Gençlik geleceğimizdir

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, 2025 yılının ilk çeyreği itibarıyla, 15-34 yaş aralığında ne eğitimde ne de istihdamda olan, halk arasında bilinen ifadesiyle boşta gezen gençlerin sayısı 6,7 milyona ulaşmış vaziyette.

Bu yaş grubundaki toplam nüfus 24,2 milyon kişi. Yani bu yaş grubundaki gençlerimizin yüzde 27,7'si boşta geziyor.

TÜİK'in verilerine göre, eğitimini tamamlamış her 100 gencin; 15-24 yaş grubundaki 23'ü, 25-29 yaş grubundaki 33'ü, 30-34 yaş grubundaki 31'i işsiz ve boşta geziyor.

Verileri değerlendiren ekonomist Alaattin Aktaş'a göre "ev hanımı" ifadesinin yanına şimdi "ev erkeği" diye bir tanım gerekecek.

Ne eğitimde ne istihdamda olan 15-24 yaş grubunda 963 bin, 25-29 yaş grubunda 573 bin, 30- 34 yaş grubunda 390 bin erkek bulunuyor. Toplamı 1,9 milyonu aşan bu işsiz gezen erkekler bu kapsamda.

Peki, günümüzün toplumsal şartlarında bu genç kadın ve erkeklerin evlerinde durabilmesi mümkün mü? Elbette ki hayır. İşte bu noktada büyük bir tehlike ortaya çıkmaktadır. Eğitimde ya da istihdamda olmayan başı boş gençlerin kötü niyetli örgütlerin, çetelerin ya da insanların kurbanı olması ihtimali çok yüksektir.

Her gencimizin ayrı bir kabiliyeti vardır, esasen kabiliyetsiz hiçbir genç yoktur.

İşte sosyal devletin görevi, gençlerimizin bu kabiliyetlerini açığa çıkaracak ve hem kendisi hem de toplum yararına değerlendirebilecek doğru politikaları ortaya koyabilmektir.

Her zaman ifade edilir, "Gençlerimiz geleceğimizdir" diye, ama maalesef bu sadece lafta kalır. Eğer gençlerimizin geleceğimiz olduğuna gerçekten inanıyorsanız ama bu gençler için proje üretmeyerek 6,7 milyonunu ne eğitimde ne de istihdamda bırakıyorsanız o zaman bu ne anlama geliyor?

Dert sadece genç istihdamı değil ki ülkede. En öncelikli sorunların başında şüphesiz. Yargı İstanbul belediyesi operasyonlarına hız kesmeden devam ediyor. Özgür Özel mitinglerle hükümete meydan okumaya devam ediyor ve bir yandan yaz mevsiminin rehaveti de herkesi sarmak üzere sıcaklar arttıkça.

Okulların kapanmasına ve yaz tatilinin başlamasına az kaldığı şu günlerde, giderek öğrenci eylemlerine daralan sokakla ve yeni bir aşamaya evrilemeyen CHP mitingleri ile birlikte –eğer son derece olağanüstü hadiseler olmazsa- muhalefet dinamiklerinin giderek geriye çekileceğini ve toplumsal muhalefetin de tatile gireceğini öngörebiliriz.

Bu noktada iktidar bu geriye çekilişi fırsat bilip İBB’ye kayyımı ve CHP kurultayının iptalini tekrar gündemine alabilir mi sorularının kesin bir yanıtını verecek durumda değiliz ama bunların hala iktidarın masasında durduğunu ve eğer maliyetini göğüsleyebileceklerine inanırlarsa hayata geçirmekten çekinmeyeceklerini açık bir şekilde söyleyebiliriz.

Tatil sonrası Meclis’in yeniden açılmasıyla birlikte iktidar yeni anayasayı gündeme getirecektir; CHP’nin ise esas gündeminin ara seçim olduğunu biliyoruz. Ara seçimle İmamoğlu’nun milletvekili yapılarak cezaevinden çıkartılmasının hedeflendiğini ve seçimin iktidara yönelik bir güvenoyuna dönüştürülmek istendiğini görebiliyoruz. Ancak ara seçim için verilecek istifaların Meclis’te kabul edilmesi gerektiğini de biliyoruz. İktidar buna yanaşacak mı yoksa meşruiyetinin daha da zayıflamasını göze alarak ara seçimi ret mi edecek, bu da önemli bir soru olarak karşımızda duruyor.

Gelecek aylar hararetli geçecek. Ankara’nın dehlizlerinde ve İstanbul’un derinliklerinde neler olacak bekleyip göreceğiz.

Bildiğimiz dünyanın sonu:

“John Maynard Keynes, tüm işin otomasyonla gerçekleştirildiği çok gelişkin bir toplumda bunun etkisinin ne olacağı sorununa ilişkin bir tahminde bulunmuştu. ‘İnsan, yaradılışından bu yana ilk kez gerçek, kalıcı sorunuyla; zorlayıcı iktisadi meşgalelerden kurtulmanın beraberinde getirdiği özgürlüğü nasıl kullanacağı, bilimin ve bileşik faizin kendisine kazandırdığı boş zamanı akıllı, makul ve iyi bir şekilde nasıl dolduracağı sorunuyla yüzleşecektir.’ Keynes işten kurtulmanın, yapmaya değecek pek bir şey bulamayan aylak zenginler ve eşleri için yarattığından daha iyi sonuçlar doğurmasını ummuştu.

“… Bu yeni toplumda insanların daha ziyade meşguliyetleri üzerinden tanımlanacağını umuyoruz: o bir izci gönüllüsüdür, berikiyse tıbbi çalışmalar için bağış toplar. Birçok insanın gerçekleştirmek istediği, bahçe işleri, resim yapmak, şiir yazmak, spor yapmak, manevi faaliyetler yürütmek ya da ömür boyu öğrenmek gibi tutkuları vardır. Başkaları hastanelerde gönüllü hizmetler vererek, çocuklara ya da özel ihtiyaçları olan insanlara bakarak veya müzelerde rehberlik yaparak yardımcı olmak isteyebilir. Maddi mal ve hizmetlerin tüketimine daha az odaklanılırken iş birliğine dayalı çalışmaya ve kendini gerçekleştirmeye daha fazla odaklanılacaktır.”

Bu satırlar ünlü bir “pazarlama gurusuna”, Philip Kotler’a ait. Bugün gerek rafine burjuva ideologları gerekse Marksistler arasında kapitalizmin mevcut şekliyle varlığını sürdüremeyeceğine ilişkin argümanlar hayli yaygın bir biçimde dile getiriliyor. Kotler’ın otomasyon ve yapay zeka teknolojilerinin gelişiminin istihdam üzerindeki etkisine ilişkin söyledikleri bunun bir örneği. Bu argümanların, yani kapitalizmin bir tür “çöküş dönemi” içinde olduğu ya da “bildiğimiz dünyanın sonunun yakın olduğu” argümanının başka varyantları da mevcut. Fosil yakıt kaynaklarının tükenmesi ve kapitalizmin yenilenebilir kaynaklara dayanarak mevcut (tarihsel) büyüme oranlarını korumasının imkansız olduğu, iklim felaketlerinin sıklığının ve şiddetinin giderek artacağı ve bunun dünyada çok büyük çaplı nüfus hareketlerine neden olacağı ya da ABD hegemonyasının çözülüşünün yarattığı kaosun giderek daha da büyük siyasi çalkantılara neden olacağı tezi gibi örnekler verilebilir.

Bu tür tezlerin ortak noktası “bildiğimiz, içinde yaşadığımız dünyanın artık sürdürülemez olduğunu” savunmaları. Kotler gibi pazarlama guruları bu “yeni bir dünyaya” nispeten sorunsuz bir geçişin yaşanabileceği, sistemin ille de çökmesinin gerekmediği ancak bir dizi “radikal” düzenlemeyle sürecin yönetilebileceği görüşünde. Bunun için yakın geleceğe ilişkin daha “sarih”, öngörülü politikalar geliştirilmesi ve şimdiden hazırlık yapılması yeterli. Tabi bu durumda geleceğin işsizlik dalgası da pazarlama gurularını vurmamış olacak, onlar “öngörü” ve “sağduyu” geliştirme işine devam edebilirler.

Bütün burjuva ideologlarının “kapitalizmin geleceği” konusunda karamsar olduğunu iddia etmiyorum. Ancak kapitalizmin insanlara herhangi bir umut sunamadığını ve bu durumun uzun hatta orta vadede pek de sürdürülebilir görünmediğini kabul edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu ön kabulden hareketle geliştirilen reçetelerse farklılaşabilir.

Çöküş argümanının özellikle Batı’daki üniversitelerin “beşeri bilimler” bölümlerindeki kürsülerinde üretimlerine devam etmekte olan “Marksist” entelektüel versiyonuysa bu gelecek tasvirine biraz daha farklı yaklaşıyor. Bu kategoriye yerleştirilebilecek pek çok Batılı Marksist entelektüele göre “bildiğimiz dünyanın sonu” gelişmiş kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde sınıflar mücadelesinin şiddetlenmesini, kitlelerin kapitalizme alternatif arayışı içine girmesini beraberinde getirecek. Yani “çöküş”, yeni bir devrim çağının habercisi olabilir (lütfen akademisyenlerimizden kesin cümleler kurmalarını beklemeyin; bu nedenle “olacak” değil “olabilir”). Üstelik bu defa tam da Marx’ın beklediği gibi devrimin odak noktasında kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyalar durabilir (bakın “duracak” demiyorum!).

Bu akıl yürütmenin ilk, yani burjuva liberal biçimini neden “beğenmediğimiz” açık.

Bildiğimiz, içinde yaşadığımız kapitalizmin çökebileceğini, hatta çökmekte olduğunu söylüyor ama yerine yine kapitalizmden başka bir şey olmayan bir geleceği koyuyorlar. Bazılarının tasvir ettiği gelecek, eğer Kotler’ın tanımlamasını baz alacak olursak, tuhaf bir biçimde Marx’ın Alman İdeolojisi’nde yaptığı “komünizmin üst aşaması” tarifini uzaktan andırıyor:

“… hiç kimsenin münhasır, tek bir faaliyet alanının olmadığı, herkesin dilediği alanda kendini gerçekleştirebildiği komünist toplumda, genel üretimi toplum düzenler ve böylece bugün bir şey yarınsa başka bir şey yapmamı, sırf bir aklım olduğu için avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabah avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır gütmemi, yemekten sonra eleştiri yapmamı olanaklı kılar.”

Marx yabancılaşmamış emeğin gönüllü iş birliğine dayalı komünizmin üst aşamasını böyle tarif ediyordu. Kotler’ın “bildiğimiz dünyanın sonuyla” birlikte pürüzsüz bir şekilde gelmesini “öngördüğü” gelecekse yarının işsizlerine “aylak olmayan” zenginlerin ve eşlerinin bugünkü hayatını vaat ediyor. İşleri robotlar ve yapay zeka yaparken, hep birlikte “güneşli pazartesileri” yaşayıp, bir an için intihar düşüncesinden uzaklaşabilmek için kendimizi hayır işlerine verdiğimiz bir gelecek… Gurumuz bizi Mars’a götürecek de diyebiliriz, atlayın Elon Musk’ın roketine…

Kürsü sahibi Marksist aydınlarımızın ayağının bu denli yerden kesilmiş olduğunu söyleyerek onlara haksızlık etmeyelim. En nihayetinde “bildiğimiz dünyanın sonu” argümanının örneğini verdiğimiz çeşitli kalkış noktalarının maddi bir temeli var. Gerçek sorunlardan söz ediyorlar. Gerçekten de dünya giderek şiddetlenen iklim felaketleri yaşıyor, gerçekten de kapitalizm fosil yakıtları ikame edecek bir teknolojik atılımı halen gerçekleştirebilmiş değil ve gerçekten de ABD hegemonyası büyük bir gürültüyle çöküyor. Bütün bunların ve daha fazlasının sınıflar mücadelesini kızıştırdığını söylerken de haklılar. Kimilerinin analitik becerileri Türkiye’de yamaklarının bir hayli ötesine geçiyor, tutarlı analizler ortaya koyabiliyorlar, haklarını yemeyelim.

Yine de kürsü sahibi sol liberallerin burjuva liberallerle birleştikleri bir bağlam var. Devrim, ne onlar için ne de burjuva liberaller için bugüne, somut duruma, içinde yaşadığımız gerçekliğe ait bir kavram. Burjuva liberaller açısından “devrim” zaten çöküşle eş anlamlı. Ya da çöküşün olası en kötü biçimi… Onlar mesailerini devrimin güncelliğinin üzerini örtmek, devrimden kaçmak için burjuvazinin ihtiyaç duyduğu aklı üretmek için harcıyor. İşlerini yapıyorlar.

Sol liberallerse devrimi bir çıkış olarak görüyor, ama hiç ulaşılamayacak, hep geleceğe ait bir çıkış olacak. “Çöküşün eli kulağında, insanlar yeni alternatiflere yönelebilir”; böyle diyorlar. İyi. Oysa çöküşün eli kulağında değil, kapitalizm her an ve her yerde çöküyor; çökerken de çökmekte olanın yerini bir şekilde dolduruyor.

Devrimin güncelliği, şimdiye, içinde bulunduğumuz ana ait olması; somut, ulaşılabilir ve zorunlu bir sıçrama olması ve işçi sınıfının siyasi mücadelesine her an içsel kılınması anlamına geliyor. Sol liberallerse onu hep geleceğe bırakıyor.

100 yıl önce, belki daha farklı saiklerle yürüyen kavga yine aynıydı. Kapitalizm dünya çapında, sistemik bir dönüşüm geçiriyor, emperyalist aşamaya geçiyordu. Bu geçiş, kimi burjuva liberallerin vaaz ettiği gibi pürüzsüz, sancısız, “yönetilebilir” bir şekilde değil yıkarak, devirerek, kanla, ateşle gerçekleşiyordu.

Bu geçiş yine dönemin en büyük, en kitlesel sosyal demokrat partilerinin, Marksistlerinin düşündüğü, ileri sürdüğü gibi işçi sınıfını kendiliğinden iktidara yakınlaştırmıyordu. Oysa yirminci yüzyılın başında bir dizi ülkede kitleselleşen İkinci Enternasyonal partileri devrimin yakın, pek yakın bir gelecekte bu çizgisel sürecin bir devamı olacağını, kapitalizmin çelişkilerinin, yani “bildiğimiz dünyanın sonunun” kaçınılmaz bir sonucu olacağını düşünüyor, stratejilerini bunun üzerine kuruyorlardı. Bu partiler ve onun liderleri, yirminci yüzyılın ikinci on yılının ortalarına gelindiğinde kendilerini “pek yakındaki devrimin” safında değil, emperyalist savaşta, egemen sınıflarının yanında buldular.

Kapitalizmin derinleşen çelişkilerinin işçi sınıfı devriminin somutluğu, gerçekliği anlamına geldiğini gören gerçek Marksistler Bolşevikler oldu. Marksizmi durağan, çizgisel gelişen bir tarih tezi olarak değil, asıl anlamıyla, devrimci mücadelenin eylem kılavuzu olarak kullandılar. İşçi sınıfı devriminin kendiliğinden, kapitalizmin derinleşen çelişkilerinin organik bir sonucu olarak değil, bilinçli ve iktidarı hedefleyen siyasi mücadeleyle gerçekleşebileceğini ortaya koydular. Teorilerinin de pratiklerinin de merkezinde devrimin somutluğu, güncelliği bulunuyordu ve bundan hiçbir zaman, hiçbir koşulda taviz vermediler. Devrimin güncelliğini pratiğin, işçi sınıfının çıkarlarını gündelik siyasetin merkezine koydular.

100 yıl önce Bolşevikler bu mücadeleyi kazandı. Bu mücadelenin meyvesi Ekim Devrimi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’yle açılan yeni çağ, yani gerçek anlamıyla o zamana kadar bilinen dünyanın sonu oldu. Ekim Devrimi hiçbir şey öğretmediyse bunu öğretti: Yeni bir dünya devrimle kurulur.

Sonuç olarak devrim olmadan içinden çıkılmaz hale gelen kapitalizmle yoğrulmuş dünya sistemi düze çıkamayacak. Sistem durmadan inovasyon üretse de sorunlar bir türlü kökünden çözülemiyor. Palyatif çözümler bir türlü gereken rahatlamayı sağlayamıyor.

Kapitalizmin son buluşu yapay zeka. Aslında bir tür rönesans dönemi.

Yapay zeka önce birçok alanda verimliliği artıracak.

Yapay zeka zaman içinde bazı iş kollarındaki personel eksiklerini tamamlamak için kullanılacak. Madem personel yok bari yapay zekayla boşluğu dolduralım denecek. Sonra yapay zeka daha da gelişecek.

Bilimkurgu hikayelerinde binlerce kişiye bakan bir tane doktor vardır. Robotlar ve yapay zeka diğer bütün işleri halleder. İş oraya doğru gidecek.

Otonom sürüş yaygınlaşacak. Taksicilik ilk yok olacak mesleklerin başında geliyor.

Yeni moleküllerin bulunması kolaylaşacak. İlaç geliştirmede yeni moleküller, sanayi ve inşaatlarda yeni malzemeler çığır açacak.

Yapay zeka rönesansını ıskalayan milletler nasıl zamanında sanayi devrimini kaçıran milletler çok geri kaldıysa benzer şekilde geri kalacak.

Kötü niyetli hükumetler yapay zekayı da halk üzerinde daha fazla baskı kurmak ve manipüle etmek amaçlı kullanacak. Kötü niyetli hükumetlerin olduğu yerlerde distopya yaşanacak.

Geri kalmış milletler eğer bu tür kötü niyetli hükumetlerle yönetilirlerse orada yaşayan halkların hali içler acısı olacak.

Uzun ömür üzerinde çalışan uzmanlar yaşlanmayı tedavi edilebilir bir hastalık gibi değerlendiriyor ve yaşlanmayı geriye çevirmenin yollarını arıyorlar.

İnsanlar gelecekte daha uzun yaşayacak. Ancak eğitim sistemi buna hazır değil.

25 yaşında bir genç hayata atılan bir genç 75 yaşına geldiğinde de halen para kazanabileceği bir iş yapmak zorunda kalacak.

O zaman hem çocukları hayata hazırlayan eğitimin kökten değişmesi gerekiyor hem de eğitimin bir noktada bitmemesi ve sürekli devam etmesi gerekiyor.

Yapay zeka herkesin ihtiyacına ve öğrenme hızına göre öğrenmesini sağlayacak.

Neuralink gibi insanın makineyle sadece zihinle iletişim kurmasını sağlayan teknolojiler sayesinde "post human" dönemde insanlar yapay zekaya sadece düşünceyle ulaşabilecekler.

Aslında yapay zeka yeni bir şey değil. Ta hesap makineleriyle başlayan ve mühendislikte uzun süredir kullanılan bir şey. Adı yeni, kendisi eski.

Yapay zekanın geleceği iddia edilen aşama başta söylediğim gibi bir tür rönesansı çağrıştırıyor. Bakalım sonuçları ne olacak.

Son söz: Vaktiyle rahmetli Galip Erdem “Bizler davayı Ağrı dağının zirvesine çıkaracaktık. Bin zahmet ve acılar çekerek tırmandık zirvede sevincimiz sonsuzdu ama bir noksanımız olduğunu fark ettik. Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk; meğer biz davayı değil kendimizi dağın zirvesine çıkartmıştık.” demişti. Rahmet olsun.

Hakikat: Yirminci yüzyılın en önemli arkeologlarından Gordon Childe, toplumların yaklaşık elli bin yıla yayılan ölü gömme uygulamalarını inceleyerek şu sonuca varmıştı: Toplumlar daha yerleşik, kültürel ve maddi açıdan daha istikrarlı hale geldikleri ölçüde cenaze geleneklerinin ve ölü gömme ritüellerinin daha sade ve abartısız olması eğilimi baskınken, toplumsal ve kültürel istikrarsızlık dönemlerinde bu gelenek ve ritüeller daha abartılı ve ayrıntılı olma eğilimi gösterir.

Soru: Şerefsizlik başarı mı getirir mi?

Aforizma: Her başarı hikayesinin arkasında mutlaka bir yalan dolan vardır..

Son söz: Ömür bir acıyı ev belleyecek kadar uzun değil..

İki mısra: İşi rast gitmeyen kalbini yoklasın

Sırtımızdan vuran sadece güneş olsun.

Not 1: Yer Karabağlar/İzmir. Geçen hafta Konak bu hafta Karabağlar grev var. Çöpler toplanmıyor. Havalar da ısındı. Devam ederse sorun vebaya tifoya davetiye çıkabilir.

Not 2: Düşük doğum istatistik tablosuna bakıp ekonomik sebep diye ahkam kesenler var. 2 çift laf edeyim. Aynı tabloda 2001 sonrasına bakın. Doğurganlık 2'nin altına düşmemiş. Bilen bilir, 2001 krizi son 40 yılın en büyük kriziydi. Ortalık dümdüz oldu. Birçok banka battı. Buna rağmen böyle bir düşüş olmadı.

Not 3: Trump'ın gümrük vergileri fos çıktı. Baştan da belliydi. Üreten tüketenden daima güçlüdür. Çin'in dediği oldu. Yüksek enflasyonu ABD göze alamadı ama Türkiye yıllardır göze alıyor. Toplumda enflasyonun düşmesi için istek yok. Enflasyon yüksek olsun, benim maaşıma zam yapılsın isteniyor.

Not 4: Trump yönetimi, Sağlık Bakanı'ndan tıp kurumları içindeki bütün atamalara kadar radikal kararlar almaya başladı.

Trump'ın hâline tavrına bakıp duruyoruz da...

Birimiz bile "İyi de bu adam tıp alanında ne yapmak istiyor?" diye sormuyoruz...

Trump en son ülkesinin en önemli tıp mevkilerinden birine Stanford'dan mezun ama cerrahlığı bırakan Dr. Casey Means'i önerdi...

Dr. Means diyor ki: "Sağlık sistemi, hastaların çokluğundan kâr ettiği sürece bu işi çözemeyiz."

Oturun düşünün şimdi...

Not 5: İnsanda yabancılaşma etkisi yaratan şehircilik unsurları yükseldikçe dindarlık seviyesi düşmektedir. Çünkü şehrin büyüklüğü arttıkça üstündeki gök daha az görünür olur, doğa ve çiçekler de azalır; duman, benzin ve teknik araçlar artar, şahsiyet azalır, gittikçe kitleye doğru indirgeniriz.

İnsan yaşadığı şehrin sesini dinlemeli diyorduk eskiden, şimdi kulaklarımızı tıkamazsak eğer, şehrin kudurgan sesi kulaklarımızı sağır ediyor!

Not 6: Kalabalıkların yaptığı şeyleri yaparak yaşıyoruz bugün; söylediklerini söyleyerek, beğendiklerini beğenerek, çekindiklerinden çekinerek, bağırdıklarını bağırarak, yaptıklarını yaparak, uyduklarına uyarak… Herkesin birbirinin taklidi olduğu asılsız, içsiz, derinliksiz sığ bir dünya bizim dünyamız artık! İşin garibi “Bu içi boşaltılmış hayat bana yetmiyor!” diye pek isyan eden de yok!

Hayatın dili hepimiz için bilmediğimiz bir yabancı dil artık! Çoğumuz bize söylediğini zaten duymuyoruz, duyanlarımız da söylediğinden hiçbir şey anlamıyor!

Not 7: Geniş pencerelerle, cam yüzeylerle kaplıyoruz yeni binaları, sanki yerimizden kalkıp dışarıya bakacakmışız gibi!

Not 8: ÇİĞ KÖFTEDE bile ET kalmadı, 90'ları fakir zannetmek enteresan.

Herkes ARABA alamazdı, ama EV almak kolaydı. KİRA ödeyip, bir yandan EV TAKSİTİ ödüyordu insanlar.

KURU YEMİŞ, fakir yemişiydi. Zenginler CİPS alıyordu.

COLA içmek pek keyifliydi. 2.5 litre 1 haftada biterdi.

Not 9: 90'larda KRİZLER oluyordu. Ama etkisi 1 seneydi.

Mesela 1994 KRİZİ, 94'te tamamlanmıştır. 95'te etkisi yoktur.

98'in işi 98'de bitti.

2001 bile, 2002'de bitti, kalmadı.

2008'de, 2009'da artık etkisizdi.

Fakat, 2018 senesi başlayan BUHRAN bitmiyor. Hala devam ediyor.

Not 10: Zamansızdır tüm ayrılıklar. “Böyle sessiz ayrılıklarda/her şey önceden belli olur/en güzel zamanında, aşkın ve hayatın/insan deli olur…” diyordu Turgut Uyar. Çünkü öyle bir bağlılık ve öyle bir sevgi ki ondan ayrı düşmek, onunla iken bile ona özlem duymak delilik değil midir? Zaten delice olanı makbuldür, delice düşünceler, sınırsız ve sonsuz sevmek…

Not 11: Vakit doluyor, ne oluyorsa birden oluyor. Ve Zamansız gelen, zamansız gidiyor. Değil değil! Şöyle diyordu Edip Cansever, “Gitsem de her yerde biraz vardır/Hatırda zamansız bir plak/Bir otel kapısı, biraz istasyon/Vardır o seninle birlikte olmak/Buluşur çok uzaktan ellerimiz/Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak” Şimdi içimizde bir infilakın sesi var, bu ses dolduracak boş dünyayı. Ve Haydar Ergülen gibi demek gerek: “insan önce ayrılığa yetişir, belki sonra bulurmuş”

Not 12: Zamansızdır gelişler, gidişler. Ölüm de öyle değil mi? Erken oldu, deriz. Hele hele sevdiğimiz birisi ise yaşı kaç olursa olsun, erken gitti, deriz. İrademizin dışında cereyan eden ne varsa bize zordur. Zamansız olup biten ne varsa zor gelir, üzer. Onarılması mümkün olmayan tahribat açar bu gidişler. İnsan hem güçlü hem çok zayıf. Zamansızlık insanı harap eder. Alışmak da çare değildir. Unutmak ise imkânsız. Zaten imkânsızı yaşama arzusu değil mi ki içimizi yangına çeviren? Yangından da şikâyet değildir bu. Yanmayan olmaz, olamayan sevemez ki.

Not 13: İnsan yorgunsa eğer ve ertesi sabah uyanması için bir sebebi varsa yaşam ne güzeldir...

Not 14: Judith Butler, 'Kırılgan Hayat'ta, “Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız” diye yazmıştı. Belki de bu yüzden 'şimdi'ye mahkûm oldu insanlar, durdukları an melankoli çukuruna düşecekler, düşüyorlar...

Not 15: Ölüm korkusunun kaynağında masumiyetimizi yitirişimiz var. Masum olan, tehlikelerin farkında olmadığı için risk almaya her zaman hazırdır. Risk almayı göze alanlar sayesinde devrimler olur, toplumlar gelişir, yeni durumlar, duygular, hazlar ve acılar keşfedilir. Modern insan ise, dünyadaki tehlikelerin farkında olduğu için risk almaktan kaçınır çoğu zaman. Kolay yaşamanın yollarını arar. Ona ölümü ve acıyı anımsatacak her şeyden uzak durmaya çalışır. Hal böyleyken yitirilen masumiyet, nasıl yeniden kazanılır? Bandista’nın “Her Şeyin Şarkısı”ndaki sözlerini anımsadım: “Yaralarım benden önce de vardı / Ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.”

Not 16; Ölüm hep başkalarının başına gelendir anneniz gidene kadar. Anne yaşarken kendimizi ölümsüz sanmamız ondanmış meğer.

Not 17: Hepimiz anlamsız boşluklardan ibaretiz. Ölümün getirdiklerine hasretiz.

Not 18: TEKNOLOJİK GELİŞME, daima;

APTAL insanı;

DAHA APTAL;

AKILLI insanı ise;

DAHA AKILLI yapar.

Not 19: Ekşi'deki KADEMELİ EMEKLİLİK konusunu okuyorum.

Milletin istediği EMEKLİLİK YAŞI 52.

Yani, SSCB seviyesinde istiyorlar.

SSCB parçalandı o yaş sınırıyla.

Üstelik, doğum oranı da 1.41'e inmiş.

ISLAK HAYALLER görüyorsunuz ama, gerçekler bir hayli KURU ve SERT.

Not 20: Yeryüzünde hiçbir gelişme yok ki Türk Lirasını ve Malatya kayısısını etkilemiş olmasın. Namibya'nın kuzeyindeki ilkel Himba kabilesinde kavga çıksa Türk Lirası’nın değeri düşüyor. Moğolistan steplerinde kar yağsa Malatya kayısısının değeri yükseliyor. Nasıl iştir anlamadım ben. Biraz fiyat düşerse burada devlet taban fiyat belirleyip alıma başlıyor. Yani halka makul fiyata kayısı haram.

Not 21: Fazla tevazunun sonu memleketi soyup soğana çeviren şarlatanlardan vatanseverlik nasihati dinlemek.

Not 22: Ülkede beslenme, barınma, eğitim ve mutfak sorunu varken, konuşmamızın %85'i parti, parti meclisi, birinci partiyiz, il başkanlıkları; kalan %15'i de ilgisi olmayan örneklere giderse, günümüze kadar verdiğimiz mücadelenin siyasete malzeme yapıldığı anlamı doğar

diyor gençlik.

Not 23: Kontrol edemediğin şeylerden yakınıp durmak, ruhu azar azar tüketmektir.

Not 24: ‘Yeryüzünün dinleyenler için bir müziği vardır’ der Shakespeare.

Güzelliği özlüyoruz. Çünkü o bizi bizden daha büyük olana taşıyor, sonsuzluktan bir bal çalıyor damağımıza. Güzel ile karşılaşmak ruhu onarıyor.

Yeryüzünü daha çok dinlemeliyiz.

Not 25; ‘Asla geri dönme, hayallerin arkanda değil.’

Japon Atasözü

Not 26: Trump bütün dünyanın suratına acı gerçeği tokat gibi çarptı...

Nedir o?

Para ile güç arasındaki ilişki...

Arapları gördünüz işte!

Trump'ı ve yanında getirdiği iş adamlarını paraya boğdular, ticari anlaşmalar yaptılar, hepsi tamam!

Ama asıl ne yaptılar?

Trump'ın şahsında ABD'nin hegemonik gücünü onayladılar.

Not 27: Ekran çubukluları askeri teknolojiden bir anda Avrupa Birliği sorunlarına; enflasyondan uluslararası ilişkilere müthiş bir kıvraklıkla geçiveriyorlar...

Kaçındıkları tek bir alan var...

Hayat!

Dümdüz hâliyle hayat!

O alanda iki çift laf bile etmezler...

Mesela çocuklarının eğitiminden konuşsalar, çarşı pazardan, sağlık kurumlarıyla ilgili tecrübelerinden konuşsalar...

İyi olur, diyeceğim de...

Berraklığa hiç alışık değiller ki!

Not 28: Yanımdaki masada 40'larında bir adam ve 30'larında bir kadın var...

Şimdi olmasa bile birkaç güne yollarını ayıracak gibiler, hâllerinden belli...

Adam, biraz utangaç biçimde ve çok alçak sesle "Seni hep seveceğim" diyor.

Kadın sesini çıkarmıyor.

Belki şöyle düşünüyor: "Hep...

Kuşkulu bir ifade... Şu anda sevmiyor, sevemiyor..."

Not 29: Yalnızlık başkalarından uzak yaşamak değildir; söylediğin şeylerin başkalarına uzak, anlamsız, anlaşılmaz gelmesidir.

Not 30: Düşünen insanlar yalnızlığın derinliğine mahkumdur.

Not 31: Suriye çöllerinin denizle birleştiği uzak kasabalara gönderilmiş memurlar, zamanın İstanbul'unu nasıl özler, nasıl hayal ederlerdi, hiç düşündünüz mü?

Refik Halid şu paragrafta müthiş anlatır:

"Bir Roma harabesi üzerine yeniden kurulmaya başlanan bu çorak Badiye Limanı'nda mutasarrıf eski bir mektep arkadaşım çıkmıştı. Hukukta beraber okumuşuz...

İşsizlikten, eğlencesizlikten, sohbetsizlikten bunalıyordu, yakamı bırakmadı... İmkân olsa hükümet konağındaki odasına da benim için bir masa koyduracaktı; çalışma saatlerinde de karşılıklı oturup İstanbul'dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez.

Musluklardan Terkos yerine kevser akar..."

Not 32: Ya Yemen'de bir akşamüstü nasıldır?

Buyurun okuyun:

"Bir akşamüstü, tarçınlı akide şekeri renginde ve sertliğindeki güneş, batmadan evvel, önümüzde, gene kendi renginde bir hurma ormanı tablosunu aydınlattı. Sonra hasır damlı, kamış duvarlı yığın yığın evler, tüten dumanlar, başlarında testilerle sudan dönen kızlar gördük...

Her şey akide kızıllığında cam gibi parlak, cilalı, içi dışı aydınlık, ferah, hoş renkte idi, peri masalı kadar süslü, sevindirici, acayip, sanki yalandı..."

Not 33: Polis kadim Yunancada şehir devleti daha doğrusu düpedüz “devlet” demektir. Silahlı kuvvetleri olmayan devlet yoktur. Costa Rica gibi ordusuz devlet olur ama polissiz devlet olmaz. Devlet, halktan zorla para toplama tekeline sahip kamusal örgüttür. Adalet, mülki idarenin; vergide adalet rekabete dayalı serbest piyasa sisteminin temelidir. Vergide adalet sadece, çok kazanandan, çok harcayandan, çok serveti olandan çok vergi almak değil, herkesten gücüne göre vergi alabilmektir. Ve fakat bu arada kesinlikle servet vergisi getirilmeli; yoksa ne vergi sorunu düzelir ne gelir dağılımı adaleti sağlanır; servet vergisiyle sosyal konut yapılmalı dar gelirliler için.

Not 34: OECD’de vergi gelirlerinin GSYH’ye oranı, ortalama %34’tür. Bizde ise %24’tür. Buradan kalkarak, kayıt dışılık önlenebilirse, ülkemizde de 1.2 trilyon dolara ulaşmış GSYH’nin %10’u kadar yani yılda 100 milyar dolardan fazla ilave vergi toplanabileceği söylenebilir. Kayıt dışılıkla mücadele “son alışveriş” noktasında damaya çıkar. En etkin ve en yaygın denetim, her gün alışverişe çıkan milyonlarca tüketicinin fiş almadan ödeme yapmamasıdır. Devletin yeterince vergi toplayamamasından en fazla zarar gören dar gelirliler, ceplerinden daha az para çıksın diye “fiş vermeyen” esnafı tercih eder. Bu suretle kayıt dışılığı teşvik eder, kayıt dışılık da vergi gelirlerini azaltır. Ne yaman bir çelişkidir bu.

Not 35: PKK’nın “misyonunu tamamladığı için” kendini feshedip silah bırakma kararı aldığı kongrede yayınladıkları bildirge, yenir yutulur cinsten değil. Amacı “kaderleri birlikte yazılmış Kürtleri ve Türkleri birbirlerini öldürmekten kurtarmak” olan bir süreç başlatılırken, daha Bismillah demeden böyle konuşmanın alemi var mı? Demek ki var. Birinci ihtimal şu: Ortada PKK’nın kendini feshettiği ve silah bıraktığı gibi bir karar yok. Sadece savaşlarda yapılması mubah ve makbul olan bir “aldatma manevrası” var. İkinci ihtimal, yaşlanan komuta heyetinin, bu deklarasyonu fesih ve silah bırakma kararına karşı çıkan genç muhalifleri sakinleştirmek için kaleme aldığıdır.

Not 36: “mümkünü yok artık

gittiğim her yere

soluk yüzünü taşıyacağım

ve seni her düşündüğümde

çağımın utancını yaşayacağım”

(Nuri CAN/Umudun Evi Yok Sevincin Adresi)

Not 37: Bize yöneltilen her söz, her eleştiri ya da övgü, kendi içsel pusulamızla tartılmalı. Aksi takdirde, dış dünyanın kölesi olur, iç dünyamızı kaybederiz. “Breathe!”. Nefes al. Bu çağın en basit ama en zor eylemi belki de budur. Nefes al ve şeylerin gelip geçmesine izin ver. Zira geçer. Zaman hep bize şunu öğretmiştir: Dış dünyada fırtına olabilir ama iç dünya bir liman olabilir, eğer onu savunmayı öğrenirsek. O vakit nefes al ve şairin dediği gibi: “Şu yalan dünyanın cevrine bakma/Sabret gönül azat olun bu gamdan/Cana ceza verip cesedi yakma/Sabret gönül azat olun bu gamdan.”

Not 38: Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için / gidecek yer ne kadar uzak olabilir?

Not 39: Başım açık, saçlarımı ikiye / ortadan ayırdım / kimin ülkesinden geçsem / şakaklarımda dövmeler beni ele verecek /cesur ve onurlu diyecekler / hâlbuki suskun ve kederliyim.

Not 40: “Korsanlardan kaptığım gürlek nara / işime yaramıyor / rençberlerin o rahat / ve oturmuş lehçesinden tiksinirim.”

Not 41: “Boynumda / bana yargı yükleyenlerin / utançlarından yapılma mücevherler /sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin.”

Not 42: “mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok, /uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”

Not 43: Kendi hayatını sürgün kılan insan, artık yola çıkmaya mahkûmdur. Bu yolculuk, bir arayış değil, bir sonuçtur; yola çıkmak, bir eylem değil, bir hükümdür. Sonuç yerine ifade edecek olursak; bu metafor, bir bireyin içsel sürgünlüğü üzerinden çağdaş kimlik, aidiyet ve varoluş meselelerini dile getiriyor. Uzaklık, artık mekânla değil, benlikle ilgilidir. Kimlik, gösterilen değil bastırılanla tanımlıdır. Ve yola çıkmak, artık bir umut değil, bir zorunluluktur. Yeryüzünde herkesin bir yeri olduğu varsayılır. Ama bazen, insanın yeri, kendi içindedir ve orası haritalarda yoktur.

Not 44: Hayat çok hızlı akıyor. Koşuyor, yetişmeye çalışıyor, durmadan bir şeyler yapıyoruz. Peki, hiç durup nefes aldınız mı? Japonca’ da “Yutori” diye bir kelime var. Anlamı, hayatın içinde bilinçli olarak boşluk yaratmak. Nefes almak için, düşünmek için, sadece var olmak için kendine alan açmak. Bu boşluk, aslında bir kayıp değil. Zen felsefesindeki “ma” gibi, boşlukta gizli bir anlam saklı. Sessizlik, hayatın ritmini tamamlayan bir ses.

Batı felsefesinde de benzer düşünceler var. Heidegger, dünyadan biraz çekilip durmanın, düşünmenin insanı gerçekliğe yakınlaştırdığını söyler. Ama modern dünya zamanı hep doldurmamızı istiyor. Boş zaman, boşluk eksiklik gibi görülüyor. Oysa Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han’ın dediği gibi, bu hız bizi yorar, tüketir.

Not 45: Yutori, tam da buna karşı bir duruş. Hızın ve baskının ortasında kendine küçük bir mola vermek. Japonya’da bu anlayış eğitim sistemine bile yansımış. Çocukların üzerindeki yükü azaltmak için ders saatleri kısaltılmış. Daha fazla serbest zaman, daha fazla alan.

Yutori bize şunu hatırlatıyor: Hayat sadece yapmakla değil, olmakla da ilgilidir. Boşluk, yeni başlangıçlara açılan kapıdır. Sessizlik, içimize döndüğümüz andır. Belki de ihtiyacımız olan tek şey, hayatın hızına kısa bir ara vermek; nefes almak, düşünmek ve sadece var olmaktır.

Hoşça bakın zatınıza…

Not 46: Türkiye’de gerçekten çok ev mi satılıyor? İlk 4 ayda satılan evlerin 4'te 3'ü ikinci el. Sıfır evlerin de %90'ı kentsel dönüşüm. Boş arsaya ev yapımı neredeyse kalmadı. Kentsel dönüşümde arsa payı %40 ve üstü. Yani yıllık ortalama 1,2 milyon satış görünüyor. 300 binin %60'ı= 180 bin.

Not 47: Bu keşmekeş içinde suç kavramı da ortadan kalktı. Tek suç kaldı geriye: Terör! Terörist! Teröriste yardımcı! Teröriste yakın! Terörist sevici… Demlenenler! Hâlbuki yalnız terör değil, teröristin Türk devletini yok etme hedefi de suçtur. Hani devleti, millî egemenliği yıkmak serbesttir. Yeter ki terör kullanmasın. Yoksa bütün değerleri çiğneyebilir, çünkü bizim değerimiz yoktur.

Tek suça inmişti bütün bir devlet felsefesi: Terör. Ve şimdi terör de tatile çıkıyor. Ortada kalıverdik. Hapishanelerin kapılarını ardına kadar açıp ne kadar mahpus varsa serbest bırakmak zorundayız. Bırakmayalım mı?

Yoksa siz terörsüz Türkiye’ye karşı mısınız?

“Terörsüz Türkiye!” Acaba bu sloganı bulana kadar çok mu düşündüler? Acaba kendileri mi buldu yoksa ABD’de veya Avrupa’dan ithal mi edildi. Öyle ya. Hadi karşı çık çıkabilirsen.

Akıllarına Sakarya Savaşı sırasında gelseydi: “Savaşsız Türkiye.” “Analar ağlamasın.” Sonra saldırgan trol sloganları: “Yoksa siz savaşsız Türkiye’ye karşı mısınız?”, “Allah Allah! Ne kadar da savaş yanlısı varmış! Geçti sizin devriniz…“

Ne olurdu o zaman? Çok kötü olmazdı canım. Atina’dan yönetilirdik o kadar. Ne yani? Irkçılık etmenin lüzumu yok. Eh İzmir’de Konak Meydanı’na Venezilos’un at üstünde heykelini dikerdik.

Not 48: Engel, çoğu zaman gözde değil, bakıştadır. Kalpte değilse merhamet; asıl eksiklik oradadır.

Bir dostum anlattı: “Çocuktum, annemle bir misafirliğe gittik. Ev sahibi kadın bize çay getirdi. Sonra da anneme dedi ki, ‘Kızınız çayı kaç şekerli içiyor?’ Çok zoruma gitti biliyor musun? Gözlerim görmüyor olabilir ama kulaklarım işitiyor. Niye bana sormuyorsunuz, diyecektim… Diyemedim!”

Not 49: Uzun ve tatlı muhabbetimizin bir yerinde, on dört yaşındaki gözleri görmeyen dostum, “Hüzünlüysek komik şeyler yapmak lazım…” demişti.

Üniversite yılları... Kör bir arkadaşımla aynı dairede kalıyorum. Gecenin bir vakti eve geldim. Önce antreye, sonra salona geçip ışığı açtım. Gözüme görünüyorlar sandım önce; bizim eleman bir köşeye sinmiş, öylece oturuyor. “Ne yapıyon oluum orada öyle!” dedim önce. “Hiç oturuyorum öyle…” dedi. “Işığı niye yakmadın?” demişim, iyi mi? “Abicim sen de bi tuhafsın, ne işim olur benim ışıkla?” cevabını aldığım o geceden bu yana başka bir insanım.

Mutlu pazarlar.

Not 50: Hans Fallada benzeri yazarlar belli koşullar altında insanların nasıl hayata tersinden tutulduklarını ustaca anlatırlar. İnsanın doğasında zor olana değil sadece kötü olana da tuhaf bir yatkınlık vardır çünkü. Faşizm kadar tek adam yönetimleri toplumsal yatkınlıklarla ilişkilidir hep. Savaşın her şeyi alt üst ettiği, mekanların harap, geleceğin kanlı bir sis renginde etrafı kapladığı zamanlarda insanlar yerin altında sığınaklarda yaşamaya başlarlar. Başlangıçta hemen her şey katlanılmazdır. İntihara yeltenenler, kaçıp gitmek isteyenler birbirini izler. Ne var ki bir aşamadan sonra toprağın üstünde vaktiyle ne olup bitiyorsa insan arzuları, psikolojileri ve hesapları nasıl işliyorsa aynısı buraya da iner. Can bulur, kökleşir hatta çatışmalar türetir. Kötülük yeşerir. Alt ile üstün farkı kalmadığı gibi altta yaşayanlar üste çıkmaktan korkarlar. Laleyi tersine büyütmektir bu.

Stalin öldüğü zaman uzun süre en yakındakiler bile bunun gerçekliğine inanmakta zorluk çekmişler. Toplumlar uzun süre bir sarmalın içine düştüklerinde çıkış ihtimalini unutmayı yeğlerler. Hiçbir sarmal ondan beslenen güçlüler olmadıkça varlığını sürdüremez. Çoğunlukla da duygu ve hesap ortaklıkları içine girer aktörler. Fertler ise acılarını bastırmak adına üretilen kitlesel ve şahsi çarelerle avunurlar. Ne var ki yıllar geçtikçe görülür ki gidilmiş yol yol değildir. Şimdi ne olacaktır? En azından bu yol bilindiktir. Başka bir yol bizi nereye çıkarır? Oysa ancak tarihte yol ve ayak değiştirmeyi göze alabilen toplumlar yok olmaktan kurtulurlar. Bu böyledir. Korku şifa değildir. Karanlık sabahı müjdelemez. Ters lale de nadir bulunur.

Not 51: Linet, askerliğini İsrail’le yapmış, çifte pasaport taşıyan, Cumhurbaşkanımızın “Kuvayı Milliye gibidirler” dediği Hamas’a “terörist” demiş; üstelik Gazze sürecinin başından beri Filistin duyarlılığı olan insanların ne yaptığını ne söylediğini takip ettiği biri. Terör örgütü İsrail’e yönelik tek bir cümlesi yok.

Bizler de yani başından beri bu çifte pasaportlu Siyonistlerin Türkiye vatandaşlıklarının iptal edilmesini isteyen Filistin yanlıları da bu bebek katili, insanlık düşmanı Siyonist destekçilerinin ülkemizde rahatça hareket edememeleri için şiddet içermeyen eylemler yapmaya devam ediyoruz. Üstelik bu eylemlere karşı Türk polisinin tavrı da bildiğin polis şiddeti şeklinde tezahür ediyor. Yine de bildiğimiz yolda yürümeye, demokratik hakkımızı kullanmaya devam ediyoruz. Linet’in de diğer Siyonist destekçilerinin de vatandaşlıklarının iptali için, Türkiye’de rahatça hareket edememeleri için elimizden geleni yapmaya da devam edeceğiz. Boykotu da gücümüz yettiği nispette sürdüreceğiz. İsrail’e mal satan herkese engel olmaya, engel olamazsak “Elleriniz kurusun!” diye beddua etmeye devam edeceğiz.

Not 52: Bostancı’ya bir çift lafım olsun: Sen B planı yapmaya, Tayyip Bey sonrası döneme yatırım yapmaya devam et. Biz kalın kafalılar, “Olmasalar daha iyi olur” dediğiniz kitleler hiçbir plan yapmayacağız. Zuhurat ne olursa olsun Siyonistlerden de tiksineceğiz, senin gibi eziklerden de. Hadi şimdi kapat kapıları ve başla “Zaten bu İslamcılar da” diye zırlayıp zırvalamaya. Siyonist sevici seni.

Not 53: 9 yıldan beri kriz içinde olan ekonomiyi kredi genişlemesi ile ayakta tutmaya çalıştılar.

Önce halk fakirleşti...

Sonra enflasyonist baskıdan dolayı zorunlu tüketimi de kıstılar.

Şimdi sıra üretim ayağında. O çökmeye başladı.

Bir kesim servet biriktirdi...

Yediler her şeyi.

Not 54: ASGARİ ÜCRETLİ sinirleniyor ama, üretiminiz PARA etmiyor kardeşim!

Ürettiğinin değeri neyse, ondan pay alırsın.

Fazlasını alamazsın ki?

Ya da, FABRİKA kapanır gider.

Sen de BOKUNLA oynarsın bir kenarda...

Hindistan böyle.

Not 55: "Seçici kredi vereceğiz" diyerek ve daha önce devreye sokulan be ülkenin başına bela olan Kredi Garanti Fonununu devreye sokarak piyasayı parasal genişleme ve hedeflenenden çok daha yüksek enflasyona alıştırmaya çalışacaklarını düşünüyorum.

Enflasyon lobisinin kolay pes etmeyeceğini zaten biliyorduk.

Kredi büyümesiyle enflasyon lobisi istediğini alacak. Ücretlinin alım gücü de düşecek.

Kredi büyümesi hele hele seçimi kredi büyümesi zenginlerin daha zengin orta sınıfın ve yoksulların daha da fakirleşmesi demektir. Zenginin kredisi fakirdendir; bu her zaman böyledir.