Terörsüz Türkiye süreci tehlikede mi?
İsrail İran savaşı tam gaz devam ediyor. Her gün ekranların başında uzmanlar ve gazeteciler eşliğinde film izler gibi izliyoruz. Ölümler dibimizde ve gözümüzün önünde gerçekleşirken bize sanki çok uzak ırak geliyor. Halbuki burnumuzun dibinde.
Arap devletlerinin inisiyatif aldığı, özellikle Mısır’ın devreye girdiği, bölgedeki en büyük askeri ve siyasi güç olan Türkiye’nin Mısır’la birlikte yeni paradigmaya liderlik ettiği koşullar yaratılamazsa İsrail-ABD ittifakı yanına Kürtler ve Azerileri de alarak İslam dünyasını kalıcı bir şekilde bölecek. Bu sonucun ne anlama geldiğini ise hepimiz biliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinden sonra şekillenen siyasi haritada ciddi değişiklikler olabilir. PKK ile yürütülen çözüm süreci her an sekteye uğrayabilir.
Kaotik bir geleceğin kıyısındayız. PKK, İsrail İran savaşı uzar ve rejim değişikliğiyle İran’ın iç savaşa sürükleneceği kesinleşince, İsrail ve ABD tarafından İran'da yeni bir Rojova Kürt Devleti sözü verildiğinde, çözüm sürecinden ve silah bırakmaktan vazgeçecektir ve bu havucu tarihin kendilerine sunduğu bir fırsat olarak görecekler ve böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyeceklerdir.
Ve fakat şu unutulmamalıdır ki; çözüm sürecinden dümen kırıldıktan sonra gidilecek yol mayınlı bir yoldur ve evdeki bulguru kaybetme riski yüksektir. Binlerce yıldır beraber yaşadıkları Türklerle ve Türk devleti ile girdikleri terörsüz Türkiye ve barış iklimini zedeleyecek girişimden uzak durmaları kendilerine, uçuruma sürüklenen dünyada sığınabilecekleri güvenli bir liman sunacaktır. Bu gerçek hep akılda tutulmalıdır.
İğrenç zamanlar:
Günümüzün en belirgin özelliği galiba “şizofreni”nin sınırları etrafında dönen bir hayat biçiminin artık tamamen yerleşmiş olmasıdır. Haliyle bir anda ‘coşkun’ bir ruh halinden aynı hızla ‘çöküntü’ye geçebilir yani bu iki hal hızlı dalgalanmalarla şaşırtıcı bir şekilde kendini gösterir. Öyle ki aşırı kaygılı bir ruh hali ortaya çıkar. Bu ortaya çıkan hal, kişinin hem kendisi hem de dış dünya için büyük kaygılar duymasına neden olur. İşte bu kaygılı-korkulu hal, bugün dünya üzerinde yaşayan insanların tam anlamıyla içinde bulundukları haldir. Özellikle günümüz dünyasının tekinsiz hali bunun diğer bir ispatıdır.
Görünürde adı konmamış savaşlar, göçler, tacizler, borsalar, istatistikler, hak ihlalleri, özgürlükler, etnisiteler, faizler, bankalar, mülteciler, kamplar, ekonomik krizler, enerji politikaları, politik söylemler vb. hepsi bu halin taşıyıcı ayaklarıdır. Bu sistemin devam etmesi için bu halin sürekli bir döngüye tabi tutularak devam etmesi gerekir. İşte bu noktada bütün olup biteni ifade edecek kelime “çılgınlık”tır. Adeta dünyayı “çılgın”lar yönetiyor ve bu kadar çılgınlık, yönetilenler tarafından da normal olarak görülüyor.
Bugün dünyanın en büyük putu “para” ve onun beslediği olguyu “çılgınlık” olarak tanımlayabiliriz. Bu çılgınlığın ana besleyicisi olarak ‘tüketim’i işaret edebiliriz. “Hız” ise çılgınlığın bir diğer destekleyici unsurudur. Ne kadar hızlı olursa derinlikten ve düşünceden yoksun olarak çarkın dönmesine en büyük katkıyı sağlar. İşte bu yüzden kitle iletişim araçlarının bu kirlilikte önemli bir işlevi yerine getirdiğini söylemekte fayda var. Bu hız ile birlikte kitle iletişim ağı bize kopuk kopuk bilgiler verir ve bu bilgilerin hiçbir zaman bütünü gösterme özelliği yoktur. Onun için birçok uzmanlık alanı ihdas edilmiştir. İşte bu uzmanlıklar vasıtası ile bilgi anlamlı bir bütün oluşturmaktan uzaktır. Uzmanlar parçalı bu bilgi yığını ile zihinsel bir ilerlemeden ziyade insanı hormonlu bir yorum cehennemine atıverir. Nitekim bu yorum, kamuoyunu belirli bir düzeyde manipüle edecek, algıları istatistikî veriler ile belirli bir düzeyde tutacak bir işleve sahiptir. Bir de inanılmaz kârların yapıldığı, zengin listelerinin oluşturulduğu bir yerde; yokluk, işsizlik, açlık ve çaresizlik sadece birer veridir. Bu bakımdan nitelikli bir zihin bu süreçlerin dışına çıkmak ve anormal ilan edilmekle yüz yüze kalır.
Nihayetinde baktığımız zaman hepimiz gerçekle temasını yitirmiş, “anlaşılmaz korkuların” yaygın olduğu bir ekonomik ve sosyal düzende yaşıyoruz. Bu düzenin işlemesinde “güç” önemli bir silah olarak yerini alıyor. Ve bu dünyayı güçlülerin dünyası haline getiriyor. İşte bu güce hizmet eden; bankacılar, sendikacılar, iş dünyasının liderleri, bilgisayar uzmanları, generaller, ismi büyük bilim adamları, petrol ve gaz zenginleri, enerji baronları, silah tüccarları, medya yöneticileri, gazeteciler, yazarlar, sporcular, din adamları ve dünyanın bu halinin pazarlamacıları, reklamcıları, müteahhitleri vb. Bütün değerleri piyasanın belirdiği bir yerde istisnai olarak “kriz”ler ve “doğal afet”ler ara ara ‘şok’layıcı rolü ile devreye girer. Böylesi bir düzende bayağılıklar, gevezelikler önemli perdeleyicilerdir.
GuyDebord, Gösteri Toplumu adlı eserinde: “Gösteri kendini asla sorgulatmayacak bir gerçeklik olarak sunar. Mesajı, görünen şey iyidir; iyi olan görünür” olduğunu ifade eder. İyiyi kötüyü, güzeli çirkini, haklıyı haksızı ayırabilmemiz için bugünün bütün örüntülerinin dışına çıkıp, gerçekle yüzleşmemiz gerekir. Ancak bu aşamadan sonra yeniden kendimizi tanıyabilir, tanımlayabiliriz. Bu işlemi yaptıktan sonra içeriği dolu bir umuttan bahsedebiliriz. Bugün ikna olduğumuz, uzlaştığımız bütün bu aldatmacadan çıkabiliriz. Ekonomik, sosyal bütün kurguları boşa çıkarabilir yeniden tertemiz bir adım atabiliriz. Kişiliği/şahsiyeti oturmuş, kendi benliğini şekillendirmiş; ahlak ve maneviyatını ikame etmiş bir insanı bulabiliriz. O insan, bu kokuşmuş sadece acı ve yoksulluk üreten yüzyılı dönüştürebilir. Yoksa modern dünyaın çizdiği “her şey yolunda” resmine baka baka geçiyor zaman. Ya kurgu ya gerçek yoksa her şey geçecek.
Böylesi zamanların en önemli ilacı harekettir. Hareket eden, çarkın dışına çıkan, aklını ve gönlünü temiz tutmaya çalışanlar diğer insanlar için de umut kaynağıdır. Çünkü hareket eden, döngüyü kıran her adım ister eylemsel ister zihinsel olsun ancak özgün kalanların adımlarıdır. Bu bakımdan güncelin zehirleyici, aldatıcı haline kanmamak için eleştirel aklı ve dolayısı ile de vicdanı harekete geçirmek gerekiyor. Soru sorabilen ve sorusunun peşinden giden her kişi döngüyü kırmaya adaydır ve bu kaos düzeni ile baş edebilecek mental ve fiziki güce sahiptir. Siz iyisi mi size “düşünün” diyenler ile birlikte “düşünün!” Hoşça bakın zatınıza…
Son söz: Dalkavuğun iyisi, efendisi osurduğunda derin derin nefes alırmış.
Tadımlık: “Kalmışım ara yerde, tozdayım, dumandayım
Kirli bir mekândayım, iğrenç bir zamandayım.”
(Abdurrahim Karakoç)
Not 1: Yalnızlık, sessiz ama öğretici bir yoldur; kalbin sükûnetine açılan yol… Çünkü yalnızlık bazen sabrı öğretir; suskunluk, en derin hikâyeleri anlatır. Yalnızlığın en büyük handikapı, uzun sürdüğünde yan etkisi erken ölümdür.
Not 2: Hayret etmeyi bıraktığımız anda, hayatımızda bu teknolojilerin olmadığı bir senaryoda ne kadar paralize olacağımızı da unutuyoruz. Bugün "Eee bunda şaşıracak ne var?" diye küçümsediğimiz yeniliklerin yokluğunda, hayatımızın ne kadar zayıflayacağını hayal bile etmiyoruz. Tüm bunların çözümü belki de biraz durup, şaşırmaya, hayret etmeye izin vermekten geçiyor.
Bu yüzden içtenlikle tekrarlıyorum:
"Hayretimizi arttır ya Rabbi!"
Not 3: Bir ülkede eğitimin kalitesi ve dengesi bozuluyorsa kuşaklar boyu sürecek bir yıkım yaşanır. Mesela her ile üniversite ile gereksiz ve ömür boyu mesleksiz kalacak bomboş bir nesil yetiştiriliyordur. Aslında bir kuşak yok ediliyor
Bir ülkeden iyi eğitimliler gidiyor, onların yerine Afganlı, Somalili gibi vasıfsız göçler alınıyorsa o ülkede beşeri sermaye kaybı yaşanıyor demektir. Böyle ülkeler yıllar içinde zayıfladıkça zayıflarlar. Bilgi değil, söylem ve slogan hakim olur. Böyle ülkelerde akıl diye bir şey kalmaz.
Bir ülkede demografik yapı içten içe bozuluyorsa uzun vadede yıkım kaçınılmazdır. Ev sahipliği imkanı ortadan kaldırılıp kiracılık artırılıyorsa, insanların gelecek umutları yok edilip aile kuramayacak duruma getiriliyorlardır. Ve çocuk yapamaz karamsarlığa itilip o ülkede demografik darbe yapılıyor demektir.
Not 4: Bir ülkede kadrolar liyakat esası yerine itaat esasına göre belirleniyorsa uzun vadede ne kurumsal kalite kalır ne de ülkeye bağlılık ideali. İyi bir eğitim almak yerine artık iyi bir torpil bulmak ülkenin ahlak seviyesi haline gelir ve ahlaki yıkımla beraber toplumsal yapıda yıkım kaçınılmaz olur.
Bir ülkede gücü ele geçiren zayıfı ezebiliyorsa o ülkede hukuk sistemi orman kanunlarına dayalıdır. Medeni hukuktan bahsetmenin imkanı olamaz. Bilgi, bilim, ahlak gibi erdemlerin yerine ahlaksızlık ve güç orantısı hakim demektir. Orta sınıf yok edilir ve taban sınıf zihniyeti ülkeyi yıkıma götürür.
2017 yılından beri Türkiye için bir öngörüm vardı: “Önce Venezuela olacağız sonra da Arjantin” diyordum.
Venezuela örneğini referandumlarla gücü liderde toplayan ve orta sınıfı yok eden bir ülkenin hazin sonucu olarak veriyordum.
Arjantin örneğini ise yapısal yıkımın tipik sonucu olarak veriyordum. Bir zamanlar dünyanın 7. büyük gücü olan Arjantin, yapısal yıkım süreçleri ile şimdilerde dünyanın 24. ekonomisine düşmüş durumda. Rakipleri 3 giderken Arjantin 1 gidebilmiş ve kurumsal çöküşle zayıfladıkça zayıflamış bir ülke haline gelmiştir.
Oysa Arjantin hem beşeri hem de doğal kaynaklar açısından çok zengin bir ülkeydi. Türkiye gibi…
Not 5: Ben 4 yaşındayken, annem beni markete yollardı.
Yine bu yaşlarda, apartmanın önünde oynayarak büyüdük biz.
Hatta, mahalle mahalle gezerdik.
Şu anda çocuğunu SOKAĞA salabilen var mı aranızda?
Sokak cıvıl cıvıldı. Çocuk sesiydi her yer.
Şimdi çocuk görüyor musunuz?
Not 6: Otomobilde ÖTV artmadı demişler.
Hayır, arttı!
Normalde, MATRAH değiştiği zaman, %80 ÖTV'ye giren araçların ÖTV'si %40'a kadar düşebilecekti.
Bu sebeple de, fiyatlarda düşüş bekleniyordu. Ya da, en azından artmaması bekleniyordu.
Şimdi öyle bir olasılık kalmadı.
Not 7: 18 yaş altı ÇOCUK ise, cezasını AİLESİNE verin.
HUKUK işlesin.
SAHİPLİ KÖPEK birisini ısırırsa, sahibine ceza vermiyor musunuz?
ÇOCUK dediğiniz de sahipli. Sahibine ceza verin.
Not 8: Ülkede şikayet ettiğimiz şeyin, YOLSUZLUĞUN muhalefette de ortaya çıkması, mide bulandırıcı.
Not 9: ZEKA tek başına hiç bir şey.
AKIL daha önemli.
Mesela, çok ZEKİ olup, FAKİRLİK içinde ölen çok insan olmuştur. Çünkü, AKILLI değillerdi.
AKIL, sadece beyni eğiterek gelişiyor. Bu da, EMEK ve ZAMAN istiyor.
Not 10: Beğenilmek… “Önemseyin beni, beğenin beni, sevin beni…” Sevmek, insanlar arasındaki ilişkilerde oluşan özel ve müstesna bir bağa verdiğimiz isimdir. Ancak, sanatçılar sıkça “Ben hepinizi seviyorum” der. Bu söylemde ise müstesnalık ve özellik kaybolur. Aslında bu, izleyiciyi aynılaştıran, özel olmaktan çıkaran bir söylemdir. Yani ‘hepinizi çok seviyorum’ aslında ‘hiçbirinizi sevmiyorum’ anlamına gelir. Kısacası popüler sanatçılar bizi değil de bizim onları çok sevmemizi çok severler.
Bu durum, tamamlayıcı narsizme örnek teşkil eder. Sanatçı, beğenilmenin peşindeyken; izleyici de önem verdiği sanatçı tarafından beğenilme arzusundadır. Bu söylemdeki “özel” olan şey, aslında karşılıklı gereksinim ve beklentilerin birbirini tamamlamasıdır. Tamamlayıcıdır çünkü bir taraf, kendisinde eksik olanı diğerinden alırken, aynı anda karşı tarafa da onun eksik olanını sunar.
Sosyal medya da bu “beğenme ve beğenilme” üzerinden işleyen tamamlayıcı narsistik bir sistemle çalışır: Beğen beni, beğeneyim seni. Beğenilmek için, kişi kendisini sergiler. Hatta bu kendilik, başkalarından alınmış, kopyalanmış ve sunulmuş bir imaj bile olabilir. Ancak yine de temelde aynı talep vardır: Beğen beni. Bu tutum, kişinin gereksinimlerini karşılamak adına takipçilerine bağımlı hale gelmesine yol açar. Takipçilerin nabzına göre hareket etmek, beğenilmenin bir koşulu haline gelir. İlginç bir şekilde, insanın çok beğenilmesi, çoğu zaman sıradanlık ve ortalamayla daha mümkün hale gelir. Bu bağlamda, sosyal medya, vasatlığın ve ortalamanın hüküm sürdüğü bir alan haline gelir. Çoğu insanın vasat ve ortalama olduğu bir dünyada, insanlar birbirlerine daha çok benzer hale gelir.
Bu benzerlik içerisinde, bir sanatçı ya da sosyal medya fenomeni kaza geçirdiğinde, on binlerce insan geçmiş olsun dilekleri yayınlar. Aynı cümlenin on binlerce kez tekrarı… Bu tekrarın sıradanlığında, öne çıkma, farklı olma ve diğerlerinden ayrışarak özgünleşme telaşı başlar. İşte bu noktada, saldırganlık bir araç olarak öne çıkabilir.
Sosyal medya, küfürlü ve tabulara saldıran içeriklerin sıklıkla görüldüğü bir mecra haline gelir. Ancak, bir süre sonra tabulara saldırmak da ilginçliğini yitirir. Sürekli farklı olma çabası, bu saldırganlık eğilimini beslerken, toplumsal dinamikleri daha da kutuplaştırabilir. Bu döngü, sosyal medyada vasatlık ve saldırganlık arasında gidip gelen bir kısır döngü yaratır.
Günümüzde bu meseleler bile giderek temsili bir hal almaya başladı. İnsanlar artık bir paylaşımın nasıl karşılanacağına ya da bir tartışmaya nasıl yanıt verileceğine yapay zekâ aracılığıyla karar veriyor. Tartışmalar, hatta çatışmalar bile yapay zekâ üzerinden sürdürülür hale geldi.
Bu durum, insanları kendi kavgalarının ve tartışmalarının bile birer izleyicisi haline getiriyor. Gerçek bir yüzleşme ya da samimi bir etkileşim yerine, başkalarının ya da algoritmaların yönettiği bir simülasyona tanıklık ediyoruz. Bu temsil dünyası, bireyleri hem kendi duygularına hem de diğerlerine yabancılaştırırken, tartışmaların özünü ve gerçekliği de gölgede bırakıyor. Artık yalnızca fikirler değil, kavgalarımız da birer yapay zekâ performansına dönüşüyor.
Not 11: Tarihsel olarak yazının ilk bulunduğu dönemlerde de oldukça ilkel bir alfabe kullanılıyordu. Harfler yerine şekiller aracılığıyla iletişim kuruluyordu. Örneğin, bir “kuş” kelimesini ifade etmek için “k, u, ş” harflerini yazmak yerine, bir kuşun resmi tablete çiziliyordu. Benzer şekilde, bir “aslanı” anlatmak için aslanın resmi kullanılıyordu. Bu tür bir dil, somut nesneleri ifade etmekte etkiliydi, ancak soyut kavramlar üzerine tartışma yapmak mümkün değildi. Bu nedenle, böyle bir dil, yalnızca sınırlı bir şekilde bilgi iletmek için kullanılabiliyordu.
Benzer bir örneği, Kızılderililerin dumanla haberleşmesinde görmek mümkün. Duman sinyalleri, bir mesaj iletmek için yeterliydi, ancak soyut düşünceler ya da felsefi tartışmalar yapmak için uygun değildi.
Bugün dijital bir dil olarak, sosyal medyada emojilerle benzer bir “ilkel” iletişim biçimi seçilmiş durumda. Örneğin, “Üzüldüm,” “Çok üzüldüm,” ya da “Üzüntüden ağlıyorum” gibi ifadeler yerine, ağlayan yüz emojileriyle bu duyguyu ifade edebiliyoruz. Aynı şekilde, “Kızdım,” “Öfkeliyim,” ya da “Çok öfkeliyim” yerine, kızgınlığı ve kızgınlığın derecesini gösteren emojiler kullanılıyor. Bu basit ama etkili dijital dil, somut duyguları ifade etmekte oldukça başarılı, ancak soyut düşünceleri aktarmakta sınırlı.
İşte bu dijital dil sayesinde, sosyal medya sınırları aşıyor ve kültürel, dilsel engelleri ortadan kaldırıyor. Emojiler, tüm dünyada ortak bir anlam taşıyarak, farklı diller konuşan insanlar arasında bile iletişimi mümkün kılıyor. Bu yönüyle sosyal medya, modern çağın evrensel “ilkel dili” diyebileceğimiz bir iletişim biçimi yaratmış durumda.
Şimdilik bu kadar… Şair Nihat (Ağabey) Behram söylemiş: Bizi eşkıyalar soymamış abi/ muhabbet yıkmış!
Belki de dijital bilinç ötesi mümkün mü üzerine düşünmenin zamanı…
Not 12: Kansere yakalandığını öğrenenlerin ölüm karşısındaki tepkileri çok acayip. Erkek ya çöker, ya panikleyip hemen kurtulmaya bakar, can havliyle ne bulursa sarılır. Ama kadın ne yapar eder, önce o hastalığın bir sebebini bulur. Ya kocasıdır, ya eltisidir, ya bir derdidir, o derde sebep olan birisidir. Sonuçta bunca hastane mesaimden anladığım, kadın, kanserin tedavisinden önce nedenini arar…
Not 13: Dedem anlatırdı, cenaze defnedilip imam son sözünü söyledikten sonra kalabalık dağılırken, ölü de kalkıp gitmeye yeltenir ve alnını tabuta-taşa vurur, o an idrakına erermiş ölümünü.
Not 14: işte sonundayız her şeyin
durmuşuz, nefesleniyoruz, genişliyoruz
Erzincan'dayım, ben bağırıyorum, o dağ bağırıyor
bu sefer tek başıma gelmişim, ben seni arıyorum
bil bakalım neredeyim, diyorum
bil bakalım neredeyim, diyor o dağ.
Not 15: Netflix yöneticisi Ted Sarandos’a göre insanlar YouTube’da hala “vakit harcıyor” ama kendi platformunda “vakit geçiriyor.” Bu önemli bir ayrım, çünkü YouTube hala “prestij TV” denilen platformların çok ötesinde. Ancak Netflix gibi platformlar tehdidi yakalarında hissediyor. YouTube her ne kadar özel içerik üretmese de, ya da ürettikleri çok başarılı olmasa da bu durum sonsuza kadar böyle kalmayabilir.
Dikkat çekici bir ayrıntı YouTube’da en çok izlenen video’lar arasında geleneksel medya mecralarında yayınlanan programların olması. Mesela CBS’in prestijli “60 Minutes” programından bölümler YouTube’da izleniyor. Bu da platformun hala içerik zenginliği açısından sırtını yok edeceğini iddia ettiği televizyonlara dayadığını gösteriyor. Amazon’un kitap satmak için fiziksel kitapçılara ihtiyaç duyması gibi.
Not 16: Geleneksel medyanın halihazırda stüdyoları, kadroları var. Sıradan izleyiciye önemsiz gibi görünebilir ama en önemlisi ışıkları var; ışık televizyon için hayatidir. İyi ışık kurmak hem çok zor hem de pahalıdır. YouTube’cuların kendilerine baktırmak için yapması gereken yatırım Google’ın daha fazla pay alma isteğiyle daha da zorlaşacak. İzleyici de giderek daha profesyonel çekimler vaat edecek. Birileri başaracak, ama birileri de kalıcı olamayacak.
Aslında bu belirsizlik ortamı geleneksel medya için tam bir fırsat. Televizyonlar teknik avantajlarını kullanabilirler. Yazılı medya bile İnternet’in aynı anda her şey olabileceğini tam olarak kavrayamadı. Bu geçiş dönemini iyi değerlendiren medyanın geleceğinde de söz sahibi olacak.
Birisi illaki yapacak. Birisi kodu çözecek ve bugün medyanın yaşadığına dair şimdiki endişeler ileride anlamsızmış gibi gözükecek.
Not 17: Her gün yeniden aynı şeylere uyanıp, aynı yalana bulana bulana yaşayıp, satın alınmış ya da vaat edilmiş bir rüyaya dalıyoruz. Derin uykuların içerisinde sürekli kâbustan irkilerek, korku ile uyanıp; kurmaca pembe bir rüyaya dalarak kendimizi avutuyoruz. Böylesi bir zamandan insanoğlu belki defaten geçti, şimdi sıra bu zamanın insanlarında, bunda şaşılacak bir şey yok. Ancak belki de hiçbir zaman diliminde bu kadar doğrunun sesi kaybolmamıştır. Asıl ürkütücü olan burası. Sürekli dünyayı, dünyanın hal ve gidişatını tarif etmeye, analiz etmeye gerek yok. Tabii ki anlamak için, şartların gelişimine karşı birtakım tedbirler alabilmek için belki gereklilik olarak bakmakta fayda var, lakin bu enformasyonun bu kadar yoğunlaştığı bir dönem de kaçış için bir kapı olarak da kullanılıyor. Bu bakımdan dikkatin dağıldığı, izlerin birbirini örttüğü ve her şeyin kalın bir gürültünün içinde kaybolduğu bu zamanda; hakikatin sesini, içimizin, en derinimizin yani vicdanımızın sesini nasıl duyacağız? Bu kadar dikkatimizin dağınık olduğu bir noktada güzeli nasıl göreceğiz?
Not 18: Eskiler ne güzel demişler “insanın güzelliğinin yarısı dilindedir” diye. Ancak ne simalarda güzellik ne de dillerin altında güzellik bulabiliyoruz. Mesela yine eşsiz bir hikmeti “Kemâlin, kelâmın altında saklı” diyerek altın çerçevede önümüze sunmuşlar. Şimdi karşısında oturduğum levhayı bu çağın neresine asayım? Ya dilimin, gönlümün neresine işleyeyim? Kemâl mi? O galiba bu zamana ait bir kavram değil. Onu antik kalıntıların arasına yani müzeye kaldırmak gerek. Bu kadar politize olmuş, bu kadar güncel yanılgıya bulanmış bir hayatın içinde kemâl bulmak iğne ile kuyu kazımak gibi bir şey olsa gerek. Olmadı, yeni güne bir İbrahim kıssası dinleyerek başlayabilir, ekranlarda bir İsmail arayabilirsiniz! Belki de bir sonraki kanala geçersiniz. Ya da hep beraber kapatma tuşuna basıp, bütün aygıtlardan çıkıp gerçeğin çıplaklığı ile yüzleşebiliriz.
Not 19: “Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler”
(İsmet Özel/Dişlerimiz Arasındaki Ceset)
Not 20: Bu hafta iki eser var yedeğimde. Birisi bizden, diğeri uzaklardan. Önce Hayri Şahin’den dinliyoruz; “Razıysan gel benimle.” Bunun yeni versiyonunu duymuşunuzdur ama orijinal versiyonu da ayrı bir güzel. Diğeri bu hafta vefat eden Soul’un kraliçesi Aretha Franklin’den, “Respect” ve “Chain Of Fools”u dinliyoruz.
Not 21: • “Kimseyle alay etme, asla kimseyi gülünç duruma düşürme, kalbinin en ücra köşesinde bile yapma bunu. İnsan yaşamı alaya alınamayacak kadar hüzünlü ve ciddidir” der, Pessoa.
Not 22: “Sözde iyi niyetleriyle insanlar daima sana, ne yapman gerektiğini söylüyor. Oysa yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğinden başka nedir bu? Ben bir ölüyüm fakat bu fazla duygusal. Ölü değilim ama haysiyetim alınmış. Kalpten yaralandım ve üstüme tükürüldü!
Söyle! Bir insan hiç aşağılanmak yüzünden hasta olabilir mi?” (En Passion’dan)
Not 23: Kişi, televizyonda İsrail-İran savaşını herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkta izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra bölgedeki savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren ‘simülasyon evreni’dir. Her şey görüntüden ibaret ve cansızdır. Bomba kafaya düşene kadar ya da cüzdana dokunana kadar hiçbir gerçeklik zihinlerde oluşmamaktadır.
Not 24: İbni Haldun, “Mağluplar galipleri taklit eder, çünkü onlarda olağanüstü bir güç vehmederler. Madem bu beni yendi, bende olmayan bir güç var onda, tekrar galip gelebilmem için ve ona karşı koyabilmem için onu benim taklit etmem lazım.” der. Bu tespit önemli bir duruma işaret ediyor. Bugün dünyayı tekeline almış olan kapitalist düzenin her türlü düşünceyi dönüştürdüğü ve bu dönüşüme karşı direnç göstermek adına ortaya çıkan her şeyin zamanla direncinin kırılarak onun bir parçasına döndüğünü görüyoruz. Büyük küçük bütün kültürleri, bütün renkleri kendi bünyesinde toplamaya çalışması neticesinde “çamur” gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Aslında dikkatli bakıldığında rengârenk bir dünyadan bahsetmek çok güç görünüyor. Ancak her şeyden biraz varmış gibi hissettiriyor. Bu da gayet normal bir durum, sonuç itibarı ile kocaman bir imitasyon fabrikası gibi her şeyi kopyalıyor.
Not 25: “Yüzü güzel olana kırk günde doyarsın da,
Gönlü güzel olana kırk yılda doyamazsın.” (Aşık Veysel)
Not 26: “Dünyada hiçbir şey “öteki”ne karşı sorumsuzluğun meşrulaştırılması kadar korkunç olamaz. Hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların, bizim çıkarlarımız çok önemli iken, neden komşularımızın çıkarlarının hiçbir önemi yok sorusunu sorabilecek İslami bir yetkinliğe sahip olabilmeleri gerekir.”(Atasoy Müftüoğlu’ndan tadımlık)
Not 27: “şuramda bir sancı, şuramda, atların kişnemesi gibi asi
gece karanlığında
kalayımkalayım diyorum olmuyor
ben gidiyorum.” (Turgut Uyar)
Not 28: Karacaoğlan’ın sözleri ne derinlikli, mıh gibi. “Bağlandı Yollarım Kaldım Çaresiz/ Gayrı Dünya Bana Garalandı Gel /Derildi Defterim Arsız Amansız/Üst Üste Dizildi Sıralandı Gel Gel”
Not 29: Ölüyoruz, kimse farkında değil/ Yaşıyoruz kimsenin umurunda değil..
Not 30: Yaşamak güzel şey kabri olana.
Not 31: Yolcuya kalan sorumluluk; kestirme, manzaralı, yürümesi kolay yolların cazibesine direnerek, rotayı sadakatle takip etmek. (ZygmuntBauman’dan tadımlık)
Not 32: “Ve sen uyanık durursun, nöbetçilerden birisin, yanı başındaki çalı çırpı yığınından aldığın yanan bir odun parçasını sallayarak sana en yakın kişiyi bulursun. Neden uyanıksın? Birinin uyumaması gerekiyor işte. Birinin nöbette beklemesi gerekiyor.” (Kafka’dan tadımlık)
Not 33: “Ekseriyetimiz dönen dolapları biliyor. Aynı ekseriyet Allah korkusu yerine o dolaplar dönmezse hayatının zorlaşacağı korkusuyla yaşıyor.” (İsmet Özel’den tadımlık)
Not 34: “Bir ıstakozla bir yengecin hayatı aynı değerdedir. Istakozun daha pahalı bir şey olduğunu söyleyen kapitalizmdir, doğa değil.” (Le Nom des Gens’den, 2010)
Not 35: “Gureba, gurbette olduğu için rahat edemeyendir. Dinmeyen bir rahatsızlık içinde debelenir. Yaralanır, kanar, kaşınır, acı çeker; tek coşkusu ıstırabıdır. Ama bilir bu rahatsızlık sayesinde huzur bulduğunu; eşyanın, düzenlerin, hesapların arasında, küllî bir boşluğun anlamsız ve cüz’î bir yankısı gibi birbirinin aynı olan insanların yollarından saptıkça sükûn bulur. Ayrı düşmek ferahlıktır daima. Ne kadar hüküm verilmişse o kadar inkâr içinde yaşar. Yabancıdır o ya da yabandan gelendir; barbardır o ya da uygar olmayandır… Soluksuz kaçar yapılardan, müesseselerden.” (Alper Gürkan’dan Tadımlık)
Not 36: “Hayal, ipleri elinden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz ama bir başkası yaşıyor. “ (İsmet Özel’den Tadımlık)
Not 37: Duvarları boyadım ama çatlaklarının yeri hala kafamda..
Not 38: Akif Emre, bir yazısında şöyle demişti: “Haritayı çizenler değil, vicdanı diri olanlar tarih yazar.” Bugün İslam dünyası, bir kez daha haritayı çizenlerin oyununa mahkûm görünüyor. Ama bu görünüş, değiştirilemez bir kader değil. Yeter ki sözü olanlar konuşsun, suskun yürekler haykırmaya cesaret etsin.
İran ya da Filistin, Lübnan ya da Yemen… İsimler değişse de mesele aynı: Adaletin coğrafyası çizilemediği sürece, barış sadece bir suskunluktur. Türkiye bu suskunluğu dağıtacak güce, birikime, tarihi sorumluluğa sahip bir ülke olarak hem caydırıcı bir çabaya hem de diplomasilere öncülük etmelidir. Rahmetli Erbakan Hoca’nın; “Eğer Suriye düşerse, sıra İran’dadır ve İran’a saldırı olursa bir sonraki hedef Türkiye’dir” sözlerinin gerçeğe dönüşmesine hep birlikte şahitlik ediyoruz. Onun yıllarca uyardığı BOP, bugün neredeyse nihai hedefine doğru son surat ilerlemektedir. Bugün artık uyarı mesafesini çoktan geçtiğimizi hepimiz görüyoruz. Ve ülke olarak son derece agâh olmak zorundayız. Çünkü toprak ayağımızın altından kayalı epey oldu.
Not 39: SAVAŞ EKONOMİSİ nedir gerçekten anlamak istiyorsanız, IMPERIALIS oynamayı öğrenin.
Her SAVAŞ çıktığında, insanın alnından TER attıran bir oyun.
EKONOMİSİ müsait olmayan bir ülkenin, asla SAVAŞ kazanamayacağını ispatlar.
Yani; İMAN GÜCÜ geyiği falan hikaye. Öyle olsaydı ohoo...
Not 40: Defne Samyelinin kızı Derin Talu. Kendisiyle arkadaşlarının deliğini kıyaslamış. Ne deliği olduğunu bilemem ama benimki dar ve küçük diyor. Bu kızda tam Gülben Ergen tipi var inşallah bir sereni olur da 20 yılda bunları izleriz. Eskiden beri derim, dünya kadar malın olacağına fındık kadar amin olsun.
Not 41: “1908 yılında Çin’in Sichuan eyaletinin zorlu dağlarında, “çay taşıyıcıları” olarak bilinen olağanüstü işçiler, dünyanın en tehlikeli ticaret yollarından biri olan 'Çay patikası’nda görev yapıyordu. Görevleri, Tibet’e yüzlerce kilometre uzaklıktaki çay taşımak gibi hem hayati hem de çok zor bir işti. Tibet’te çay, günlük yaşamın ve kültürün vazgeçilmez parçasıydı.”
“Bu taşıyıcılar, sırtlarında tahta raflar ve bazen 100 kiloya varan yüklerle, kayalık ve dar patikalardan geçerek yorulmadan ilerlerdi. 5.000 metrenin üzerindeki rakımlarda, çamurlu ve tehlikeli yolları aşarken, günde ortalama 10 km yavaş ama kararlı bir tempoda yürürlerdi. Hasır veya deri sandaletleri, keskin taşlara ve soğuğa karşı neredeyse koruma sağlamıyordu.”
“Taşınan çay, Tibet’in ünlü tereyağlı çayı için ideal olan sıkıştırılmış koyu renkli tuğla çaylardı. Geri dönüş yolunda ise atlar, şifalı otlar ve diğer Tibet ürünleri taşınırdı. Bu insanlar sadece işçi değil, iki eski kültürü birbirine bağlayan hayati bağlantılardı. Çay patikası, sadece bir ticaret yolu değil, insan direncinin, kültürel alışverişin ve zorluklara rağmen hayatta kalma kararlılığının simgesiydi.”
(“Çay Bitkisi, Dünyada Çay, Karadeniz’de Çay Ziraatının Tarihçesi,” Özhan Öztürk)
Not 42: bütün hayatını dini inancı üzerine şekillendiren bir tanıdığım vardı. sarığını asla çıkarmaz, kadınlarla asla diyaloga girmez, yediğinden içtiğine kadar her konuda İslami hassasiyetlere dikkat ederdi. Oğlunu, belli bir yaşa geldikten sonra "İslam'a hizmet etsin" diye bir cemaate teslim etti. oğlu, birkaç yıl cemaatte kaldıktan sonra babasını tekfir edip tüm ilişkisini kesti. çünkü onun gözünde babası şirk üzere bir hayat yaşıyordu ve yeterince dindar değildi. radikalizm böyle bir şeydir işte. hep daha ötesi, hep daha ötesi diye gider ve kendisi dışındaki tüm renkleri, tüm inançları, tüm anlayışları zararlı görür, tekfir eder, dışlar ve cehenneme dönmüş, renksiz, gri, kasvetli, kötücül bir dünya bırakır geriye.
Not 43: Son iki yılda ekonominin yavaşlamasına rağmen toplanan vergilerin milli gelire oranla 2 puan arttığı gözleniyor. Vergi konusundaki bu performansı harcama tarafında da gösterebilseydik şimdiye enflasyonun belini çoktan kırmış olurduk.
Not 44: Son 1 yıldır kamu bütçe harcama artışı ve kredi artışı %40’lar civarında seyrediyor. Böyle olunca enflasyonu düşürme konusunda kur politikası üzerine çok fazla yük biniyor. Merkez Bankasının uzun süre faizi yüksek tutmak ve kuru kontrol etmek zorunda kalmasının ana nedeni budur.
Not 45; “Mekan değiştirmekte ferahlık vardır.” Belki bu yüzden dilimize yerleşmiş bir deyimdir; çünkü insan, bazen bulunduğu yerin duvarları tarafından değil, kendi zihninin görünmez sınırları tarafından boğulur. Aynı şehir, aynı sokak, aynı sesler… Hepsi bir zaman sonra yavaş yavaş ruhu sıkıştırmaya başlar. Konfor alanı dediğimiz şey, başta huzur ve güven vaat eder; ama zamanla bir hapishaneye dönüşebilir. Carl Jung’un dediği gibi: “Karşılaşmadığınız gölge sizi kontrol etmeye devam eder.” O gölge, alışkanlıklarımız ve korkularımızın biçim verdiği konfor alanıdır aslında.
Yolculuğa çıkmak bir eylem değil, bir cesaret meselesidir. Çünkü mekan değiştirmek demek, sadece bir şehirden başka birine gitmek değil; kendi içindeki durağan düşünceleri de yerinden oynatmak demektir. O ilk adımda bir ferahlık vardır; çünkü insan birden, kendisinin bile unutmaya başladığı hayallerini hatırlar. Bir tren camından dışarı bakarken, yeni bir sokağın taşlarını ilk kez çiğnerken, belki de yıllardır unuttuğu bir şey fısıldar içinden: Başka türlü de olabilir.
Konfor alanından çıkmak, yeni bir şehre gitmek ya da sadece evdeki koltuğu değiştirmek… Hepsinin özünde aynı çağrı var: Değişimin ferahlığı. Belki de bu yüzden mekan değiştirmekte gerçekten bir ferahlık vardır; çünkü insan, ancak yeni bir yere vardığında, eski zincirlerinin ne kadar sıkı olduğunu fark eder.
Ve o anda anlarız ki, bütün büyük hikâyeler bir yolculukla başlar. Belki de şimdi, senin yolculuğunun ilk satırını yazma zamanıdır.
Not 46: Unutmak bu çağın en büyük afyonudur. Hatırlamak ise en sade, doğrudan direnişidir.
Not 47: “Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.”
Bertolt Brecht
Not 48: Savaş her yerde aynı üç şeyi bırakır ardında:
Cesetler, gözyaşları ve sermaye.
Birinci ordu: Ölüler.
Onlar artık konuşmaz.
Konuşmaları gerekmez çünkü dünya çoktan karar vermiştir:
Bu ölüm meşru muydu?
İkinci ordu: Yas tutanlar.
Onlar bağırmaz.
Zaten sesleri duyulmaz.
Yas bir lükse dönüşür.
Kimin acısı görünürse, onunki daha "haklı" sayılır.
Üçüncü ordu: Hırsızlar.
Onlar hiç savaşmaz.
Ama en çok kazanan onlardır.
İnşa edeceklerini yıkmak zorunda olduklarını söylerler.
Yıkımı barış yatırımı olarak sunarlar.
Barış artık bir sonuç değil, bir pazarlama stratejisidir.
Not 49: Biri öldüğünde ilk refleksimiz yas değil.
Kaydırmak.
Paylaşmak.
Geçmek.
Ve bu çağda, ölümün kalıcılığı yok.
Lakin unutmanın hâkimiyeti var.