Ölümlü olanı sevebilmelisin.
“Bu dünyada yaşayabilmek için
üç şeyi yapabilmelisin:
Ölümlü olanı sevebilmelisin;
onu,
kendi hayatının ona bağlı olduğunu bilerek
kemiklerine bastırabilmelisin;
ve zamanı geldiğinde,
onu bırakabilmelisin.”
(Mary Oliver/In Blackwater Woods, çev: M. Biten)
Son söz: İzmir’de yapılan yolsuzluk operasyonu doğru bir karar. Tunç Soyer ve ekibi hırsızın önde gideniydi. Geç kalmış bir operasyon.
Özdeyiş: Tekeden süt sağılmaz..
Kulağa küpe: Bir ülkede ÜRETİMİ bitirmek isterseniz;
1) KURU BASKILAYIN
2) MAAŞLARI ARTTIRIN
Türkiye'nin İFLASININ özeti.
Not 1: “Üç Harfliler” denen market zincirleri köylere-mahalle aralarına kadar girerek “mahalle bakkalları” dediğimiz küçük ve orta esnafları ortadan kaldırdıkları gibi bunların bazıları da son derece kalitesiz ürünlerde satıyor. Fransa ve Almanya buna izin vermiyor. Devlet tedbir almalı.
Not 2: Bir milletin merhamet duygularını öldürürseniz ne adalet kalır ne de liyakat!
Not 3: İlginç bir enflasyon hesabı paylaşmak istiyorum. 2022 Temmuz ayında 3 metre yüksekliğinde ladin ağacı aldım. Bildiğiniz Noel ağacı gibiydi. Fiyat 1500 TL. Dün yine ladin ağacına baktım. 1 metre yüksekliğinde sadece 35-40 cm'lik kısmı yapraklı ladine 7000 TL dediler.
Not 3: “Hayat yolunun yarısında,
kendimi karanlık bir ormanda buldum,
çünkü doğru yol yitmişti artık.”
Dante, Cehennem, 1. Kanto
Not 4: “Çünkü hiçbir cezaya layık değildir yeryüzünde,
barışı bozanlar kadar.”
Cehennem, XXVIII
Not 5: “Orada göz boyayanlar, kandıranlar,
adaleti sözcüklerle çarpıtanlar vardı.”
Cehennem, XVIII
Not 6: “Ah, Tanrı’nın kilisesi, altınla ne zaman evlendin sen?”
Cehennem, XIX
Not 7; “İnsanlara, Tanrı’ya, doğaya karşı
şiddet kullananları burada görürsün.”
Cehennem, XII
Not 8: “Ne övgüye değer bir hayat yaşadılar,
ne de unutulmayı hak ettiler;
gölge gibi geçenler onlar.”
Cehennem, III
Not 9: “Bu dağda yükseliriz arınmak için;
çünkü burada arzu hâlâ gökyüzüne bakar.”
Araf, I
Not 10: Dante, cehennem yolculuğunda yalnız değildi.
Onu Roma’lı şair Vergilius yönlendiriyordu: Aklın, vicdanın ve şiirin simgesiydi. Zifiri karanlıkta bile yönünü tayin etmesini sağlayan pusula, onun rehberliğiydi.
Peki biz, bugünün Türkiye’sinde kendi karanlığımızın içinden geçerken, yolumuzu kime soracağız? Kim olurdu bizim Vergilius’umuz?
Belki tutuklu bir belediye başkanı.
Seçilmiş ama görevden alınmış, halkın oyuyla gelmiş ama iradesi gasp edilmiş bir siyasetçi.
Ya da özgürlük talep ettiği için aylarca cezaevinde tutulmuş bir gazeteci.
Hak, hukuk, adalet aradığı barışçıl bir gösteriye katıldığı için yargılanan bir mimar, bir doktor, bir yurttaş.
Devlet kadrolarında liyakati savunduğu için susturulmuş bir bürokrat.
Yaşamını kamusal sorumluluğa adamış, ama görevden alınmış bir yerel yönetici.
Belki de yalnızca sosyal medyada bir cümle kurduğu için hedef gösterilen sıradan biri.
Bugün rehberlik, çoğu zaman kürsülerden değil; susturulmuşluğun içinden, bastırılmış cümlelerin arasından geliyor. Çünkü yön tayini artık kalabalıkla değil, sadece ve sadece vicdanla mümkün. Ve bu vicdan, sesini her ne kadar kısık çıkarsa da, hâlâ duyulmayı beklemekte.
Belki de tam bu yüzden, Araf’ta bekleyenlerden biri, bugün susturulmuş, dışlanmış, askıya alınmış biri, yarının kapısını aralayabilir.
Cennetin kapıları, bazen uzun suskunluğun ardından konuşanların eliyle açılır.
Not 11: Türkiye Uyuşturucuyla Mücadele Raporu'na göre; bağımlılık başvurularında metamfetamin yüzde 37 ile ilk sırada yer alıyor. Sahte alkolle ölenler konusuna girmek bile istemiyorum. Hayat pahalılığı dost sofralarını, muhabbetleri tarihimize gömdü sayılır. Aynı sofrada buluşup aynı ekmeğin bölüşüldüğü dostlukları hasretle anıyoruz, sofra bir kültürdür, kaybolmasını istemeyecek kadar seviyoruz bu ülkeyi.
Twitter'a girip ülke gündemini takip etmek bile diyor ki sevmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Olsun… O gazeldeki gibi seviyoruz deyip veda ediyorum, “Fuzûlî rind-i şeydâdır, hemîşe halka rüsvâdır / Sorun kim bu ne sevdâdır, bu sevdâdan usanmaz mı?”
Hafıza bahçesini birlikte suladığım herkese sımsıkı sarılıyorum.
Not 12: Batı toplumlarında, özellikle Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar, idamlar halka açık bir gösteri olarak düzenlenirdi. Bu, iktidarın meşruiyetini pekiştirme ve toplumu disipline etme aracıydı. Fransa’da, 1793’teki Fransız Devrimi sırasında giyotin, Paris’teki Place de la Révolution’da kitlelerin gözü önünde bir adalet tiyatrosuna dönüştü. Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in idamları, sadece cezalandırma değil, aynı zamanda eski rejimin çöküşünü sembolize eden bir ritüeldi. Kitleler, bu idamları izlerken hem korku hem de coşku içindeydi; Canetti’nin “kaçış kitlesi” kavramına uygun olarak, bireyler kendi kırılganlıklarını unutmak için bu kolektif heyecana katılıyordu.
İngiltere’de ise, 17. ve 18. yüzyıllarda Tyburn’deki idamlar adeta bir festival havasında geçerdi. Kitleler, hırsızlardan siyasi suçlulara kadar idam edilenleri izlemek için toplanır, yiyecek satıcıları ve sokak çalgıcıları bu “etkinlikleri” renklendirirdi. Ancak bu gösteriler, sadece eğlence değil, aynı zamanda iktidarın topluma “suçun bedeli” mesajını iletme biçimiydi.
Not 13: Modern dünyada, idam sehpası fiziksel olarak ortadan kalksa da kitlelerin iktidar karşısındaki rolü değişmedi. Sosyal medya, günümüzün “dijital idam sehpası” olarak kitleleri bir araya getiriyor. Örneğin, “cancel culture” fenomeni, Batı’da kitlelerin bir bireyi linç etmesi için sanal bir meydan sağlıyor; tıpkı Tyburn’deki kalabalıklar gibi, modern kitleler de suçluyu teşhir etme ve cezalandırma coşkusuna kapılıyor. Doğu’da ise, örneğin Çin’deki sosyal kredi sistemi, kitlelerin devlet tarafından sürekli izlenen ve disipline edilen birer unsuru haline geldiğini gösteriyor. Her iki durumda da, kitleler iktidarın bir aracı olarak hareket ediyor; birey, kitlenin içinde kendi ahlaki sorumluluğunu unutuyor.
Kendi tarihimizin küflü sayfalarında da bu sahnelere rastlıyoruz. Devleti, devlet kavramını, devletçiliği kutsadığımızdan beri “devlet” zorbalaştı. Devletin bekası için katledildi Kerbela’da Hz. Hüseyin ve ailesi. O tarihten sonra devletin bekası için katledilmedik kimse kalmadı. Babailer isyanında zorbalaşan devlet, Şeyh Bedreddin’de de zorbalaştı, Koçgiri’de de, Dersim’de de, 6-7 Eylül olaylarında da, Adnan Menderes’in de, Deniz Gezmiş’in de, Erdal Eren’in de, Mustafa Pehlivanoğlu’nun da asılmasında ve sayamayacağımız birçok hadise ve olayda zorbalaştı. Kimse de sormadı, nerde insanı yaşat ki devlet yaşasın felsefesi.
Not 14: İdam sehpası etrafındaki kitle, tarihin her döneminde “güç”ün, iktidarın aynası olmuştur. Batı’da bu ayna, coşkulu ve katılımcı bir kalabalığı yansıtırken; Doğu’da daha çok sessiz ve itaatkâr bir toplumu gösterir. Ancak her iki durumda da kitle, bireysel kimliğini yitirerek iktidarın bir uzantısı haline gelir. Kitle, bireyi kendisine döndüren mesafeleri ortadan kaldırıyor. Bu hem bir rahatlama hem de bir tuzaktır; çünkü kitle, bireyin vicdanını susturarak iktidarın en güçlü silahı oluyor.
Not 15: Hangi alanda olursa olsun; siyaset, yazarlık, felsefe, gazetecilik, sanat ve bilim, önemli değil.
Kendinizi çok fazla önemser ve çevrenize olur olmaz dayatırsanız, dostlarınızı uzaklaştırmış olursunuz.
Saldırıya uğradığınızda ya da dostlara ihtiyacın olduğunda, işte o zaman tek başınıza kalırsınız.
Tevazu ve başkalarından öğrenmeyi ihmal etmemelisiniz.
Bu bir hayat dersidir...
Not 16: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adaletsiz davranmaya sevk etmesin! Adaletli olun; takvaya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)
**
· “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklar.” (Nesâî, Âdâbü’l-kudât, 1)
Not 17: “Sahne ışığı, gölgeye borçludur varlığını.”
(Yakup’un Defteri)
Not 18: Dünyanın her yerinde çok pahalı olan içkilerden içmiş, her yerde keyfe göre fiyat bindirilen yemeklerden yemiş, vereceği hesabı zaten bir tarafına takmayan adamların bir milyon lira ödemesinden size ne arkadaşlar?
Konuşacaksak...
Yerli tatilcinin gittiği kebapçılarda (yanına yeşillik vermenin bile unutulduğu) alabildiğine yavan dört lahmacuna bin beş yüz lira ödenmesini konuşalım mesela...
Buzdolabında sadece iki küçük şişe su bulunan, kahve-çay makinesi bile koyulmamış, yastıkları taş gibi odaların günlüğünün astronomik rakamlara ulaşmasını konuşalım...
Emeklilerin karpuz-peynir yiyerek, komşularla üç beş sohbet ederek yaz keyfi yaptığı badanası, pencere pervazı artık dökülmeye başlamış yazlık evlere hâlâ gelmemiş ve belki bu yaz hiç gelmeyecek olmalarını konuşalım...
Not 19: Otoyola çıkan asfaltlarda karpuz-kavuncular olurdu hep...
Nereye gittiler yahu?
Not 20: Sorun ekonomi değil ki çözüm ekonomiyle ilgili olsun! Alınan önlemler sabah akşam baklava yiyene insülin basmak gibi… Semptomu geçici bastırırsın ama hastalık ilerler!
Not 21: Türkiye’de toplam servet yerel para birimiyle yüzde 35’in üzerinde artmış gibi görünüyor. Ancak bu “artış” enflasyondan arındırıldığında tablo tersine dönüyor: Gerçekte kişi başına düşen servet yüzde 14,6 oranında azalıyor. Daha kötüsü, toplumun ortalama bireyini temsil eden “medyan servet” açısından bu daralma yüzde 21’e ulaşıyor.
Peki, bu nasıl bir matematik? Hem milyoner sayımız patlıyor hem de hep birlikte fakirleşiyoruz? Cevap aslında çok basit ve hepimizin ezbere bildiği bir kelimede saklı: Enflasyon.
Düşünün ki elinizde bir ev var. Geçen sene 2 milyon TL ediyordu, bu sene değeri 5 milyon TL oldu. Kâğıt üzerinde üç milyon kâr ettiniz, değil mi? Ama o bir senede marketteki peynir dört kat, arabanın kaskosu beş kat arttıysa, aslında ne kadar zenginleştiniz? İşte Türkiye’nin hikayesi tam olarak bu. Varlıklarımızın TL cinsinden değeri o kadar hızlı şişiyor ki, bir grup insan kendini dolar milyoneri listesinde buluyor. Ancak geri kalanımız için bu “zenginleşme”, eriyen maaşlar ve boşalan cüzdanlar karşısında acı bir şakadan ibaret kalıyor.
Not 22: 2021’de Türkiye ekonomisinde yaşanan olumsuz dönüşümü hatırlayalım. Türkiye uzun bir süre boyunca, düşük faizle pompalanan kredilerle iç tüketimi ve verimsiz inşaat sektörünü canlandırarak büyümeye çalıştı. Bu modelin uygulandığı dönem ucuz krediye erişenler yatırıma değil gayrimenkule ve tüketime yöneldi. Gayrimenkul fiyatlarının fırlamasıyla varlıklarının değeri artan bir avuç insan dolar milyoneri olurken, toplumun geri kalanının yaşam kalitesi düşüyor. Yani Türkiye, birkaç kişinin zenginleşmesini alkışlarken, milyonların sessiz yoksullaşmasını izliyor.
Bu bir “milyoner patlaması” değil, servet adaletsizliğinin patlaması
Not 23: Türkiye’de gelir ve servet eşitsizliği artık bir istatistik değil, bir yaşam gerçeği. Gelir veya servet dağılımındaki eşitsizliği ölçmek için kullanılan Gini katsayısı 0.73’e ulaşmış durumda. Gini katsayısının değeri 0 ile 1 arasında değişir:
* 0 tam eşitliği (herkesin geliri veya serveti aynı),
* 1 ise tam eşitsizliği (tüm gelir ya da servetin tek kişide toplandığı durum) ifade eder.
Bu oran, Türkiye’yi dünyanın en eşitsiz ülkelerinden biri yapıyor. Artan milyoner sayısı, toplumsal refahın değil, servetin tepede daha da yoğunlaştığının kanıtı.
Ve bu tablo sadece bugünü değil, geleceği de tehdit ediyor. Önümüzdeki 20 yıl içinde yaşanacak kuşaklararası servet transferi, var olan eşitsizlikleri daha da kalıcı hale getirme riski taşıyor.
Not 24: Anlatmadan anlayana 'dost' diyoruz.
Not 25: Hünerli kalbinin yorulmuş sesi
Kaybolup gitmişsin sisler içinde,
Irmağa kapılmak gibi yaşamak
Kuşlar göklerde ararken seni.
Not 26: Hedefimiz mükemmel insan değildir, hele mükemmel toplum hiç değildir. Tüm istediğimiz normal insanlar ve normal bir toplumdur. Allah'ım bizi her türlü mükemmellikten koru! (Aliya İzzetbegoviç)
Not 27: İlim çok kıskanç bir şeydir. Para, şöhret ve mevkiyle hiç uzlaşmaz, hemen kaçar. Siz farkına dahi varamaz, arkasından bakakalırsınız. (Mehmet Genç)
Not 28: O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail'e hoş geldin, diyebilmekte hüner...
(Necip Fazıl)
Not 29: Düzensiz dünyanın günahıdır bu
Yakarsa dünyayı garipler yakar
Müslüm Gürses
Not 30: Karac’oğlan der ki her sözüm haktır
Yiğit olmayanın yalanı çoktur
Cehennem yerinde hiç ateş yoktur
Herkes ateşini kendi getirir.
Not 31: Dünyadaki dört kişiden biri Müslüman ama toplamda Almanya kadar gelirleri yok. Ya çalışmıyor, üretemiyoruz. Ya çalışıyor ama üretemiyoruz. Ya üretiyoruz da kazanamıyoruz. Tembel miyiz, beceriksiz mi, akılsız mı?
Not 32: İhtiyacımızdan fazla yiyecek üretiyor, fakat açları doyuramıyoruz. Galaksilerin esrarını çözüyoruz da, ailelerimizin sırlarına aklımız ermiyor. (Charles Handy)
Not 33: İnsan ya sevdiği ve benimsediği işle uğraşmalı yahut da uğraştığı işi benimsemeli. Aksi halde yapılanların yüzeysel kalması kaçınılmazdır.
Not 34: Ve Kudüs Şehri.
Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.
Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi
Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin
Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine
Ruhları aydınlatan bir lâmba
İfriti döndürecek insana.
Sezai Karakoç
Not 35: Zarların hileli olduğunu
Herkes biliyor
Parmakların üçkâğıt yaptığını
Savaşın bittiğini herkes biliyor
İyilerin savaşı kaybettiğini
Zaten savaşın da hileli olduğunu
Yoksulun yoksul kaldığını, zenginin zengin
Böyle gelmiş böyle gidiyor
Herkes biliyor.
Leonard Cohen
Not 36: Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var?
Can alıcı gelmiş can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var?
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-u mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var?
Karacaoğlan
Not 37: Kumar bir talih oyunu değil, bir vertigo (baş dönmesi) oyunudur. İnsan kazanmak için değil, kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediği para değil, kendisidir! Kur’an’da içki ile kumar yasağının birlikte anılması bundandır. İkisi de baş döndürür!
Not 38: Avrupalıların Afrika’da ilk yaptıkları şey hapishane olur, sonra kilise, sonra da bir pazar kurup ticareti denetim altına alırlar. (Abdulrazak Gurnah, Cennet, 1994. Nobel 2021)
Not 39: İnceliğini yitiren kültür yozlaşır. Pembe Köşk ile Çinili Köşk’ü yıktırıp onların yerine (borç parayla) Dolmabahçe Sarayı’nı yaparsanız, sizden sonrakiler de sarayınızın karşısına stadyum kondururlar! (Turgut Cansever, Anlayış, Haziran 2005)
Not 40: “Güçsüz birini görevlendirme ki, işi zayi etmesin. Doyma bilmeyen birine iş verme ki, hırsızlığıyla sana zarar vermesin. Yükselmek zordur, alçalmak ise çok kolaydır. Liyakatli insanlara görev veren, düşmanlardan korunur.”
Maverdî
Not 41: Ekmek hepimize yetmiyor,
kitap da yetmiyor,
ama keder
dilediğin kadar,
yorgunluk da göz alabildiğine. (Nazım Hikmet)
Not 42: Borcunun tamamını her ay geri ödeyen müşteri makbul değildir. Bankaların hedefi “kalıcı bir borçlular ırkı” oluşturmaktı ve bu hedefe ulaştılar. (Zygmunt Bauman)
Not 43: Sessizce yürüyoruz tepenin yamacında bir akşam.
Alacakaranlığın yoğunlaşan loşluğunda amcamın oğlu
suskun, yanık yüzlü, dingin, beyaz giysili
bir dev sanki. Suskunluk bizim erdemimiz.
Atalarımızdan biri iyice yalnız kalmış olmalı,
bize bunca sessizliği öğretebilmek için.
Pavese
Not 44: Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi
Kilerler boşaltıldı farelerce
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir
Herkes salonda toplansa da
kimse evde değildir.
Sezai Karakoç
Not 45; Dil bedesteninde cevher satarsan
Bahasın bilmezle bazar eyleme...
Erzurumlu Erbâbî
Not 46: Kapitalizmi sevmiyorum, çünkü sadece çok sayıda ürün değil, aynı zamanda çok sayıda “kaybeden” üretiyor! Bu sosyo-ekonomik sistemde, bize ilkokulda belletildiği gibi “Birimiz hepimiz,
hepimiz birimiz için” çalışmıyoruz. Biri hepimizi çalıştırıyor, hepimiz birimize kazandırıyoruz.
Not 47: Dünyada hiçbir çözüm ebediyen geçerli değildir. Açık uçlu, geliştirilmeye müsait, gelecek nesillerin iradesine ipotek koymayan çözümler peşinde olalım. (Turgut Cansever)
Not 48: İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
İbrahim
gönlümü put sanıp kıran kim
Asaf Halet Çelebi
Not 49: İçimi titreten bir sestir her gün
Saat her çalışında tekrar eder:
“Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye?
Bir düşünsen yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işte, gelir gider
Ve kırılır sonra kolun kanadın
Koşarsın pencereden pencereye.”
C S Tarancı
Not 50: “Ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?” Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Not 51: Küçük Prens çölü geçerken üç taç yapraklı bir çiçeğe rastlar. Çiçeğin sözleri, göçmen insanlığın kaderini özetliyor:
– Günaydın, insanlar nerede?
– İnsanlar mı? Rüzgârla sürüklenmişlerdir. Kökleri yok, yaşamaları güç oluyor bu yüzden.
Not 52: Ali Kemal masondu. Kurtarmadılar. Oğlunu ilerde çok önemli bir makama çıkmış görürsen hiç şaşma... Yaşamalı da seyretmeli... (Kemal Tahir, Kurt Kanunu)
Not 53: Boğaziçi’nde ilk Ramazanım (1997), Prof. Goodwill yan taraftan benim masaya kaydı. “Oruçlu musunuz?” Evet, dedim. “Ne güzel, maneviyatın ayakta durması ne muhteşem bir şey!” dedi. Hey gidi günler hey!
Not 54: Her sabah kalkıp tartılması ve ona göre diyetini ve sporunu ayarlaması gerektiği söylenmiş olan bu kişi tartıyı on kilo düşük ayarladığında sorun çözülmüş gibi görünür. Oysa gerçek öyle değildir, kişi yalnızca kendisini kandırmış olur. M. E.
Not 55: 5000 lira mayış alıyordu.
Kirasını da ödüyordu.
Geçiniyordu.
Ne günlerdi.
Not 56: İmtihan yeriydi dünya. Ama biz dünyanın sağlayacağı imtiyaza,ayrıcalığa, üstünlüğe kandık. İmtihanın neticesine değil de kendisine odaklanmaktı bu. Perdeye takılmak, hakikati görememek. Evet, dünya gözümüzü alıyor, kamaştırıyor. Şaşı kalıyoruz. Şaşırıyoruz. Şaşmak yani ne yapacağımızı bilemez duruma düşmek. İmtihanda şaşmak, imtihanı şaşırmak. Dünya şaşma yeri, imtihanımız şaşırmamak üzerine kurulu. Biz, koca bir yanılgıyla yanıyoruz.
Not 57: Hep o şâşaaya, o güzele kanacağız. Ve bir bilinmezlik menziline konacağız. Aşkın tecelli yeri sanılacak dünya ve Hamâmîzâde İhsan gibi söyleyeceğiz: “Izhârı da izmârı da aşkın müşkil / Bilmem ki ne halt etmeli şaştım kaldım”
Şaşırtan kimdi, soralım ve unutmayalım dünyanın aldatıcı olduğunu. Biliyoruz, unutturmak ve şaşırtmak görevini üstlenen Şeytan’ın elini. Ona karşı durmak ve unutmamak için “Zâhir olur ızmâr-ı Hû / İzhâr-ı zikrullâh ile”diyen Aziz Mahmud Hüdâyî’ye kulak vermeli. Dünyaya kanmamak ne zormuş ya Rabbi!
Not 58: Geçiyor, dönüyor, sönüyor ne varsa. Burası dünya. “Ol görünen şa’şaa sanma bahâr-ı hüsnünün / Mihr olup dîvânesi gerdunda zencîrin sürür” diyordu Zâtî. Dönüyor, sona eriyor hangi güzellik varsa. Sanmak, yanılmak, kanmak... Baharın güzelliği, heyecanı, yeşilliği geçmeyecek mi? Coşkun akan sular durulmayacak mı? Dönmek, değişmek anlamına da gelir. Dünya, dönüyorsa her güzellik geçecek çünkü burası fânilik yurdu. Güzelliği geçen çok güzel için şöyle denildiğini duymuştum: Dönmüş yani o eski güzel yüzden eser kalmamış. Biliriz bu dönüşü ama yine de ısrarımızla ikrar ederiz; izhar ederiz yanılgımızı.
Not 59: Bir tarlaydı dünya, öğretildi bu hakikat ama yanlış tohum saçtık çok kez. Yanılıp kandık. Ekinimiz boy verdi ama başaklar boş çıktı. Sûrete kandık. Çünkü dünya yanma, yanlış yapma yeriydi. Yanmak da çocukların oyundaki “Yandım!” deyişi gibiydi yani hata idi. Ve biz dönüşte dünyanın yüzüne bakıp bozkırın tezenesiyle bin pişmanlığımızı dile getireceğiz: “Cahildim dünyanın rengine kandım/Hayale aldandım boşuna yandım.”
Not 60: Bir yıldız kuşağı kayıyor gökyüzünde; dilek tutun: Artık bu solan bahçede baby-boomerlara yer yok, Bezminde kadeh kırdığımız sevgilliler yok, uğruna öldüğümüz ram olduğumuz sevgili liderler de yok, bir yer ki sevenler/seçenler, sevilenlerden/seçilenlerden eser yok.
Dayanışmayla, dostça ve hoşça kalın…