Yorgunluk..

“Fatigue/Yorgunluk
Kalbimi uyuştur her günün tekdüzeliğine,
Gözlerimi mühürle, fazla uzağa bakmayı istemem;
Adımlarımı alçakgönüllü huzurlu düzene çek,
Başımı eğ, bir yıldıza bakmayayım.
Günlerimi işlerle doldur bin sessiz gereksinimle,
Umuda ayıracak tek an bırakmayacak kadar;
Düşüncelerimi sıkıcı çemberlerin içine hapsedip,
Saatlik gerçeklikte yer alan olgularla.
Bana rüyasız bir uyku ver, gecenin gücünden beni kurtar,
(Amy Lowell – Çeviri: M. Biten)”

Yoruldum okurlarım. Yorgunum. Ruh halimi anlatan bir şiiri paylaşayım dedim. Günleriniz neşeli geçsin inşallah.

Son söz: Hayırlısıyla şu dünya defterini biz de kazasız belasız kapatıp gitsek iyi olacak, hayırlısı bakalım.. Bir gençlik ölümü vermedi belki orta yaş ölümü verir Hüda!

Kadınıma: Sen, rüyalarımda üzerine binip dolaşmaya kıyamadığım atlar kadar güzelsin...

Aforizma: iyiler çoğunlukla kaybeder ama iyilik daima kazanır.

Kulağa küpe: “Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr 56)

Elçiden: “Kim bir kötülük ve haksızlık görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin...” (Müslim, Îmân, 78)

Tadımlık: Düştümse eğer,
Sana bakarken düştüm.

Cahit Zarifoğlu

Tahmin: 2 yıllık tahvil %43-44 bandında seyretmeye devam ettiği sürece temmuzda da faiz inmeyecek. 250 bp faiz inecek diyenler manipülasyon yapıyor. Yılsonu faiz beklentim %40-42 bandı. Sert bir faiz indirimi döngüsü bu yıl olmayacak.

TL'de para piyasası veya günlük mevduat önermeye devam ediyorum. Bu ortamda 32 gün ve üzeri TL'de kalmanın çok riskli olduğunu düşünüyorum. Kısa süre içinde dolar veya dolar cinsi varlıklara dönebilecek durumda olmak çok önemli. Tahvilin, 32 gün ve üzeri mevduatın azıcık daha fazla faiz vaat etmesi bu kadar yüksek risk için yeterli değil.

Zeytine yemin olsun ki:

Yıllar önce, Filistin’de, toprağından sökülmüş, gövdeleri yanmış yaşlı zeytin ağaçlarının zincirlerle birbirine bağlandığını görmüştüm. Topraklarından sökülüp atıldıklarını sembolik dille anlatmak için zeytine başvurmuştu Filistinliler. Bir yandan oraya ait olmanın kökü, tapusu, kanıtı, bir yandan da barış isteğinin simgesi olmuşlardı. Yan yana zincirlenmiş ağaçlara bakınca çok derinlerde yakıcı bakışlar, yaralı yüzler, işkenceye uğramış masum bedenler duydum içimde. Zincirler bir zaman yarası gibi kucaklamıştı gövdelerini ve sanırım o metalik yumaklar da meselenin sertliğini telkin ediyorlardı. Onun, barışın ve özgürlüğün sembolü olarak kabul edilmesi sebepsiz değil ve bu zeytin kadar insanlığın tarihini de ilgilendirir. Nuh tufanında hayat zeytin dalıyla başlar yeniden. Sudan karaya, hayalden gerçeğe geçiştir o güvercinde.

İnsan ki Akdeniz’e çıkarak uygarlaştı. Mezopotamya ve Anadolu’nun gözleri ışıdı böylece. Zeytinliklere doymamış eski bir hasret var bu sebepten içimde. Bir gün dünyada dikili ağacım olursa o zeytin olsun isterim. Gövdesine yaslanayım, yapraklarından çay demleyeyim, güneşin sabahla buluşmasını onun gözünden izleyeyim. Dibinin toprağında dünyadaki son demlerini geçiren nebilere öykünüp düşler göreyim.

Onun incila gözleriyle Kudüs’e bakayım, Ephesus’dan tuzlu denize ineyim. Antakya’nın neminde şevkle terleyeyim. Marmara’nın mor kaftanlı sırtlarında yenilmiş hükümdarları hatırlayayım. Köhne bir tekne ile yüküm dolu, batacağımı bile bile Akdeniz'in tuzlu sularında vira diyeyim. Dilim onun dili olsun, acemiliği olmayan fakat çelebi bu yegane ağaca methiyeler düzeyim. Kuru bir ekmek çevresinde dönen karınca gibi nasibimi arayayım!

Ne zaman bir zeytin denizine dalsam, ne vakit denizden kaçıp gelen rüzgarın o esnek ve süzgülü dallarda oynadığın görsem, toprağa oturur, zeytine gidip gelen, onun gölgesinde kıpırdayan ışıklarda tuzlu susuzluklar bulurum. Deseler ki bana, gün gelse de insan mağaralara, dağlara dönecek, sen hangisini tercih edersin, ben zeytini ve zeytinlikleri tercih ederim. O meyvenin, onca zahmet, onca zaman çalılığından döküldükten sonra, posasını avuçlar, sıkılan tanelerden süzülen yağın kokusuna kapılır, Roma çağlarında ellerinde gümüş taraklarla aynaya bakan güzelleri anardım. Saçlara sabun, yemeğe salataya ruh katan zeytinyağının yoldaşı olmaya niyetlenirdim.

Anadolu zeytinle yaşamıştır hep ve Yusufeli zeytininin uçuk ve yakın tadını alan bir damak, Gemlik’ten Edremit’e, Sarıulak çalımlı yeşile duran Mersin’e, Çanakkale’den Hatay’a, Ayvalık’tan Tekirdağ’a, Manisa’dan İzmir önlerine kadar yol alır, tür tür zeytinler, zihin açan dil geliştiren isimlerle buluşur. Güzel olan ve güzel kalan zeytinin öyküsünün hiç tükenmemesi, fakirin katığı olmakla zenginin sağlıklı yaşamasının göstergesini kaybetmemesidir. Zeytin, insandır desek yeridir.

Zeytini düşünmek genellikle insanın içini karartan günlük hayhuyun dışında zeytin meyvesi ve zeytin ağacının ölümsüzlük sırrını kurcalamaktır. Orucun kapısı olması tuz ile insan arasında örülen metafizik ipeğin de izi değil mi? Asıl, zeytinin gözleri, siz gözlerinizi yumunca açılır. Çünkü zeytin insana hep ezelden aşıktır. O aşka düşmanlık etmek yakışmaz insanlığın vicdanına..

Son söz yüce Hüdanın; baki Olanın: İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.

Ustalardan: Yaşadığımız topraklarda aidiyet topluma değil, dev­lete hasredilmiştir. Bu yüzden toplum karşısında yükümlülükler altında bulunmak hiçbir anlam ifade etmez. Bu­na mukabil devletle onu yaşatma yükümlülüğünü üstlenmeksizin bir bağ kuramazsınız.

İsmet Özel, Cuma Mektupları-II

Not: Yatırım tavsiyesi değildir, paralarını kullanmak isteyenlerin değerlendirmek isteyenlerin, portföy şirketi ya da bir yatırımcı kuruluşla iletişime geçerek onların tavsiyelerine göre hareket etmeleri, yatırım kararı almaları onların yararına olacaktır.

Not 1: Kentler büyüyor; binalar yükseliyor, yollar uzuyor, kalabalıklar artıyor. Ama insan, o dev gölgelerin arasında küçülüyor. Modern zamanlarda kent insanı, hiç olmadığı kadar yalnız, hiç olmadığı kadar yorgun. Ne geceler bitiyor artık ne sabahlar doğuyor; çünkü insanın içinde bir şey eksiliyor: Huzur.
Yorgunluğumuz bedenimizin değil, gönlümüzün yükünden. Çünkü bu çağ, duyguları göstermek yerine saklamayı öğütlüyor. Kırıldığımızda bile “kırıldım” diyemiyoruz. Umutsuzca bekliyoruz sevgiyi, anlayışı, bir ses, bir nefes. Kentte insanlar birbirine çok yakın ama kalpler birbirinden kilometrelerce uzak. Herkes bir şeylere sahip, ama kimse olduğu yerde mutlu değil. Beton duvarlar arasında büyüyen bu sessiz çığlık, kent insanının ruhunu yavaş yavaş törpülüyor.

Not 2: Modern hayatın getirdiği hız, insanın ruhuna ağır geliyor. Seçmek zorunda kalıyoruz ya kalabalıklar içinde kaybolmayı ya da yalnız kalmayı. Çoğu zaman, “isteseler canımı vereceğim” insanları birer birer hayatımızdan çıkarmak zorunda kalıyoruz. Çünkü kentte yokluklarına üzülmek, varlıklarında yaşanan kırgınlıklardan daha kolay artık. İnsanlar, birbirlerine dokunmadan yaşamayı öğreniyor. Araya giren ekranlar, yapay gülümsemeler ve geçici bağlar arasında gerçek duygular boğuluyor.

Not 3: Umutlarımızı yarına erteleyerek hayatta kalmaya çalışıyoruz. Ve belki de en çok bundan yoruluyoruz. Kalabalıklar içinde tek başına yürümekten, hep güçlü görünmek zorunda olmaktan…
Kentin büyüklüğü insanın içindeki boşluğu dolduramıyor. Tam aksine, o boşluk daha da derinleşiyor. Belki de artık ihtiyacımız olan şey, bir mola. Kendimize, duygularımıza, iç sesimize zaman tanımak. Çünkü modern zamanlarda kent insanı en çok kendine yabancılaşıyor. Ve bu yabancılaşma, en büyük yorgunluk sebebi.

Not 4: Bugün Türkiye'de –ve genel anlamda modern toplumlarda– birey, tıpkı bu karakter gibi “sahibinin sesi” olmaya zorlanıyor. Ekranlarda, kürsülerde, sosyal medyada yankılanan düşünceler; özgür iradenin değil, güce yakınlığın ürünü gibi duruyor. Herkesin bir aidiyet zorunluluğu var: ya onun tarafındasın ya da ötekinin.
Metindeki karakterin “köpek gibi sadıktım, belki ondan ötürü köpek yerine sayıldım” sözleri, bugünün siyasal ilişkilerinde “sadakat” kavramının nasıl bir araç haline geldiğini hatırlatıyor. Liyakatten çok sadakatle yürüyen kurumlar, sorgulamayan bireyler, kör bir itaatle yoğrulmuş sistemler doğuruyor. Bu da toplumsal bir yorgunluğa, bir çeşit duygusal tükenmişliğe yol açıyor.

Not 5: İnsanlar yorulmuş, kabullenmiş, susmuş. Herkes kendi köşesinde uyuyor belki ama içten içe herkesin bir tür “Uyanış Marşı”na ihtiyacı var. Ancak bu uyanış, öfke dolu bir isyanla değil; vicdanla, bilinçle ve dayanışmayla olmalı.
Haldun Taner’in satırlarında olduğu gibi, “ezilmiş, kandırılmış, okkanın altına gitmiş küçük adamlar” bir gün gerçekten birleşirse, bu uyanış mümkün olabilir. Ama bunun ilk şartı, gözleri kapamamak ve sadece verilen vazifeyi yapmakla yetinmemektir. Birey olmanın, vatandaş olmanın, insan olmanın anlamını yeniden sorgulamak gerekiyor. Bu dünyada safça bir plak olmamak için, sesi yükseltmek, düşünceyi savunmak ve adaleti önce vicdanda kurmak gerek. Gözlerinizi açın. Gerekeni yapın.

Not 6: 2021’de Türk ekonomisinde “dövizi tut-faizi sal” Ortodoks paradigmasından “faizi tut-dövizi sal” Heterodoks paradigmasına geçildi. Bu değişikliğin doğal sonucu faiz düşerken, döviz fiyatının artacak olmasıydı. Tasavvura göre bu yeni yöntemle, ekonomi ihracatla büyüyeceğinden, döviz sıkıntısı olmayacaktı. Bir faz sonra da “döviz arzı, talebinden büyük olacağı için” döviz fiyatları istikrara kavuşacaktı. Döviz fiyatları artmayınca, “devalüasyon-enflasyon sarmalı” kırılacak ve ikinci fazda enflasyon da kendiliğinden inecekti. Pandemi ve Ukrayna savaşı hesapta yoktu.

Not 7: 2021’de “Faizi indirerek, enflasyonu düşürme” politikası uygulanmaya başladı. Burada çok ciddi bir varsayım hatası vardı. Tasarruf sahipleri bu mekanizmayı “faiz inerse, dolar çıkar” diye okudu ve konvertibilite sayesinde dolar almaya başlayınca, TL devalüe oldu. Bunun sonucunda “devalüasyon-enflasyon sarmalı” devreye girdi. Enflasyon 2021’de %37’ye çıktı. 2022 ve 2023’te %65 düzeyinde seyretti. Faiz üzerindeki baskı sürdürüldüğü için genel seçimlerin yapıldığı 2023 baharında buna ek olarak döviz rezervleri eksiye düştü. İşte böyle bir ortamda Mehmet Şimşek tekrar göreve çağrıldı. Merkez Bankası tepe yönetimine Ortodoks (faizci) iktisatçılar getirildi. Şimşek ve yeni merkez bankacılar işbaşı yaptığından beri ekonomimiz, enflasyon, büyüme ve cari açık gibi makro göstergeler bakımından, kötüye değil iyiye gitti.

Not 8: Son 5 yılda ekonomide yaşananlar “düşük faizle bozulan dengeler, yüksek faizle düzeltildi” cümlesiyle özetlenebilir. Ancak bu düzelme ne kadar bir düzelmedir ve sürdürülebilir mi? Ekonomik sistem bir üstyapıdır. Bunun altyapısında “eğitim, siyaset, adalet ve kurumlar” vardır. Bu sebeple birçok iktisatçı, iktisadi ve mali olarak hangi kararlar alınmalı sorusuna “önce hukuk, demokrasi ve eğitim” diye cevap veriyor. Ancak o alanlarda iyileştirme oluncaya kadar alınması gerekli para ve maliye kararları ertelenemez.

Not 9: Faizi indirirken enflasyonun yükselmesine meydan vermemek için “para miktarını ve bütçe harcamalarını” sıkmaktan başka çare yoktur. Bu sıkılaştırmanın iş aleminde yaratacağı sorunlar ise selektif olarak çözülmeye çalışılır.

Not 10: Test bağımlısı hale getirilen gençler gerçek yaşamda karşılaştıkları sorunlarda seçim yapabilecekleri şıklar bekliyor, ortaya fikir koymakta zorlanıyor, çözüm üretemiyor. Hele entelektüel sığlık ürkütücü seviyede!
Maalesef… İktidarlar cehalet yaratan bu sorunu seyrediyor, eğitim sistemine dair aklına şüphe gelmemesinin sebebi de bu standart test ölçüm sistemiyle (ki müfredata hiç girmiyorum) ezbercilik olabilir mi: Akıl değil, nakilcilik…

Not 11: Çoktan seçmeli test sistemi şunu ölçemez:
- Öğrencideki yaratıcılığı, beceriyi, duygusal zekayı…
- Öğrencideki merakı, şüpheyi-kuşkuyu…
- Öğrencideki tutkuyu, cesareti…
- Öğrencideki azmi, coşkuyu, dürüstlüğü, empatiyi…
- Öğrencideki estetik duygusunu, kolektif bilinci…
Peki bunları ölçemeyen bu sağlıksız sistem nasıl kariyer planı yapabilir; sen şu okula gidebilirsin, sen şu okula… Saçma.

Not 12: Sınava hazırlık talebi ailelerde büyük maddi güç ihtiyacına neden oluyor: Okula para, dershaneye para, özel hocalara para, test dergilerine-kitaplarına para…
Vahşi neoliberalizm, eğitimi tamamen para ölçekli yaptı.
Bir “yarış atı” olan sadece çocuklar değil, aileler de bundan nasibini alıyor. Ah yazık! Ailesinden öğrencisine herkes bu sınavların hayati önemde olduğunu sanıyor.
Rahat olunuz, sonuç ne olursa olsun hayatınızı karartmayınız; yaşam sadece bu test sınavından ibaret değil, “çoktan seçmeli hayat” bekliyor sizi, kendinize güveniniz…
Aslında bu test sistemi sizleri “ortalama” biri yapmaya çalışıyor. Siz yaratıcı olma seçeneğini işaretleyin…

Not 13: Yıl olmuş 2025 kömür ile elektrik üretmek için Termik Santral kuracaksın he? Bu iş içinde milyonlarca ağacın kesilmesine doğanın katledilmesine onay vereceksin de mi?
2024’te yerli kömür santrallerinin tüm elektrik üretimindeki oranı yüzde 14’ü bile bulamadı. Oldukça düşük payı…
Hani güneş, rüzgar gülü, jeotermal enerji üretiminde rekor kırılmıştı. Nükleer santral de yolda… Ne oldu? Yine mi palavra?
*
Eski Başbakan Binali Yıldırım’ın unutulmaz sözüydü: “Zeytin mi önemli, üzerine yapılacak tesis mi?” demişti… Hesap yapalım o zaman…
Bir ton zeytinyağı, 7.100 dolar… Her yıl ürün verir.
Bir ton termal kömür, 100 dolar… Termik santralle doğayı zehirler… Bitince çukuru kalır. Zeytin evladiyelik, maden günü kurtarır!

Not 14: Görünen o ki ne Suriyeli göçmenler ne de yaşadıkları illerdeki halk memnun. Şiddetli tepkiler azalsa da uyumsuzluk sorunu halen ciddi boyutta. Bütün bunlar ne bölge halkının ne de Suriyeli göçmenlerin suçu.
Hükümetlerin uyguladığı yanlış Suriye politikasının bedelini her iki halk da ödedi. Şimdi buna bir de İranlı göçmenler sorunu eklenirse ne toplum psikolojisi kaldırır ne de ekonomi…

Not 15: Öncelikle şunu kabul etmek gerekir; eğer bir ekonomik kriz, iktidarın aldığı tüm önlemlere rağmen yıllarca devam ediyorsa bu artık ekonomik değil, siyasi bir krizdir. Çözümü de orada bulacağız…
Çünkü, ekonominin direksiyonunda siyaset oturuyor. Tüm temel kararları siyaset alıyor. Arka koltukta oturan ekonominin aktörleri de siyaseti takip edip, yeri geldikçe teknik düzenlemeler yapıyor.
İktidar elinde tuttuğu gücü kullanarak siyasi kararlar alırken, bunlar sanayiye, ihracata, ithalata, büyümeye, faize, dolara da yön veriyor.

Not 16: İçinden çıkamadığımız kriz sarmalından kurtulmak için; hukuka bağlı, yasalara saygılı, bize ayak bağı olan prangalardan kurtulmuş demokratik bir ülkeye ihtiyacımız var. O zaman ihtiyacımız olan reformları yapabiliriz. O zaman ekonomiyi veri odaklı yönetebiliriz. O zaman uzun süre önce yitirdiğimiz güveni yeniden tesis edebiliriz.
Bizim önce adalete ihtiyacımız var…

Not 17: Yoksullaşıyoruz deyince, yetkililer bu restoranlar, oteller, galerilerdeki arabalar yok satıyor, peki ekonomi kötüyse bu nasıl oluyor diyorlar.
2024 yılında en zengin %20 (17 milyon kişi) mili gelirin %48’ine sahiptir.
Bu da eder 635 milyar dolar.
İşte bu 17 milyon kişinin başına düşen milli gelir 15,5 milyar dolar değil, 37,1 milyar dolardır.
En yoksul 17 milyon kişinin başına düşen milli gelir ise 4,6 milyar dolar.
Zenginlerimiz varlığı, yoksullarımızın varlıklarından 8,1 kat fazladır.
Bu fark 2017 yılında 7,4 kat idi.
Değerli okur anlayacağınız, giderek zengin daha zengin, fakir daha fakir oluyor.
Lüks restoranlarda yemek yiyenlerin de çöplükten ekmek toplayanların da sayıları hızla artıyor.

Not 18: Dünya Savaşı diye bir şey çıkmayacak. Ruslar, Ukrayna karşılığında; Çin de ticareti karşılığında İran'ı ABD'ye sattı. İran yakında düşecek ve bu iş bitecek.

İran savaşını, bu savaştan önce MHP'nin dağıtılacağını, ülkücülerin PKK'yla aynı çıkacağını, Ekrem İmamoğlu'nun da sonra tutuklanacağını bilen adam olarak konuşuyorum. Türkiye'yi kimse işgal etmeyecek, bir 3. Dünya Savaşı da çıkmayacak. Korkmayın. Sizin yaşayacağınız problem başka olacak. Bunu ama şimdi konuşmak istemiyorum.

Not 19: “İç Cephe” lafının, çözüm menziline giren Kürt sorunu için icat edildiği belli. Bu tabir aynı zamanda ABD-İran savaşından önce dışarının ateş çemberine döneceği bilgisini de içermiş olmalı.
Türkiye, büyük güçlerin planlarına göre süratle karar vermesi gereken bir ikilemle karşılaşmış. Ya Kürtlerle savaşacak ya da barışacak. Kürtlerin bu ikilemi doğru okuması lâzım. Savaş veya barış kararı Kürtlerin gücünü ve iradesini aşıyor. Türkiye bir karara zorlanıyor.
Bölgemizde başlayan yangın, yanıp enkaza dönmüş yerlerde bağımsız Kürt devletlerinin kurulmasına fırsat verebilir. Tekrarlıyorum, karar Kürtlere ait değil. ABD’nin İran hakkındaki planı, İran’da federal veya bağımsız bir Kürt devletinin vücut bulmasına kapı arayabilir. Nitekim bu fırsata işaret eden tartışmalar Kürtler arasında sürüyor. Yeni sınırlar tarih boyunca hep savaşlardan sonra çizilmiştir. İran’da başlayan yangın büyürse her şey olabilir.
İsrail’in müttefiki ve uzantısı, ABD’nin vekili olacak Kürt devletlerinden bahsediliyor.
Kürt siyasetinin kotarıldığı medya organlarında bu mesele enine boyuna tartışılıyor. PKK’dan uzak duran Kürt ulusalcıları bu işe teşne görünüyor.

Not 20: Önümüzde bir kopuş senaryosu duruyor: Türkiye ya Kürtlerle uzlaşacak ya da savaşacak.
Devlet Bahçeli’nin bütün tabuları yıkarak önümüzde açtığı yol, devlete beka sorunu olarak yansıyan bu ikilemin eseri olmalı.
Öcalan bu savaş-barış ikileminde açıkça barıştan yana tavır aldı.
Sözü esirgemenin bir anlamı yok. Kürt ulusalcıları bağımsız devletlerine kavuşup, Sykes-Picot’nun yerine yerleşen planla en az bir yüz yıl Büyük Güçlerin vekili olarak bölgede istikrarsızlık ve anlaşmazlık kaynağı olacaklar. Ya da Kürtler Türkiye ile uzlaşıp, bölgenin de bir barış, istikrar ve refah adası olmasını sağlayacaklar.
Diyeceksiniz ki, madem Büyük Güçler planlarını yapmışlar, bu senaryo nasıl engellenecek?
Büyük Güçler kendi çıkarları sabit olmak kaydıyla, esnek planları uygulamaya koyuyorlar. ABD, dünyanın en çetrefil sorun merkezi olan Orta-Doğu üzerinden Küresel stratejisini kurguluyor. Kürt-Türk Savaşı da Kürt-Türk barışı da onlar için getirip-götüreceklerine ve imkânlara göre kararlaştırılacak esnek bir konu olarak önlerinde duruyor..

Not 21: İsrail’de Netanyahu kanadı, Kürtleri bir vekalet savaşına zorluyor. Elbette Kürtler de aptal değiller.
Bizim asıl sorunumuz şu:
Ateş çemberinin ortasında, ateş de çember de gündelik siyasî çıkar hesaplarının malzemesi olarak tüketiliyor. Bu hengamede Kürtlerle birlikte kuracağımız İç Cephe, halk desteği zayıflayan iktidarın payandası olarak devreye sokuluyor. Kürtlerle Türkleri güven içinde aynı çatı altında tutacak hukuk ve demokrasi olmadan, yüzümüz yalayan bu ateşe nasıl dayanabiliriz?
19 Mart operasyonu, İnfaz yasası, Kayyum meselesi, mahkeme kararlarına uyulmaması ve son olarak Fatih Altaylı gibi bir gazetecinin cezaevine gönderilmesi İç Cephe’de peş peşe patlayan el bombaları değil mi?

Not 22: Fatih Altaylı’nın tutuklanması, Ekrem İmamoğlu operasyonu gibi bir ‘dönüm noktası’. Vaziyet “Bu ülkede çok gazeteci tutuklandı, Altaylı da onlardan biri…” diye yorumlanamaz. Çok daha derin ve kalıcı izler bırakacak. Altaylı’yı seven sevmeyen bu yargı kararını kabullenmekte zorlanacak.

Not 23: Düğmeye Oktay Saral mı bastı? Yargı kendi inisiyatif ve iradesini mi kullandı? Ankara’dan başka sinyal yollandı mı? Arka planı bilmiyoruz. Fakat şuna eminim ki bu Erdoğan’a iyilik değil. AK Parti’nin Altaylı’nın tutuklanmasından hiçbir politik çıkarı olamaz. Aksine siyasi zararı olur.
Kamuoyu daha İmamoğlu operasyonunu sindiremedi. İktidar çevresinin bütün çabasına rağmen toplum İmamoğlu konusunda ikna edilebilmiş değil. Yolsuzluk iddiaları havada kaldı. Halkı operasyonu siyasi olarak gördü. Şimdi buna bir de Altaylı eklendi.
Erdoğan’a oy verenler, AK Parti’yi ayakta kitleler bile endişe içinde “Nereye gidiyoruz?” sorusunu sormaya başladı. Hukukun fazla zorlandığı inancı giderek taban bulmakta… O yüzden diyorum ki; “Fatih Altaylı’nın tutuklanması muhalif bir gazetecinin tutuklanmasından öte sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyor”.

Not 24: Tüm dünyada bir “cinnet hali” hakim. Bütün bunların üstüne üstlük bir dünya savaşına doğru sürükleniyoruz. Gelecek günlerin geçen günleri aratmasından korkuyor insanlar. Her şey çok hızlı değişiyor. Siyaset, eğitim, medya, sanat ve ekonomiyi manipüle ederek din, ahlak, geçmiş ve gelecek tasavvuru ile ilgili bütün alanları tahrip etti. Aile dağıtıldı ve gençlik kalabalıklar içinde yalnız kaldı. İnsanlar fuhuş, uyuşturucu ve kumar bataklığında debeleniyor. Nefretimiz sevgimizden, gazabımız merhametimizden daha büyük. “Öfke patlaması” yaşanıyor, bir “şiddet toplumu”, “intihar toplumu” olmaya doğru sürükleniyoruz.

Not 25: İnsan yavaş yavaş “Nesnelerarası iletişim”in NESNE’si haline getiriliyor. Yapay zeka ve akıllı sistemler, emek arzı konusunda insanın en büyük rakibi. Eğitim ve medya artık onların kontrolünde. Ekonomi de öyle. Yakında siyaset de makineleştirildiğinde sağlık, sanat, hayatın bütün alanları bu sistemin kontrolüne geçecek. Zaten onun için dünya nüfusunu 500 milyona çekmek istiyorlar. Onun için bu kadar insana gerek yok!

Din ve devlet büyüklerinin ne kadar basit, sıradan, ucuz insanlar olduğunu görmek için çok aramanız gerekmiyor. Buyurun. Size zenne bir siyasetçi Zelensky. Alın onun yanına Macron’u oturtun. Trump zaten, kendini Mesih’in müjdecisi sanan bir emlak komisyoncusu. İngiliz kralı Biden’in ikiz kardeşi sanki! Netenyahu, sıradan bir katil. Hangi ülkede yaşıyor olursanız olun, çevrenize dikkatle bakın, bir sürü, beş para etmez, VIP ve CIP göreceksiniz çevrenizde. Bu kadar basit ve sıradan insanın bu şekilde yükselişine meşru bir gerekçe bulmak çok kolay değil.

Not 26: FED dünyanın en büyük soyguncusu. Siyasetin gölgesinde dünyayı soymaya devam ediyorlar. Bu arada hayali uzay projelerine milyarlarca dolar aktarmışlar. USAID üzerinden de insani, sosyal yardım diye kendi ülkelerini soymuşlar. Birçok ülkenin politikacılarının Off-Shoreler’de kara paraları, kayıt dışı paraları var. Dünyanın en büyük terör örgütleri, mafyaları siyasetin derin labirentlerinde varlıklarını sürdürüyorlar.

Not 27: Şunu görelim, böyle bir dünya sürdürülemez. 19. YY sonunda, kapitalizm, komünizm, faşizmin gölgesinde şekillenen kavram ve kurumlarla 21. YY açıklanamaz. Bu siyaset siyaset değil, bu para para değil, böyle bir maarif olmaz. Böyle bir aile varlığını sürdüremez. Böyle bir yasama, böyle bir yürütme, böyle bir yargı olmaz. Şunu görelim ve kabul edelim ki, sistem topyekûn çöktü. Siyaset, cemaat yapılarını, medyayı, sermayeyi, akademiyi, Sivil toplumu arka bahçesine hapsetti. Siyaset bir yandan da mafya ve uluslararası örgütlerle örtülü ilişkiler kurdu. Siyasetin nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Aklı, imanı, vicdanı uyuşturulmuş birilerinin elinde siyaset adeta bir cinayet aletine dönmüş durumda ve dünyanın dört bir yanında bunu görüyoruz.
Bu Şeytan üçgeninden nasıl kurtulacağız derseniz, önce “namuslular, namussuzlardan daha cesur olmalılar” ve tabi daha akıllı ve daha dürüst. Ve namuslu insanlar birlik olmalı. Yoksa işimiz zor.

Not 28: Eğer yerin altının, yerin üstünden hayırlı olduğu günlerin acısını, pişmanlığını yaşamak istemiyorsanız, bu dünyadan kaçacak bir yerimiz yoksa, gelin önce yeniden Müslüman olalım. Dinimizi Allah’a (cc) has kılalım. Allah, (cc) Resul, (sav) Kitap temelinde birlik olalım. Din ve devlet büyüklerini, şeyhleri, kanat önderlerini, ideolojik önderleri ilah ve rab, ideolojileri din edinmekten vazgeçelim. Selam ve dua ile.

Not 29: Marketten çıkarken kadının biri "bir sadaka verir misiniz?" dedi. Kadının yüzündeki mahcubiyet, çok mecbur kalmasa asla böyle bir şey istemeyecek izlenimi verdi bana. Durumunuzun el verdiği ölçüde sadakayı çoğaltın, paylaşımı artırın, garibanı gözetin; insanlar çok zor durumda.

Not 30: Amerika’nın bugüne kadar kazandığı tek bir savaş vardır, o da haklı olarak kazandığı 1776 bağımsızlık savaşıdır.
Başka ülkelere karşı yürüttüğü hiçbir savaşı kazanamamıştır fakat büyük yıkıma sebep olmuştur…
Dünya yeni bir yıkıma hazırlanmalıdır…

Not 31: Profesör Oytun Erbaş;
“Bir çocuk anası kadardır demiş"
"Anası ezik olanın, çocuğu da ezik olur" demiş.
Çok anlamlı ve çok düşündürücü değil mi?
Sanki biraz ve bazen olur gibi, ama sanki asla hiç olmaz, anaya haksızlık gibi değil mi?
Bir çocuk anasına benzer, bir çocuk anasının yetiştirdiği gibi, anası gibi olur dese.
Sıradan bir cümle olacak.
O zaman ne diyor, "bir çocuk anası kadardır" diyor
Yani aslında "anası kadar eder" demek istiyor
"Kadar" demek "eder" demektir.
"Kadar" demekle, işte o kadar "eder" demek istiyor.

Not 32: Bakın şimdi habere.
Adnan evli ve 35 yaşında üniversite öğrencisi Seray ile aşk yaşıyorlar, Adnan bir zaman sonra kızı terk ediyor, kız buna çok bozuluyor ve sen dur bak sana neler edeceğim diyor.
Seray ve bir de arkadaşı varmış Tülay, gidip Adnan'ı kaçırıyorlar, adam şikayetçi oluyor ve davaya sonunda bunlar 2 yıl hapis cezası alıyor.
Kızlar, sen şikayetçi mi oldun bak sana neler edeceğiz diyor, sonra gidip adamın evinin kapısına dayanıyor ve adamın günahsız karısı Özge'yi bıçaklıyorlar ve zavallı kadın maalesef ölüyor.
Film senaryosu ve dizi senaryosu olsa, bu kadar olmaz deriz değil mi.
Değil.
Aşk yalanın maskarası olmuş, katiller doğurmuş.
Gerçek olarak yaşanmış, gencecik suçsuz günahsız bir kadın, gencecik iki katil kadının elinden ölmüş.
Ben niye biliyorum bu meseleyi, bu acımasız konuyu, ne münasebetle.
Kendime dünyadan uzak bir yer bulalım demediğim için.
Daha neler var neler.
Ah, eskiden sadece omuzlarına aldığın çocuklarının yükü olurdu.
Şimdi hayatta ne varsa işte senin omuzlarında yük.
Evinin önüne geldiğinde kapıya bırakacağın yük yok artık.
Başını yastığa koyduğunda, hayallerinin yerine hayatın yükü kafanın içinde tsunami misali.

Not 33: “Ne kadar renkli birisin” dedi kız delikanlıya gülümseyerek. Mahcup bir haldeydi delikanlı, “Yüzüm kızardığı için mi böyle söylüyorsun?” diye mırıldanabildi sadece.

Not 34: Georges Perec, ‘Uyuyan Adam’ kitabında hayatın kargaşa-sından yorulanlar için bir ara bölge oluşturuyor: “Artık hiçbir şey istememek. Bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek. Avare dolaşmak, uyumak. Kalabalıkların, sokakların seni sürüklemesine seyirci kalmak. Su oluklarını, parmaklıkları, kıyılar boyunca akan suyu izlemek. Rıhtımlar boyunca gitmek, duvarların dibinden yürümek. Zaman kaybetmek. Tüm tasarılardan, sabırsızlıktan kurtulmak. Arzulamayan, gücenmeyen, isyan etmeyen biri olmak”

Not 35: Hayatın sayısız çok dokunaklı minicik hikayesi var. Richard Brautigan, ‘Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek’ isimli kitabında o minicik hikayelerden birini anlatıyor: “Çocuk, yağmur yağma olasılığı varsa bisikletini ön verandada tutardı ama eğer hava güzelse, kiraz ağacının sarkan uzun dallarının altına park ederdi. Çocuğun bir otomobil kazasında öldüğü gün, bisiklet kiraz ağacının altına park edilmişti. Aynı gece yağmur yağdı. Eğer hâlâ hayatta olsaydı bisikleti alıp ön verandaya koymuş olacaktı.”

Not 36: Cemal Süreya bir kere söylemiş, ben herhalde bin kere yazdım. Yine yazayım: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
Martıları, serçeleri, kırlangıçları, leylekleri, yerdeki tedirginliklerini, havadaki neşelerini, uzun uzun izlemeye imkân vermeyen hayat yanlıştır. Avuçlarımızda yağmur biriktirmeye vakit bırakmayan hayat yanlıştır. Dağları, denizleri, kırları, ırmakları, yeşilin bin bir tonundaki ağaçları uzağımızda tutan hayat yanlıştır. Bizi içimizden geçenleri işitemez hale getiren hayat yanlıştır.
“Alemdeki her şey yerli yerinde, kendi hikayesinin içinde akıyor aslında” dedi beyaz saçlı adam, “dışarıda kalan biziz!”

Not 37: Ali Şeriati, Anne Baba Biz Suçluyuz kitabında fakirliğin tanımını şöyle yapar;
"Her yerde olan fakirlik açlık ya da açıklık değildir. Fakirlik para ve altına sahip olamama da değildir. Fakirlik, sahafta satılmamış bir kitabın üzerindeki tozdur. Fakirlik, kağıt imha makinasında, gazete parçalayan bir bıçaktır. Fakirlik, arabanın camından dışarıya atılmış muz kabuğudur. Fakirlik yemeksiz geçirilen bir gece değildir, fakirlik “düşünmeden” geçirilen bir gecedir.

Not 38: "Çalışkanlık, bir kaçıştır;
kişinin kendi kendini unutma isteğidir."

—Nietzsche

Not 39: “Bütün zekamı, yeteneğimi, şöhretimi, eserlerimi akşam eve zamanında gelip gelmeyeceğimi merak eden bir kadın için feda edebilirim.”

George Bernard Shaw

Not 40: Çalışıyor olmamız, iyi durumda olduğumuz anlamına gelmez…

Not 41: "Midesine, cinsel organına ve uykuya düşkün olanlar üç kat köledir."

Diyojen | Kinik Felsefe Fragmanları

Not 42: Bakın Rus bir sosyolog Türk dizileri hakkında ne düşünüyor. Diyor ki: "Sürekli dedikodu, saldırganlık, acımasızlık ve aldatma konularını işleyen Türk dizileri dünyayı zehirliyor."
Türkiye her anlamda sosyal çürüme yaşıyor şimdi ve bunu dünyaya satmakla övünüyor.

Not 43: Sigmund Freud'a göre, genç bir insanın hayatını mahveden üç şey vardır: Duygusallık, farkındalık ve fazla düşünmek…

Not 44: Şimdi tüm dürüst insanlar çıldırmış durumda. Yalnızca, vasat ve yeteneksizler yaşamdan keyif alıyor.

Not 45: Hümanizm kanserdir. Bir insan, sırf insan olduğu için sevilmeye ve saygı duyulmaya layık değildir, sevgi ve saygı hak edilen şeylerdir. Cehaletin kaynağı olan halka yaranma çabası olan popülizm ise düpedüz ölümdür.

Friedrich W. Nietzsche | Böyle Buyurdu Zerdüşt

Not 46; Jim Carrey:

"Yalnızlık tehlikelidir. Çok bağımlılık yapar. Ne kadar huzurlu ve sakin olduğunu anladıktan sonra alışkanlık haline gelir. Sanki artık insanlarla uğraşmak istemezsiniz çünkü onlar enerjinizi tüketir."

Not 47: Çağımızın özeti: İnsanların psikolog gibi konuşup akıl hastası gibi davranmasıdır.

Not 48: Ölüme kadar her yenilgi psikolojiktir.

Not 49: "Aklı meşgul etmenin tedavi edici gücünü asla küçümsemeyin."

—Maeve Binchy

Not 50: "Çanta çalmak bir suç, servet çalmak bir cüret, taht çalmak ise yücelik göstergesidir. Suç büyüdükçe kabahat küçülür."

— Friedrich Schiller

Not 51: İki insan birbirini ancak, her biri kendi başına yaşayacak güçte olup da birlikte yaşamayı seçtikleri zaman sevebilirler.

Not 52: Yas, gidecek yeri olmayan sevgidir.

Not 53: “Hasta toplumlar hasta liderler üretir. Bu liderler cahil kitleden güç alırlar.”

—Erich Fromm

Not 54: "Yüksek bir makamda bulunan namuslu bir insan, görev süresi sona erdiği zaman zengin değil, saygın biri olmalıdır."

Georg Luck | Köpeklerin Bilgeliği

Not 55: Bir insan acıdan delirdiğinde diğerleri onun acısını değil, deliliğini görürler.

Not 56: Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Demek ki ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin!

Not 57: Kimse seni kurtarmaya gelmeyecek. Risk yoksa başarı da yok…

Not 58: "Biraz zaman geçsin her şeyi unutursun. Biraz zaman geçsin, her şey seni unutur."

—Marcus Aurelius

Not 59: En ihtişamlı ruhlar, yıkıla yıkıla inşa edilir.

Not 60: Cinsel arzunun doyurulması erkeği ilişkiden özgürleştirmeye kadını ise ilişkiye bağlamaya eğilimlidir. Bunun dışsal nedenleri açıktır. Erkek için, kendisini kadına çeken güdü, dürtünün doyurulması ile birlikte kaybolur.

Not 61: “Modern üniversiteler, işsizlik probleminin kamufle edildiği park alanlarıdır.”

— Umberto Eco

Not 62: "Bir yerden ayrılmaktan korkma, oraya bağlı olmaktan kork, alışkanlıklarından kork. Hep aynı kalmaktan kork..."

Guy Finley | Vazgeçebilmek

Not 63: “Emretmeden yönetebiliyorsanız lidersiniz demektir.”

— Lao Tzu

Not 64: “İnsan geleceği düşünmeye başladığı andan itibaren, yaşamakta olduğu cenneti terk edip anksiyete dünyasına adım atar; üzerine kaygının gri tonu çöker, hırs dürtüsü oluşur, mülkiyet başlar ve düşünceden yoksun, yabanın keyifli hayatiyeti kaybolur.”

—Prof. Engin Geçtan

Not 65: Acı çekmiş insanlar tehlikelidir, çünkü savaşmayı iyi bilirler

Not 66: "Her ne kadar yüksek ve ulvi görünürse görünsün, her türlü aşkın kaynağı cinsel güdüdür."

Arthur Schopenhauer | Aşkın Metafiziği

Not 67: Mutlu olmak için iki şeyi ortadan kaldırmanız gerekir; Kötü bir gelecek korkusu ve kötü bir geçmişin hatırası.

— Seneca

Not 68: “Fevkalade zaferlerim olmayabilir, fakat içinden sağ çıkmayı başardığım yenilgilerimle sizi şaşırtabilirim.”
— Anton Çehov

Not 69: Zengin ülkelerde tüm toplumu gözeten demokratik kurumlar bulunurken, fakir ülkelerde seçkin bir sınıfın gücüne güç katan otoriter ve sömürücü kurumlar vardır.

Daron Acemoğlu | Ulusların Düşüşü