılmış bir hamle değildir uygarlık ve bu yüzden de yıkıcıdır daima. Korkulan artık şudur bu gidişle uygarlık iyiye ve yükselmeye değil yıkıma ve öldürmeye ait bir özellik olma yolunda. Güvenlik kavramı alt üst. Çürük meyve. Eski bir öldürücü bakterinin evrim geçirip hayata yayılması.

Not 39: Muhafazakârlar, paraya ve güce son 15-20 yılda kavuştular. Henüz sindiremediler. Bu görgüsüzlüğün, bu şatafatın sebebi biraz da bu. Biz de varız, bizi de görün mesajı veriyorlar sürekli. Nesiller yenilendikçe daha sade, daha basit yaşamayı öğrenecekler. Ben umutluyum.

Not 40: Anam, 65 yıl yaşadı. Son 20 yılında dünya telaşesini bırakmış, evle komşular arasında gidip gelir, tecrübesiyle bize yol gösterirdi. Modern insanın problemi şu: Hiç yaşlanmak istemiyor, hiç ölmek istemiyor, bu hakikati hiç kabullenmek istemiyor. Büyük bir depresyon sebebidir bu.

Not 41: Fatih Altaylı’ın tutuklanması bir yana, zamanlaması bir yana.

İlkinin ikincisini gözardı etmemize neden olduğunu düşünüyorum.

Halkta hükümete muhalif bir gazeteci olarak herhangi bir bahaneyle tutuklandığına dair bir genel kanı var ki bu algı tümüyle yanlışlanamaz.

Oysa kendisi aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nu en sert biçimde eleştirenler arasında yer alıyordu. Etki gücü de malum!

Bu durumda “zamanlama” için daha gerçekçi bir neden ortaya çıkıyor: Kurultay öncesi Kılıçdaroğlu aleyhindeki dalganın kabarmasının -olanaklı olduğu ölçüde- önüne geçmek.

Kılıçdaroğlu gelirse, CHP bölünürse, bu varsayım doğrulanmış olur. Hiçbir şey olmazsa çıkarımım basit bir kuruntu olarak kalır.