Geldim, gördüm, yendim, gittim..

Bir öğle mahmurluğu çökmüş kentin üstüne.. Börtü böcek hepsi kendi keyfinde…
Kargalar gak gak yaparak salınıyorlar dalların arasından….
Serçeler herhalde yeni tomurcuklanmış güllere aşık bülbülvari inletiyorlar huzura yelken açmış ormanın boşluğunu..

Yazın mahmurluğu üzerimize çökmüşken şair yazar Mustafa Akgül’ün mısralarıyla başlamak istedim yazıma, selam olsun ona ve kalemine.

Kalem demişken, Atalarımız Anadolu’ya kitapsız ve kalemsiz geldiler. Alfabeleri yoktu, kelimeleri azdı.

Dillerini Arapça ve Farsça kelimelerle zenginleştirdiler ve Arap alfabesini kabul ettiler. Sonunda Arapça harflerle yazılan Osmanlıca diye bir dil ortaya çıktı.

Ama kitap Osmanlı’ya yabancıydı. Eski Yunan ve Roma’da yaygın olan tarih, deneme veya mektup yazmak veya felsefe, Anadolu’da eksik kaldı.
Osmanlı’nın özellikle ilk yılları hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmememizin en önemli nedeni budur.

Milattan Önce 484-425 yıllarında yaşamış olan Halikarnas (Bodrum) doğumlu Herodot’un Yunan-Pers savaşını anlatan Historia’sı ilk tarih kitabı sayılır.

Eski Yunan ve Roma’da retorik, yani güzel konuşma ve yazma, hayatta başarılı olmak isteyen erkeklerin sahip olabileceği en önemli beceriler arasındaydı.

Ünlü devlet adamı Genç Pliny (MS 61-113) seçme mektuplarını kitaplaştırmıştı. Hâlâ basılan bu mektuplardan şairlerin veya kendini şair sananların meydanlarda veya evlerinde şiir okuma günleri düzenlediklerini öğreniyoruz.
Jül Sezar (MÖ 100-44), Roma’dan İspanya’ya yaptığı deniz seferini anlatan Yolculuk adlı bir şiir yazmış, söylevlerinden bazılarını bir kitapta toplamıştı.

Roma’nın en ünlü generali, MÖ 58 ila 52 yıllarında Galya’yı, bugünkü Fransa, fethe girişti. De Bello Gallico, Galya Savaşları, adlı kitabı yedi yıl süren fetih harekâtının her yılını anlatan ve bugün hâlâ okunan yedi kitap içeriyor.

Veni vidi vici (geldim, gördüm, yendim) sözü Anadolu’da kazandığı bir zaferden sonra Roma’daki Senato’ya yazdığı mektuptandır.
Bu böylece sürüp gitti.

Osmanlı’da ve Osmanlı öncesi Türklerin tarihinde, bunlara benzer az yapıt vardır. Olanlar da Atatürk’ün 1928’de yaptığı harf devrimi ile Osmanlıca bilmeyenler için erişilemez oldular.
Otobiyografi ve biyografi yazma geleneği, yeni çıkan kitapları az çok izlediğim Amerika ve İngiltere’de bütün hızıyla devam ediyor.
Bu ülkelerde herhangi bir sahada belirli bir üne kavuşmuş neredeyse herkesin hayat öyküsünü kitaplarda bulmak mümkün. Mozart gibi geçmiş dâhiler hakkında ise hâlâ kitap yazılıyor.
Hayatını bir tek kişinin biyografisini yazmaya adamış yazarlar var.

Bu endüstrinin Batı’da iki temel dayanağı var: geniş bir okuyucu kitlesi ile biyografi ve otobiyografileri büyük avanslarla finanse eden bir yayın sektörü.

Financial Times’a göre, Penguin Random House adlı yayınevi Barack ve Michelle Obama’nın anılarına 60 milyon dolardan fazla para ödedi.
Bu sahada hâlâ Batılılardan çok Osmanlı’ya yakınız. Okuyucu kitlesi küçük ve birçok yayınevi bırakın avans vermeyi, telifleri bile geç veya eksik ödüyor.

Ama ben gene hayıflanmaya devam edeyim.
Cumhuriyet’in en ünlü şarkıcısı Zeki Müren’in biyografisini okumak ilginç olmaz mıydı? Ya da Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Orhan Veli’nin, Fatin Rüştü Zorlu’nun, Türkan Şoray’ın, Orhan Gencebay’ın, Ara Güler’in, Nuri Bilge Ceylan’ın? Veya Ahmet Erhan'ın, Hakan Fidan'ın, Kemal Tahir'in, Necip Fazıl’ın, Abdurrahim Karakoç'un?

Son söz: Rubicon, Kuzey İtalya’da, İtalya ile Cisalpine Galya (Asterix’in memleketi olan Eski Fransa) arasındaki hududu meydana getiren bir akarsu idi.
Milat'tan önce 49 yılında Sezar (MÖ 100-MÖ 44), başında bulunduğu ordu ile Rubicon’u geçerek Roma’nın üzerine yürüdü. Hiçbir generalin ordusunu tayin edildiği bölgenin hudutları dışına çıkarmaması, Eski Roma’nın en önemli yasalarından biri idi.
Galya’yı arkasında bırakıp İtalyan topraklarına ayak basarak Sezar, isyan bayrağını açmış oldu. Kanlı bir iç savaş başlattı ve 460 yıllık özgür cumhuriyetin sonunu getirdi.
O gün bu gündür "Rubicon’u geçmek" sırt çevirerek, kader değiştirici, vazgeçilemez, geri dönülemez bir karar almak anlamına geliyor.

Hakikat: Bir arkadaşımın gönderdiği Farabi’nin sözü geliyor aklıma:
“Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun.”
Canlı olmak ne kadar acayip bir şey.
Acayip ve buhar gibi ele gelmeyen. Anlamlı ve anlamsız; kısa ve uzun; ödül ve ceza.
Ama en başta acayip.
Dünya, nimetlerinden faydalanmak ve ezasını çekmek için uğranılan bir durak olmalı. Ölüm hayatın sonu olmalı, ama var olmanın değil. Başka zamanlara, dünyalara yolculuğun başlama işareti olmalı.
Her nasıl olacaksa.

Yakarış: Yakan, yaktığından büyük ateşlerde yansın.

Not 1: Burası benim için bir gün,
İçimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık.
C. Z.

Not 2: “Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler”
(İsmet Özel/Dişlerimiz Arasındaki Ceset)

Not 3: Benim tek isteğim, şeylerin kalbine nüfuz etmek ve orada anne rahmindeymişçesine kıvrılıp esrik ve eski bir uykuya yatmaktı.

Not 4: “Sözde iyi niyetleriyle insanlar daima sana, ne yapman gerektiğini söylüyor. Oysa yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğinden başka nedir bu? Ben bir ölüyüm fakat bu fazla duygusal. Ölü değilim ama haysiyetim alınmış. Kalpten yaralandım ve üstüme tükürüldü!
Söyle! Bir insan hiç aşağılanmak yüzünden hasta olabilir mi?” (En Passion’dan)

Not 5: “Soğuk kâğıtlarım özlüyor seni.
Ne yazarım ki ışıksız, sensiz?
Boğuk harflerim bekliyor seni.
Geri getirecek misin ellerimi?
Kırık sözcüklerim özlüyor seni.
Ne yazarım ki elsiz, sessiz?
Yıkık tümcelerim bekliyor seni.”
Oruç Aruoba, ne diyordu bu şiirde? Kimi anlatmıştı, kimlerin dilini çözmüştü? Dili çözülmeyen acılar gelip göğsümüzde uyuduğunda ne olur? Ben sükûn denizlerinde… Benim sadece tümcelerim yıkık değil. Sadece sözcüklerim kırık değil. Soğuk kâğıtlar ellerimde ısınır. Yanar… İçimi döktüğüm kâğtlar yanmakta. Behçet Necatigil kimi anlatıyordu?
“Söner yangın birazdan
Yatışır özlem.
Bir gün karşılaşırız
Bir gün, bir yarım akşam.”
Bir yarım akşama sığar mı bunca hasret? Haksızlık değil mi, önü kesilen ırmakların denizlere kavuşamaması? “Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,/Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.” diyordu Yahya Kemal. Peki, şimdi kim, nerede kaldı?
İtiraf ediyorum! Buluşmak üzere aldığım tüm biletler elimde kaldı. Tüm biletleri yaktım. Yollar yarım, cümleler yarım, hasret yarım… Kavuşamayınca, buluşamayınca ben kaldım yarım… Yeniden okurum okuduğun şiirleri. Çünkü “Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,/Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye”
“Yol uzun, yorgunluk verir, usanıp bırakırsın. Gönlün geçer, vazgeçersin. Böyle gitmez.” diyenin şaşkınlığı… Belki de aynı anlamı dizelerinde buluşturmuştu şair:
“Gitmez bu böyle, bu böyle yürümez!/Bir gün/Durulur bu çalkantı, doğarsın güneşe.” Nerede güneş, hangi bulutun arkasında?
Şehri saran acı bir dumanda her şey kayboluyor. Pencere önlerinde açan çiçekler soluyor. Pervazlara kuşlar konmuyor. Balkonları kapalı evlerde radyolar çekmiyor. Balkondan balkona gülüşler düşmüyor. Gözler hasretle uzaklara bakıyor. Ben şiir okumaya devam ediyorum:
“Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan
Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir
Gör işte o zaman, devranını küskün dünyanın
Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir”

Not 6: Ben eskiden: "Ben bunların yalnız -Allah 1- dediğine inanıyorum, onu da ben bildiğim için", derdim. Şimdi geliştirdim. "Artık ben bunların -Allah 1- dediğine de inanmıyorum. Çünkü aynı Allah'a inanmıyoruz. Onların ki ile benim ki farklı".

Not 7: Birinin gözlerinin içine bakıp doğruyu söylemek kadar zor bir şey yoktur.

Not 8: Edward Said, entelektüelin çöküşünü "nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı dönekliklere ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek" şeklinde açıklıyor. memleketin yazar çizer takımına bakınca o kadar çok hak veriyorum ki...

Not 9: Siyasetçi olmamanın üç muazzam avantajı:

1] Oy kaygısı taşımadığın için tribünlerin gazına gelmeden doğru bildiğini söylüyorsun

2] Bir koltuğun olmadığı için onu kaybetme korkusu yaşamıyorsun

3] Saçma sapan insanlarla geçireceğin vakti ailene ayırıyorsun

Not 10: Hava bulanıyor gar mı yağacak,
Sol gözüm seğiriyor yâr mı gelecek..

Not 11: Bir beden basınç altında biçimsizleşir. Bedenler biçimsizleşmekten kaçmak için de merkeze sığınabilirler. Oysa var olmak, kuvvetlere rağmen ve kuvvetlerle birlikte hayatta kalmak demektir ve bir beden kuvvetleri duyumsayabildiği ölçüde varlığını sürdürebilir. Bedenler, basınçlara, baskılara maruz kalsalar da yine de girdaba kapılıp bir merkezin etrafında dönmeye direnebilirler. Direnmek, kuvvetlere, baskılara rağmen var olabilmektir. Günümüzün pek muteber deyişiyle “akışta kalmak”, çok tehlikelidir, girdaba kapılan bir beden var olmayı bırakabilir ve merkez tarafından sindirilir.

Not 12: Bırakın gelmekte olan fırtınanın sesini, iç seslerini bile işitecek halde değildiler. Zaten televizyonlarının sesini iç seslerini bastırmak için açmışlardı. Bilirsiniz, çenesini kapadığı an, insanın iç sesi konuşmaya başlar, gevezedir. Pişmanlıklarını dile getirir, insan sussa bile vicdanı konuşmaya devam eder. Fakat insan kendi iç sesine tahammül edemez. O yüzden dış seslerin bağımlısıdır; kim konuşursa konuşsun, fark etmez, yeter ki iç ses duyulmasın. İnsan bir kez parçalanmaya görsün, zamanı geri saramazsınız. Dört bir yana dağılmış parçalarınızı tek tek toplayıp birleştirmeniz, kendinizi sil baştan yeniden inşa etmeniz gerekecektir. Toplumsal bir beden kolay inşa edilmez. Çok zahmetli bir iştir.

Not 13: Fakat zaman çok uzun zamandan beri dönmüyor ve beklenen fırtına da bir türlü gelmiyordu. Ve durgun bir su birikintisinin başına gelenler onun da başına geldi, zaman çürümeye başlamıştı. Önce bedenleri birbirine bağlayan bağlar çürüyüp dağıldı. Ardından da bedenler, çürüyüp parçalarına ayrılmaya başladı. Bir zamanlar kovalent ve iyonik bağlarla birbirine bağlanmış bütünlükler şimdi hızla inorganik bileşenlerine ayrılıyordu. Havada kesif bir metan gazı kokusu var, dayanılacak gibi değil. Fakat insan bir süre sonra kendi kokusuna da alışır. Çürümenin kokusu hiçbir kokuya benzemez, bu iğrenç kokuyu ancak dışarıdan gelen biri fark edebilir.

Not 14: Duyumsayan varlıkta bir tür tedirginlik, rahatsızlık vardır. Hareketsiz durduğunda bile, içinde bir şeyler kaynaşıp durur, “küçük algılar ve akışkan küçük algıları dürten küçük iştahlar – akışkan algılar ve akışkan küçük iştahlar kıpraşıp durmayı hiç bırakmazlar” (Deleuze, Leibniz Üzerine Beş Ders, Kabalcı). Yaşayan bir varlıksanız, rahat batması sağlıklı bir şeydir, algılarınızın yeryüzüne açıklığını gösterir. Fakat efendi açısından aşırı duyumsama istenmeyen bir özelliktir. İdeal bir kölenin algıları sadece efendiye açık olmalı ve komutlarını sorgusuz sualsiz yerine getirmelidir. Efendinin tek istediği, golem sürüleri yaratmak. Yahudi mitolojisinde golem, bir hahamın topraktan yaptığı ve tılsımlı sözler söyleyerek canlandırdığı, sahibinin emirlerini yerine getiren bir yaratık. Talmud’da Âdemin ruh üflenmeden önce bir golem olduğu yazılıdır.

Not 15: Âdemin soyundan geldiğinize inanıyor ve kapitalist bir hayat sürüyorsanız hatırlatmak isterim. Bugün Âdemoğullarına ruh üfleyenler, kapitali ellerinde tutan, kapital akışlarını kontrol eden despotlar ve oligarklardır. Golem’in temel amacı yaratıcısını korumaktır. Golem olarak yaratılan Âdeme ruh üfleyen tanrı olabilir. Fakat zaman değişmiş, tanrının yerine çoktan temsilcileri geçmiştir. Tıpkı gerçekliğin yerine zamanla imgelerinin geçmesi gibi. Duyumsama yeteneğiniz körelmişse üretilen imgeleri gerçek olarak kabullenir ve hakikat için mücadele ettiğinizi düşünebilirsiniz; hakikat uğruna ölümü bile göze alabilirsiniz. Fakat hakikat sonrası bir çağın hakikati, hakikati temsil ettiğini iddia edenlerin ürettikleri imgelerdir. Ve imgeler gerçekliği perdelediğinde Âdemoğulları yaratıcıları için savaştıkları sanısına kapılabilirler, oysa uğruna hayatlarını feda ettikleri despotlar ve oligarklardır. Bunu, ancak rahat batanlar fark edebilir.

Not 16: M.Ö 4. yüzyılda yaşamış Sofist Alkidamas’ın dediği gibi “doğa hiç kimseyi köle yapmamıştır”. İnsanı köleleştiren yasalardır. Bir insanın köleleşmesi için algılarının zayıflaması ve despotların ürettiği imgelere aldanması yeterli. Fakat gerçek kaynaşıp durmayı asla bırakmaz ve körelen algılar eninde sonunda yeniden keskinleşir ve rahat batmaya başlar. Yeryüzüne açık olma, tetikte olmak demektir, ayakta olmayı ve konumunuzu sürekli değiştirmeyi gerektirir. Efendiler haklı, ayaklanmalar ancak rahat battığında gerçekleşebilir.

Not 17: Mahalle yanarken sadece belirli bir mesleği icra eden kadınların saçlarını taradığını iddia etmek, onlara yapılan büyük bir haksızlık. Felaketlerle baş etmek kolay değil. Hayatın felaketler silsilesi olarak yaşandığı bir metropolde birey ruhsal sağlığını korumak için saçını tarayabilir, saçı olmayanlar ise kendilerine başka bir uğraş bulmak zorunda kalabilir. “Çalışan arının üzülmeye vakti olmaz” (William Blake). Metropol, uyaran çokluğuyla tanımlanır, metropolde sinirler aşırı uyarılır. Kentte yaşamak, uyaran çokluğuyla baş etmeyi bilenlerin işidir. Metropoldeki her uyarana ruhsal açıdan tepki verecek olsa insanın içi paramparça olurdu. Bütünlüğün korunması için kimi sanat yapmayı, kimi yazı yazmayı tercih edebilir. Büyük bir kentte her an her şey olabilir, sıradan ilişkiler bile bir felakete dönüşebilir. Ve uyaran çokluğu karşısında metropol insanı Simmel’in deyişiyle bıkkın bir tavır geliştirir. “Kentler bıkkınlığın asli mekânlarıdır. Bıkkınlıkta, insanların ve şeylerin yoğun bir aradalığı karşısında bireyin sinirleri yüksek düzeyde uyarılarak doruk noktasına ulaşmıştır. Aynı koşulların nicel bakımdan artması, sinirlerin uyarılma gücünün karşıtına dönüşmesine, bıkkın tavrın sergilenmesine neden olur” (Metropol ve Tinsel Hayat).

Not 18: Tunç Okan’ın 1974 tarihli Otobüs filmi, İsveç’e kaçak işçi olarak götürülen, köylerinin dışına ilk kez çıkmış bir otobüs dolusu insanın Stockholm’e vardıklarında yaşadıkları şaşkınlığı, çaresizliği, şokları anlatmaktadır. Modern bir kentle karşılaşmak, peş peşe gelen şokları deneyimlemektir. Şok sözcüğü ilk kez 16. yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. İlk başlarda silahlı bir kuvvetin düşmana hücum etmesi veya iki atlı savaşçının karşılaşması anlamında askeri bir terim olarak kullanıldı. Büyük bir kentte insan uyaranların sürekli saldırısı altındadır. Walter Benjamin modern hayatı savaş alanına benzetir: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı, küçük, korumasız insan bedeni”.

Not 19: Şok sözcüğü ilk kez 16. yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. İlk başlarda silahlı bir kuvvetin düşmana hücum etmesi veya iki atlı savaşçının karşılaşması anlamında askeri bir terim olarak kullanıldı. Büyük bir kentte insan uyaranların sürekli saldırısı altındadır. Walter Benjamin modern hayatı savaş alanına benzetir: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı, küçük, korumasız insan bedeni”.

Not 20: Büyük kentlerdeki küçük, korumasız insan bedenleri şoklardan kaçınma yöntemi olarak ilk başlarda aynanın karşısına geçip saçlarını taramayı benimsemiş olabilirler. Zaman ilerledikçe kameranın karşına geçip poz vermeyi ve pozlarını sosyal medyada paylaşmayı da öğreneceklerdi. Üstelik aynanın karşısında başkalarının acılarına kayıtsız kalırken sosyal medyada hem saçlarını tarayabilir hem de başkalarının acılarını paylaşıyormuş gibi yapabilirlerdi. Sosyal medya mesafenin korunduğu ideal bir yerdir. Bedenler arasındaki uzlaşımsal mesafe kamusal mekândaki rastlantısal karşılaşmalarla ihlal edilebilir ve bedenler fiziksel ve ruhsal açıdan zor durumda kalabilir. Oysa ekranlardaki ilişkiler bedenler arasında değil, imgeler arasında gerçekleşir. İmge üretimi sadece sanatçılara özgü değildir; sıradan insanlar kendi imgelerini üretmek ve risklerle dolu hayatı terk edip yaşama işini imgelerine devretmek zorunda kalmışlardır. Ekran koruyucu sizi her türlü doğrudan ilişkiden korur.

Not 21: “Ananın rahmi seni dünyaya getirdiği için pişmanlıktan kıvranıyordur.”
Soğuk Mutluluk adlı filmden bir replik.

Not 22: Türkiye'de faizler gerçekten çok yüksekse neden araba ve ev satışları tarihi rekorlar kırıyor? İstanbul’da 3 odalı bir dairenin kirası 2020’de 603 dolarken o dönemden bugüne nerdeyse üç katına çıkarak 1764 dolar olmuş. Pozitif reel faiz olan bir ortamda kim neden ev araba alsın, niye kiralar bu kadar yüksek olsun? Ülkede bu kadar nüfus artışı yok... Deprem desek deprem konutları da neredeyse bitti. Ana neden karşılıksız para basması devletin ve bu enflasyona yol açıyor. Enflasyon kanuni zemini olmayan vergidir ve tüm kötülüklerin anasıdır.

Not 23: Yeryüzü tekinsiz bir yer!

Not 24: Ve artık her şeyin bir fiyatı vardı, fikirlerden alınıp satılan metalardan bahseder gibi bahsediyorlardı. Karanlığa direnenler de vardı ve yorumcular “halk bu fikirleri satın almaz” diyerek onların düşüncelerini kestirip atıyorlardı. Haklıydılar, halkın alım gücü zayıflamıştı. Sadece alım gücü mü? Alımlama gücü de. Bir sarkaç gibi karamsarlık ile neşe arasında salınıp durmaktan mekanikleşen bedenler duyumsama yetilerini yitirmişlerdi. Ve davranışlarını da ön görmek artık mümkün hale gelmişti.

Not 25: Ne demişti Hesiodos? “Önce kaos vardı”, yani karanlık.

Not 26: Romulus bir sınır çizgisi çeker ve bu çizgiye riayet etmeyen kardeşini öldürür. O günden beri dünyada huzur yok.

Not 27: Ne demişti antropolog Geertz? “İnsan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Ağlar hızla buharlaşıyor; yenilerini örmeliyiz, yoksa hiçliğe düşeceğiz.

Not 28: Takım elbise, 17. yy’da kurulan protestan mezhebi Quakers papazların giydikleri bir giysiydi. Protestan ahlakı ve kapitalizm ruhu takım elbisede cisimleşti. Eskilerin dillerinden düşürmedikleri “Eskiden Beyoğlu’na takım elbisesiz girilmezdi” sözü, sadece evrimleşmiş olanların modern mekânlara girebileceklerine işaret ediyor.
Bu kural hâlâ geçerli. Evrimleşmek, kapitalizmin koşullarına boyun eğmekten geçiyor. Kapitalizmin biçimlendirdiği mekânlara ancak kapitalizmin biçimlendirdiği bedenler girebilir. Kirli kıyafetleriyle Profilo AVM’ye alınmayan işçiyi unutmadık.

Not 29: “Evet, yorgunum!” diye mırıldandı kendi kendine beyaz saçlı adam, “Hayatımı boşa geçirmediğime dair elimdeki tek delil de aslında bu!”

Not 30: Para bünyesinde emeğin sömürüsünü, sömürülen bedenlerin yeryüzünün tozuyla karışmış kanını ve terini içerir. Yeryüzünün kiriyle paranın kiri aynı kir değildir. Yeryüzünün kiri bedenler arasındaki bitimsiz ilişkileri bünyesinde saklarken paranın kiri ilişkisizliğin kiridir, bedenleri birbirinden ayırır, ayrışma mekânları yaratır. Paranın kiri elleri itaat ettirmek içindir: “Elleriniz balçık gibi itaatli/elleriniz karanlık gibi kör” (Nazım Hikmet). Kara para ak para tartışmaları, parayı aklamak içindir, hiçbir para temiz değildir. Duvarları, bedenlerin kanı ve teriyle örülü tecrit hücreleri para ile inşa edilmiştir. Para elinin kiridir ve elinin körü. Para körleştirir ve itaat ettirir.

Not 31: İnsanın kendine has bir yüzü yoktur, hayvanlaşabilir ya da ulvi bir çehreye de bürünebilir. Biçimi, tamamen hangi doğrultuda hareket edeceğine bağlı. Yeryüzünde, yatay doğrultuda hareket ederse hayvanileşmeyi seçecektir. Dikey doğrultuda hareket ederse, yerden yükselip göğe yönelirse ilahi bir yüze bürünebilir. Tanrıya göre insan ancak kutsallaştığı ölçüde insan olmayı hak edebilir. Tanrı kurnaz, insana ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyi denemiştir. Yeryüzünde ancak hayvanlar var olabilir. İnsanın insan olabilmesi için yeryüzünü terk etmesi, cennete geri dönmesi gerekir. Tanrı, bahçesinden kovduğu insanı, şimdi tekrar insan yapmak için bahçesine geri çağırmaktadır. Evden kovulan, sıkıntılı zamanlar geçirse de sonunda özgürlüğüne kavuşan hangi evlat baba evine geri dönmek ister ki?

Not 32: Hiyerarşi sözcüğü meleklerin göksel mertebelerini göstermek için ilk kez M.Ö. 6. yüzyılda kullanıldı. Yunanca kutsal anlamına gelen “hieros” ile, yönetim anlamına gelen “arkhe” sözcüklerinin bileşiminden oluşur; kutsal hükümranlık demek. Göksel düzen hiyerarşik bir düzendir; kaskatı bir düzeni, otorite ve bağlılık seviyelerini gösterir.