Seçim maratonu tam gaz sürerken Ekrem İmamoğlu yalnız savaşçı olarak karşısında Cumhur İttifakı, İyi Parti ve diğer irili ufaklı partiler ile can hıraş mücadele ediyor.

İstanbul, hepimizin bildiği gibi, Türkiye’nin bütün renklerini barındıran ve Türkiye’nin hem iktisadi hem de kültürel olarak kalbi olan bir şehirdir. Sayın Cumhurbaşkanı bütün İstanbulluların sevdiği, hizmetleriyle andığı, mütevaziliği ve halktan yana duruşuyla benimsediği bir Belediye Başkanı’ydı. O İstanbullular için Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmadan önce Tayyip Başkan’dı. Sayın Cumhurbaşkanı İstanbullu hemşerilerinden bu sevgiyi ve desteği alarak önüne çıkan bütün siyasi engelleri devirip bugünlere kadar gelen siyasi yolculuğunu sürdürdü. Bu yüzden İstanbul’u almak artık onun için şahsi bir iddia meselesi haline gelmiştir. Pekiyi alabilecek mi? 

Açıklanan ve açıklanmayan birçok seçim anketi bulunmakta. Bu anketleri yapan kurum yetkililerinin ortak olduğu bazı noktalar var. Bunlardan ilki Zafer Partisi ve YRP’nin %5 bandında ayrı ayrı oy kitlelerine sahip olduğudur. İkinci ortak nokta İYİ Parti’nin hızla oy kaybettiğidir. Önce HDP, seçimde YSP ve şimdi DEM olarak tanımlanan siyasi hareketin oyları aynı kalmış görünmektedir. Bunlara dayanarak şahsi kanaatim şu şekilde oluştu:
YRP büyük oranda SP’nin oylarını (%1-1,5 arası) kendinde topladığı gibi %3,5 – 4 arasında bir seçmeni de AK Parti’den kendine çekmiştir. Zafer Partisi ise oylarını %3 arttırırken İYİ Parti seçmenini kendine çekmiştir. Artan hayat pahalılığı, çalışan emekçi kesimlerin içine girdiği zor durum ve yüksek enflasyon da AK Parti’nin oylarını tırtıklamaktadır. Ancak seçime AK Parti ve MHP ortak adayla girmektedir. Muhalefet cephesi ise dağılmıştır. Bu süreçte en çok zarar gören ve en fazla oy kaybeden parti bence İYİ Parti’dir. İYİ Parti başlı başına bir yazı konusudur ancak yayınlanan bütün anketlerde İYİ Parti adayının %1-2 arasında bir oya sahip olduğu görülmektedir. Benzeri şekilde milletvekili seçiminde %2-2,5 arası CHP seçmeni TİP’e oy vermiştir. Bence TİP’e gitmiş olan %2-2,5 arası oya sahip CHP seçmeni partisine geri dönecekken, İYİ Parti’ye oy vermiş %3-3,5’luk bir seçmen de CHP’ye geçecektir. Bu bağlamda genel seçimlerden bir projeksiyon yaparsak muhtemel seçim sonuçları şu şekilde olabilir: AK PARTİ + MHP = %37,35- 37,85, CHP =%33,5 -%34,5, DEM = 8-8,5, ZAFER = %5, YRP = %5, İYİ PARTİ = %2, TİP = %2.

Tabii bu analiz İBB Başkanlık Seçimi için çok anlamlı olamaz. Ancak 10 ay önceki partilerin seçmen tabanlarından bir tahmin yapmak imkânı sağlar. Burada AK Parti ve CHP oyları arasında %4’lük bir fark vardır ve diğer partilerden, özellikle DEM, YRP ve Zafer Partisi seçmeninden, ne kadarını kendilerine çekecekleri çok önemlidir. Burada liderlik ve lider karizması öne çıkmaktadır. Zaten Sayın Cumhurbaşkanı’nı düşündüren nokta da burasıdır. Yani Sayın İmamoğlu…

İmamoğlu’nun bir siyasetçi olarak en önemli özelliği halkın sevgisini kazanmış olmasıdır. İstanbul’un çarşısında, pazarında, kalabalıkların içinde sürekli dolaşmakta ve girdiği her sokakta vatandaşların sevgisi ile karşılaşmaktadır. Vatandaşlara üstten bir bakışla değil, onlardan birisi gibi yaklaşmakta iken, özellikle,kadınların sevgisi ve ilgisi cidden dikkate değer bir biçim almıştır. Bu durum bana iki kişiyi hatırlatıyor: İstanbullu hemşerilerimizin sevgisi ve ilgisi, halktan bir adam olma imajı, halktan insanların anlayacağı bir dille konuşması, bütün bu özellikleri ile 1994 yılında İBB Başkanı olan genç Recep Tayyip Erdoğan’ı hatırlatıyor. Öte yanda projeciliği, çalışkanlığı, inatla hedefine odaklanması, hazır cevap ve nüktedan olması ve teşkilatçılığı ile rahmeti Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’i çok andırıyor. Tabii ki, 2024 İstanbul’u ne 1970’lerin Türkiye’sine ne de 1994’ün İstanbul’una benzemektedir. İnsan profili, şehrin ölçeği, iktisadi ve sosyal ihtiyaçlar tamamen değişmiştir. İşte bu değişen şartlarda hem Erdoğan hem de Demirel’in özelliklerini kendisinde birleştirip bu şartlara uygun bir senteze dönüştüren bir lider profiliyle karşı karşıyayız. Onun için yapılan anketlerde Sayın İmamoğlu, yukarıdaki hesabımızın tersine AK Parti adayı Sayın Kurum’un %4-5 oranla önünde görünmektedir.

Normal bir zamanda olsa, yani yüksek enflasyon, hayat pahalılığı ve geçinme problemi olmasa, ülke nüfusunun beşte biri kadar (yaklaşık 13 milyon) sığınmacıyla dolmuş olmasa ve en önemlisi karşısında anadan doğma bir siyasetçi (Sayın İmamoğlu) olmasa AK Parti için İstanbul’da Sayın Murat Kurum ideal bir adaydı. En önemli özelliği bir zincirin parçası olarak çalışma, verilen görevler çerçevesinde mesai sarf etme olan Sayın Kurum teknokrat bir isimdir. Ancak şartlar İstanbul seçimi için karizmatik, siyasi aurası kuvvetli, hitabeti ve enerjisi ile halkı cezbeden bir politikacıya, yani bir lidere ihtiyaç vardır. Maalesef AK Parti içinde liderlik karizması olan, “Düşün peşime!”, deyince milleti peşinde sürükleyecek bir isim sadece Sayın Cumhurbaşkanı’dır. Diğer isimleri görev adamı olarak tanımlayabiliriz.

Eğer Sayın Cumhurbaşkanı olmasa, mevcut şartlarda Sayın Kurum’un Sayın İmamoğlu karşısında hiçbir şansı yoktur. İstanbullular Sayın İmamoğlu’nu evlerinin, mahallelerinin bir ferdi gibi sevmektedirler. Reise rağmen emeklilerin isyanı ve satın alma gücü düşen halkın ders verme ikazı sandığa yansırsa; Ekrem İmamoğlu şu bir kaç günde vahim bir hata yapmazsa seçimin favorisi görünmektedir.

Mamafih, tüm bunların yanı sıra seçimlerin 4 sene civarı bir daha gerçekleşmeyecek olması nedeniyle halkın son kez iktidara mesaj vermek ve İstanbul rantının, nimetlerinin dar azgın azınlığın, ve belli tarikat ve iş adamı gruplarının tekelinde olmasını istemeyen, Kanal İstanbul felaketinin farkında olan İstanbulluların varlığı gibi sebeplerinden ötürü daha önce iki kez seçtikleri Ekrem İmamoğlu’nu yine hissedilir oranda; % 5 civarı bir farkla seçecekler gibi görünmektedir. 

Ekrem İmamoğlu muhalefetin en popüler ismi ve yıldız sembolüdür. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olsa muhtemelen seçilecekti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bencilliği bu sonucu engelledi. Anlaşılan 2024 yerel seçiminde İmamoğlu açık farkla bir kez daha seçilip 2028 yılında Cumhurbaşkanı olarak uzun süre ülkeyi yönetecek; eğer ömrü yeterse. Ömrü uzun bahtı açık olsun demek düşer. Hoşça bakın zatınıza.

Hegemonik toplumsal rıza üretimi ve muhalefetin oyun çemberinin dışına çıkma zorunluluğu:

Kapitalizmin yapısal olarak büyük krizler üreten bir sistem olduğunu ileri süren Marx, bundan dolayı bu sistemin çökmeye mahkûm olduğunu iddia etmişti. Bu durum tarihsel bir kaçınılmazlıktı. Bir sosyalist vesayet döneminden sonra, ki bu proletarya diktatörlüğü olacaktı, devlet gereksiz kalacak, hukuk sadece nostaljik bir kavram olarak hatırlanacaktı. Çünkü bu iki kurum da işlevini yitirecekti. Ancak beklenen kehanet bir türlü gerçekleşmeyince teorideki eksiklikler diğer Marksist düşünürler tarafından tamamlanmaya çalışıldı.
İtalyan Komünist Partisi’nin kurucu üyelerinden ve bir dönem liderliğini de yapmış olan Antonio Gramsci “hegemonya” kavramıyla kapitalist sistemin nasıl rıza ürettiğini ortaya koyacaktı. 

Ortodoks Marksizm’in öngördüğü kaçınılmaz sosyalist devrim, yaratılan hegemonik ortam yüzünden gerçekleşmemişti. Gramsci’nin aslında cevabını aradığı soru, ekonominin buhrana girdiği bir ortamda sosyal bir sistemin nasıl hayatta kalabildiğiydi. Böyle bir durumda neden sosyal bir patlama olmuyordu?

Gramsci’nin iddiasına göre sınıf egemenliğinin karmaşık doğası sebebiyle sosyal düzen, tam da bir kriz nedeniyle ayakta kalabilmekteydi. Burjuvazi sadece üretim araçlarını kontrol ettiği için değil, aynı zamanda devlet ve sivil toplum üzerinde bir hegemonya kurduğu ve buradan kendisine ve iktidarına bir rıza üretebildiği için sistemi devam ettirebiliyordu. Burada, Marx’ın altyapı üstyapıyı belirler yaklaşımının tersine, iktidarın kültürel bir hegemonya yarattığı, bunun sonucunda da iktisadi bir buhranın görece önemsizleştiği anlatılmaktaydı.

Hegemonya terimi özelinde, sınıfsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimini ve toplumsal etkileşim biçimlerinin yanı sıra, siyasal iktidarın toplumu nasıl yönettiğini de gözlemlemek mümkündür. Yönetime ve siyasal egemenliğe ağırlığını koyan her sınıf, sivil toplum düzleminde tüm toplumu yönetmeye gücü olduğunu ortaya koymak zorundadır. Mutlak iktidar ancak bu iddianın uygulamaya konulmasıyla sağlanacaktır.

Hegemonik bir siyasal ve toplumsal atmosferde yönetici sınıfın çıkarı, evrensel çıkarlar olarak lanse edilmek zorundadır. Gramsci’ye göre hegemonya; eğitim, din, parti, sendika gibi rızanın kaynağını oluşturan bir takım kurumlara özerklik alanı tanıyan bağımsız sivil topluma dayanmaktadır. Kısacası hegemonya, rızanın toplumsal kurumlar aracılığıyla imal edilmesidir.

Totaliter rejimlerde tüm siyasi aygıtlarıyla hegemonya kurmayı başarmış bir iktidar, muhalefetin artık var olmadığı bir sistem arzular. Burada rejimin uç sol ya da sağ yelpazede yer almasının bir önemi yoktur. Nazi Almanya’sında da, Sovyetler Birliğinde de kurumsal bir muhalefetin olması mümkün değildir. Ancak kırılgan demokrasilerde hegemonya kurmayı başarmış iktidarlar, muhalefetin varlığının yokluğundan daha işlevsel olduğunu bilirler.

Zira belirli bir kutuplaşmaya sıkıştırılmış politik yarışta muhalefet, kendi küçük kazanımları dolayısıyla rıza mekanizmasının üretilmesine yardımcı olacaktır. Bu oyunda bir rolü olduğu ve siyaset pastasından kendi payına düşeni fazlasıyla aldığı için kendisinden beklenilen performansın dışına çıkmaz.     

Kurumsal yapıların erozyona uğradığı, siyasetin halktan uzaklaştığı, merkezi otoritenin her şeyi baskıladığı bir ortamda ekonomik kriz, bizatihi erozyona uğrayan kurumlar ve işlevsiz siyaset tarafından normalleştirilecektir. Çünkü geniş kitleler, iktidarın yarattığı puslu havanın gene onlar sayesinde dağılacağına çoktan ikna olmuştur. 

Kurumsal Muhalefetin yangına körükle gittiği düşünülünce ve kemiklerle karnını doyurup büyük ideallerden mahrum kalması da eklenince topluma deniz feneri olacak olanlar sadece kanaat önderleri, eli kalem tutanlar kalacak ve onların yeni sistemin ne olduğunu geniş kitlelere anlatması gerekecektir. Onların anlatması örgütsüz yapı içerisinde ne kadar etkin olur onu da zaman gösterecek.

Neticede kurumsal muhalefetin oyunun dışına çıkmaya zorlanması lazım. Aksi halde retorikle bir yere kadar.. Hiç bir teori ya da söylem eylemin, icraatin yerini tutamaz..

Ahiret ve on altı yıllık eğitim kısır döngüsü:

Âhiret inancının içeriğine baktığımızda, dünyâ hayâtında yaptıklarımızın karşılığını âhirette göreceğimize inanıyoruz. Kötülüklerimizin karşılığı olarak cezâ, iyiliklerimizin karşılığı olarak da ödül ve mükâfat göreceğiz. Kısaca, cehennem ya da cennete gideceğiz. Dolayısıyla âhirette cehenneme değil de cennete gitmek istiyorsak, dünyâ hayâtımızda iyi bir insan olmalıyız. Bunun, ahlâk felsefesinin önemli konularından biri olduğunu, inançsız insanların da “iyi insan” olabileceği yönündeki tartışmaların bu yazının konusu olmadığını belirtip devam ediyorum.

Peki, bizim eğitim sistemimiz, kendi içinde bir sonraki eğitim seviyesinde “iyi bir yerde” olmak için “iyi öğrenci olma” anlayışını ve davranışını ne kadar destekliyor? İlkokuldan sonra iyi bir ortaokula gitmek, ortaokuldan sonra iyi bir liseye gitmek, liseden sonra iyi bir üniversiteye gitmek gibi bir anlayışla çalışan eğitim sistemimiz, sonunda öğrencilere nasıl bir ödül ve mükâfat vaad ediyor? Daha önemlisi bu vaadi gerçekleştirebiliyor mu?

İyi bir üniversite için on iki yıl “iyi öğrenci” olanlar, on altı yıllık eğitim hayatlarının son dört yılında da “iyi öğrenci” olduktan sonra yâni üniversiteden sonraki âhir ömürlerinde, ne elde ediyorlar? Bu sorunun cevâbının, “iyi bir iş” ve “iyi bir hayat standardı” olması gerekiyor. Yâni dünyâda cenneti bulmak. Ama âdeta cennet ile cehennem arasında, arafta kalmışcasına, girilmesi gereken KPSS, KPDS ve daha birçok sınav ve bu sınavlara “iyi puan” almak gerekiyor. Üniversitedeki birçok öğrenci mezun olmadan, ders çalışmak yerine, KPSS sınavına hazırlık kitaplarını hatmediyorlar.

Çocuklarına “iyi bir hayat” sağlamak için onları “iyi okullara” gönderen veliler, on altı yılda harcayacakları parayı, bir yatırım aracında değerlendirseler, çocuklarına sağlayacakları hayat standardının daha iyi olma ihtimâli çok yüksek. Kısacası, eğitim sistemimizde attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor. Taşı atarken yorulduğumuzla kalıyoruz.

Âdeta Hindistan’daki kast sisteminde sefil bir hayat yaşayanları kandırmak için uydurulan reenkarnasyon inancındaki “bir sonraki hayâtında kralsız” vaadi gibi, hep bir sonraki aşamada iyi olmak için çalışılıp didinilen ama gelinen her aşamada hiçbir ödül ve mükâfat alınmayan bir eğitim sisteminden bahsediyorum.

Millî Eğitim Bakanlığımız yıllardır derslik sayısı, sınıf mevcudu, akıllı tahta, öğretmen atamaları, müfredâtın hafifletilmesi gibi konularla haklı olarak ve kaçınılmaz olduğu için ilgilenirken, sıra bir türlü yukarıdaki soruların cevabına gelemiyor.
Bir insanın hayâtının en verimli on altı yılını geçirdiği eğitim ve öğretim döneminde zihnen böyle bir kısır döngüye giren bir insanın, daha sonraki hayâtında âhiret inancına sâhip olması nasıl mümkün olabilir? Bir taraftan dünyâ hayâtının âhiret hayâtının tarlası olduğu söylemi ile kazandırılmaya çalışılan âhiret inancı ama diğer tarafta dünyâ tarlasında bir türlü ektiği biçemeyen bir insan profili ve bu profili ortaya çıkaran eğitim sistemimiz.

Son söz: Vefa kırk yıl sürse de, terketmeyen yaren gerek, yaramıza yarenlik eden sevgililer gerek..

Öğüt: Özellikle gençlerimize;
Başarmanın yolu :Disiplin-Planlama-Çok çalışmak 
Bunun için Üşenme-Erteleme!
Hepsi için:Keşfedilmiş ve keşfedilecek en büyük silah :Kendine inanmış insandır!

Tadımlık: Kamu kurumlarındaki atama ve terfilerde liyakatsızlık yıllardır tartışılır ve dağdaki çoban bile duydu.Benzer liyakatsızlık ahbap-çavuş terfileri-ücret zamları-işe almalar  özel sektörüde sarmış vaziyette.Kısaca topyekün çürüme yaşıyoruz.Ahh ah “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu”?

Aforizma: Parayla satın alınan şeyleri bilseniz ve bir tadına varsanız çok paranın tatminini anlardınız. Şüphesiz akıl sahipleri için para sahibi olmada hikmet vardır.

Not 1: Târih kitapları I. Umûmî Harp evvelinde Balkanlar’da gerçekleştirilen bir suikast ile başladığını yazar. Moskova’da yaşanmış olan terör hâdisesinin III. Umûmî Harp için benzer bir işlev taşıyor olması ihtimâli çok da yadırgatıcı değil. Bizim için esas mesele elbette ki Türkiye’nin buradan esenlikle çıkması. NATO’nun, başta Birleşik Krallık olmak üzere Türkiye’yi Bükreş 9’lusuna dâhil etmek arzusunu biliyoruz. Almanya’nın kurduğu Doğu Avrupa ve Balkanları içine alan Hava Savunma Sistemine girmemiz bunda başarılı olduklarını gösteriyor. Diğer taraftan Türkiye’nin bugüne kadar uzak durduğu Rusya’ya karşı yaptırımları desteklemesini sağlamaya mâtuf Batı baskısı son zamanlarda artmış görünüyor. Diğer taraftan AB Vizyonunu diriltmek, F16’larla gönlünü almak, Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan “bahar havası”, Irak operasyonuna yeşil ışık yakıyor görünmek, nihâi tahlilde Türkiye’yi yeniden fabrika ayarlarına çekmek için yapılıyor olmasın... Moskova terörünün kırdığı eşik bunları derin derin düşündürüyor…

Not 2: Nerede yaşadığına, ne düşündüğüne, neye inandığına dönüp bakmadan... Bu asgari insanlığı gösteremeyen, bu insafsızlıkla arasına mesafe koyamayan, bu soykırımı lanetleyemeyen, bu ölüm ticaretinden geri duramayan hiçbir yapı, şirket, kurum, oluşum ve birliği bizden yani müslümanlardan değildir..

“İsrail” devletiyle iş tutan, bu haram ve kirli parayı cüzdanına, kasasına sokan kim varsa, nedamet getirip, diyet ödeyip bu cürümün ortağı olmaktan bir an önce dönmedikleri sürece sonsuza kadar ‘biz’den değildir artık! Kim olduklarının, neye inandıklarının, kendilerine ne dediklerinin, nerelere ne kadar bağış yaptıklarının da zerre kadar önemi yok. Zulme rıza gösteren o zulmün ortağıdır. Sünnetullah bellidir, bu kara ticaretin hiçbirine hayrı olmayacak ve laneti nereye giderlerse onlarla birlikte gidecektir.

Not 3: Emekli severler , emekli kahveye gidip çay içemiyor demiş. Şimdi buradan soruyorum. 45-50 yaşında sağlıklı birinin emekli olup sabahtan akşama kahvede oturup çay içmesi başka hangi ülkede var? Örnek versin. Düpedüz gizli işsizlik..

Not 4: Japonya, G Kore vs fazla uzaklara gitmeye gerek yok. Yanıbaşımızdaki Ermenistan'da yıllık enflasyon -%1,7. TR bu enflasyonu yenmek zorunda. Bunun için talep kısılacak çünkü o talebe karşılık gelen bir üretim yok. Maaşlar, krediler artmayacak.