KÖKLERE YOLCULUK

Bir ülke düşünün. Milli kimliği ve belki de tüm kentlerinin gerçek benliği o efsanede saklı olsun. Bu Manas ve Bişkek. Manas, o kadar uzun bir destan olmasına karşın ezberinde olanların çok yüceden kabul gördükleri bir yer. Örneğin, ünlü Manas derleyicisi Sayakbay Karalaev (1894-1971) sadece 500 Som banknotunun ön yüzünde resminin bulunması ile hatırlanmıyor. Sesli Manasçı olarak bir bakıma ülkenin belleğini oluşturduğu da düşünülüyor. Destanı daha iyi anlamak için sürekli mücadele ile geçen devletin tarihi derinliklerine inmek gerekiyor. Bu bir bakıma bizim coğrafyamızın da köklerinin derinliklerine bir gezi anlamına geliyor.  

BASKIN RUS ETKİSİ

Kırgız toprakları MÖ 2 ve 1. yüzyıllarda Tanrı Dağlarının doğusu ile Tannu-ola arasındaki bölgede Kien-Kun adında bir devlet kurularak ilk teşkilatlanmayı sağlamış. Göktürk Devleti ile yaşanan uzun mücadeleler sonrasında bu kez Uygur hâkimiyetine karşı mücadele dönemi başlamış. Uygurların egemenliğine girmemek için Karluklarla birlikte hareket etmişler. 840 yılında Uygurları yenerek müstakil bir devlet haline gelirler. Sonra Çinlilerle yaşanan savaşlar ve uzun süreli Hokand Devleti hâkimiyetinden sonra 1867 yılında Türkistan vilayetine bağlanmış. 1876 yılında Hokand, tamamen Rus idaresine geçmiş. 1862 yılında zaten Bişkek artık bütünüyle Rus idaresi altına girmiştir. Çarlık döneminde Kırgız toplumu büyük baskı altında yaşarlar. Bu nedenle 1917 Ekim Devrimi, Kırgızistan’da bu istilanın biteceği ümidini doğurur. Ancak 1926 yılında kurulan Kırgızistan’daki Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti döneminde de kendi benliklerinden uzaklaştıran bir idarenin altında yaşamak zorunda kalırlar. Özellikle Stalin döneminde başta Cengiz Aytmatov’un babası Törenkul Aytmatov gibi Kırgız siyasiler büyük baskılara maruz kalırlar.  1991 yılında ise Sovyet Devletinin dağılması ile Kırgızistan yeniden bağımsızlığına kavuşur. Ancak Bişkek’te bariz olarak görüldüğü gibi burada Rusya’nın etkisi halen çok güçlü. Mimariden tutun, Moskova’da geziyorsunuz hissini veren müzelerine, müzede görevli yaşlı kadınlardan, büyük caddelere, Lenin, Karl Marks, Engels, Frunze heykellerine kadar ve tabi ki Kiril alfabesine değin her şey Rusya’nın etkisini göstermeye yetiyor. Bir taraftan Manas gibi kendi öz benliklerine sahip çıkarlarken, öte yandan Rus egemen anlayışının sürmesi arasında bocaladığını görmemek mümkün değil. Dini yapıların azlığı aynı zamanda Bolşevik mirası olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan Aytmatov yazını daha bir anlam ifade ediyor.

ATATÜRK, AYTMATOV VE TANRI DAĞLARI

Sisli ve oldukça soğuk bir Bişkek sabahında uçaktan iniyorum. Beni karşılayan rehberim Bekjan önce havaalanına da ismini veren Manas’ın öneminden bana bahsediyor. Sonra biraz uzak olan Manas Havaalanından şehre doğru geliyoruz. Şehrin girişinde yatay ancak bitişik nizamda küçük dairelerden oluşan, Sovyet tarzı mimari örneği apartmanların yoğunluğu dikkatimi çekiyor. Önce kısa bir dinlenme. Sonra ilk durağım karlar altında daha bir güzel görünen Atatürk Parkı oluyor. Parkın ismine 1995 yılında Atatürk ismi verilmiş. Ve oldukça güzel bir Atatürk Heykeli parkın girişine konulmuş. Park, oldukça büyük ve benim gittiğim zamandaki karlar altındaki görünümü oldukça etkileyiciydi.

Sonra Kırgızistan denilince ilk aklıma gelen yazar Cengiz Aytmatov’un evine gidiyoruz. Bişkek’e sadece 8 km mesafede bulunan müzeye girebilmeniz için randevu almanız gerekiyor. Zira müzenin bulunduğu alanda Başkanlık Sarayı da yer aldığından belirli bir güvenlik tedbiri alınması gerekiyor. Ve burada ilginç bir durum ile karşılaşıyoruz. O da kapıdaki askerlerin bize askeri tekmil ve selam vermeleri oluyor. Sonradan öğreniyorum ki çoğu kez askerler sivillerle karşılaştıklarında onlara mutlaka selam veriyorlar.

Müzede bizi görevli, sevgili Aygerim karşılıyor. Ablası iyi Türkçe bilen ne var ki kendisi sadece anlayan Aygerim oldukça bilgili. Verdiği bilgileri rehber bize tercüme ediyor.  1928 yılında Talas’ta doğar Aytmatov. Ev mobilyaları, Gorbaçov ve Demirel gibi devlet adamları ile Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Arthur Miller, kendisini bir bakıma dünyaya tanıtan Louis Aragon gibi önemli yazarlarla birlikte olduğu fotoğraflar yazarı daha iyi tanımamıza imkân veriyor. Küçük bir satış mağazasının da bulunduğu müzede aynı zamanda yazarın Türkçe olmak üzere onlarca dile çevrilen “Gün Olur Asra Bedel”, “Cemile”, “Toprak Ana”, “Beyaz Gemi” gibi kitaplarının farklı edisyonlarını görmek de mümkün. Bu arada çıkmadan Atıf Yılmaz’ın yönettiği, sinemamızın başyapıtlarından olan “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin afişi önünde fotoğraf çektirmeyi unutmuyoruz. Benim ziyaret ettiğim günlerden kısa bir süre önce filmin oyuncularından Türkan Şoray’ın da müzeyi ziyaret ettiğini öğreniyorum.

Böylelikle gelmeden önce ziyaret için sabırsızlandığım Cengiz Aytmatov Müze Evini gezdikten sonra rotamızı bu kez Atabeyit Anıt Kompleksine çeviriyoruz. Kırgız dilinde “Atalarımızın Mezarı” anlamına gelen yer, Kırgızlar için oldukça önemli ve kutsal kabul edilen bir ortam. Burası özellikle Stalin döneminde toplu olarak kıyıma uğratılan Kırgız aydınlarının ki başlarında Cengiz Aytmatov’un babası Törenkul Aytmatov da var, bulunan kemik kalıntıları daha sonra buraya defnediliyor. Gerçekten de karlar altında bulunan onlarca mezara baktığımızda içimizin burkulmaması ne mümkün. Burada bilhassa 7-8 Kasım günlerinde büyük anmalar düzenleniyor. Buranın bir diğer önemli yanı ise az önce evini ziyaret ettiğimiz Cengiz Aytmatov’un mezarının da burada yer almasında. 10 Haziran 2008 tarihinde Almanya’nın Nürnberg kentinde vefat eden büyük yazar Aytmatov’un mezarında bir de heykel bulunmakta. Buradan ayrılarak üçüncü rotamız olan Ala-Arça Milli Parkına giriş yapıyoruz. Burası 1976 yılında Türkler için kutsal kabul edilen Tanrı Dağlarının çevresinde, yüksek dağlık alanda kurulan milli bir parktır. Burada özellikle ardıç türündeki bitkiler ile bilgi panolarında da gördüğümüz çok farklı yaban hayvanlarına denk gelmeniz mümkün. Tanrı Dağlarını karşıdan görmek etkili olsa da yine de burasını ve biraz uzaklarda olan Issık Gölünü uygun bir mevsimde, özellikle de bahar aylarında gezmek en doğrusu olacak. Zira gittiğim gün o denli şiddetli kar yağışı ve soğuk hava vardı ki, kendimizi ister istemez hemen sıcak bir yere atma düşüncesi bir an bile aklımdan çıkmadı.

BİŞKEK’İN KALBİ: AAA-TOO MEYDANI

Bişkek’te bulunduğum ikinci gün, bu kez merkezi gezmek istiyorum. Otelimin yakın olması ve aslında Bişkek’in göbeği kabul edilmesi nedeniyle önce Bişkek Parlamento binasının da yer aldığı Alaa-Too Meydanına gidiyorum. Burada Milli Tarih Müzesinin tam önünde bulunan ihtişamlı Manas Heykelinin ardından arkasındaki müzeyi geziyorum. Müzenin tarihi 1925 yılına kadar uzanıyor. Müzede paleolitik dönemden günümüze kadar Kırgız tarihi ve coğrafyasıyla ile ilgili ne bilmek istiyorsanız ona ilişkin her şeyi görmeniz mümkün. Yöresel kıyafetlerden, Manas destan okuyucularının ses kaydına, balballardan, sahne sanatları örneklerine, Kırgızistan’ın şehir projelerine kadar her örnek karşımıza çıkıyor. Müze binası üç katlı. Diğer Sovyet sonrası şehirlerde olduğu gibi uygun fiyata çalışan yaşlı kadın müze görevlilerini bu ülkede de görüyoruz. Daha sonra buradan ayrılıp hemen yanında bulunan Bolşevik Devriminin en önemli isimlerinden Mihail Frunze Müzesine gidiyoruz. Özellikle devrim karşıtı Vrangel isyanı ile Basmacı saldırılarını bastırması ile tanınan komutan, ilk eğitimini Bişkek’te alır. 1921 yılında bir grup Rus delegasyonu ile birlikte Ankara’ya gelerek Milli Mücadele lideri Mustafa Kemal Paşa ile görüşür. Bolşeviklerle Milli Mücadele arasında iyi ilişkilere katkısından dolayı bugün Taksim Cumhuriyet Anıtında Voroşilov ile birlikte heykelde görünenlerden birisi de Frunze’dir. Sovyet döneminde Bişkek’in ismi Frunze olarak değiştirilir. Bugün halen bazı kayıtlarda Frunze ismine rastlayabilirsiniz. Müzede, Frunze’nin ailesinden başlayarak çocukluk ve eğitim dönemlerine ilişkin bilgiler veriliyor. Buradaki bilgi panosundaki yazıların sadece Kiril alfabesinden ibaret olmayıp İngilizcesinin de verilmesi çok iyi olmuş. Müze içerisinde az önce bahsettiğim Ankara dönemine ilişkin de bazı fotoğraflar var. Frunze çok genç yaşta 1925 yılında vefat eder. Daha sonra taşındığı Kremlin Duvarı mezarlığına ilişkin fotoğraflar ile devasa bir heykeli de görüp müzenin ilk kısmını bitiriyorum. Ancak benim için en ilginç müze deneyimi alt kata inince Frunze’nin doğduğu evi görmem oldu. Babası Vasily Frunze tarafından yaptırılan tek katlı müstakil ev; mutfak, salon ve yatak odasından oluşuyor. Burada özellikle Frunze’nin çok sevdiği ahşap at oyuncak ve beşiği binaya daha bir özlemli hava katıyor. Bir not olarak eklemeliyim bu ev aslında bulunduğu yere 1960’lı yıllarda getirilmiş. Orijinal haliyle buraya taşınması çok ilginç.

HEYKELLERLE DOLU PARKLAR

 Tarih Müzesinin hemen arkasında devasa bir Lenin Heykeli ile karşılaşıyoruz. Kırgızistan, diğer Türki Cumhuriyetlerinin tersine Bolşevik mirasını ret etmiyor yani bunla barışıklar. Bu heykel ile birlikte yine yürüme mesafesinde bu kez Marks ve Engels’in bir arada olduğu heykeli görüyorum. Heykellerle dolu parklarda bir yandan Türkistan coğrafyasının önemli isimlerinin heykellerini, balballarını, örneğin Kaba Ululu Kozhombul, Cengiz Aytmatov, ünlü kadın lider Kurmanzhan Datka gibi ulusal figürlere ilişkin heykeller karşımıza çıkarken, öte yandan Bolşevik liderlerin heykellerini, müzelerini görmek ilginç bir deneyim oluyor.

Bişkek Güzel Sanatlar Müzesi’nde ise resim ve heykel sanatlarının önemli çalışmalarını görüyoruz. Kırgız resim sanatında özellikle doğanın bir şekilde yüceltildiğini ve bu nedenle çokça resme konu edildiğini fark etmemek mümkün değil. Maleina, Chuykov, Manuilova gibi Kırgız ve Rus sanatçıların çokça eseri olduğu gibi halı ve kilim örneklerini de buradan görerek ayrılıyoruz. Bişkek’te cami sayısının azlığından bahsettim. Ancak hiç yok değil. Orta Asya coğrafyasının en büyük camilerinden İmam Serahsi Camii Ankara Kocatepe Camiinin bir benzeri olarak 2012 yılında inşa edilmiş. Camiye girişte “bu cami Türk milletinden Kırgızistan halkına hediye olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yaptırılmıştır” şeklinde bir bilgi panosu da yer almakta.  Ertesi gün dünya miras listesinde yer alan önemli bir tarihi yapıyı görmeye gidiyoruz.

İLK TÜRK-İSLAM DEVLETİ KARAHANLI DİYARINDA

Yaklaşık bir saat uzaklıkta, Tokmak şehri yakınlarındaki ilk Türk-İslam devleti olan Karahanlıların (840-1212) başkenti olan Balasagun’daki kule olan Burana Kulesi’ne varıyoruz. Gerçekten anlatmaya dilsel tüm yeteneklerinizin yetmeyeceği çok güzel bir yapıdan bahsediyorum. 9. yüzyılda inşa edildiği sırada yüksekliği 45 metre olan kule, daha sonra yaşanan deprem nedeni ile yüksekliğini yarı oranda yitirse de, Kutadgu Bilig eserinin yazarı olan Yusuf Has Hacib’in (1017 Balasgun- 1077-Kaşgar) de burada yaşadığını bildiğimizden etki gücü devam ediyor. Burana’nın cami minaresi ve gözetleme kulesi gibi zamanla değişen işlevleri olmuş. Türklerin İslam ile tanıştığı topraklar ve ilk İslami eserler de buralarda. Ve hemen yanında ise yine klasik Balballar bizi karşılıyor. Üşenmeyip kulenin o dar merdivenlerinden en tepesine bakıp karşımıza Tanrı Dağlarının heybetini de alıp karlar altındaki şehre bakıyorum. Yanında ise müze var. Yusuf Has Hacip’in heykeli ve eserlerini de içeren küçük bir müze. Ve bu müzede sadece kulenin restorasyonuna başlanan fotoğrafları değil aynı zamanda döneminde nasıl bir ihtişamlı şehrin unsuru olduğunu gösteren gravürlere içimiz burkularak bakıyoruz. Ve bizi iki sevimli köpek takip ediyor. Sanki uğurlar gibi arabaya kadar bize eşlik ediyorlar. Aklıma büyük sevgi insanı Hacib’in sözü takılıyor evrensel bir tını olarak: “Her işte bir tatlılık ve güzellik aramalı, insanlarla iyi geçinmeli.” Ve artık tekrar Bişkek’e dönüyoruz. Önce Oş Pazarına gidiyorum. Oş Pazarında etten, diğer tüm yiyecek ve içeceklere, aradığınız her şeyi bulmanız mümkün. Ancak her saat kalabalık olduğunu da aklımızdan çıkartmayalım. Ardından tıpkı Saraybosna’da, Paris’te de karşıma çıkan sönmeyen ateşin olduğu Zafer Meydanına gidiyorum. Düğün eğlencelerinin de ilk kez burada başlanıp uğur getirdiğine inanılan meydanda savaşta yararlılık gösteren askerleri betimleyen bir de heykel var.

ETLİ YEMEKLER VE KIMIZ

Gelelim yeme içmeye. Kırgızistan hiç tereddütsüz doğal koşullarının da etkisiyle en lezzetli etleri yediğim ülke oldu. O kadar güzel et ağırlıklı yemekleri var ki. En başta da beşparmak. Erişte ve kuzu eti ile yapılan beşparmak elle yenildiğinden dolayı bu ismi almış olsa gerek. Bunun yanı sıra “Kuurdak” isimli bizim türlüye benzeyen yemeği de beğendim. “Kırgız mantısı” ve bir çeşit omlet olan “brizol” da yine denenmesi gereken lezzetlerden. Ayrıca başta “vinegret” olmak üzere birçok güzel salata çeşidi de yemeklerin yanında güzel tatlar bırakıyor. Yemeklerin yanında en çok çayın içecek olarak tüketilmesi dikkatimi çekti. Hâlbuki biz daha çok çayı yemekten sonra tüketiyoruz. Hangisi daha sağlıklı bunu sağlıkçılara bırakalım. Ben “Mubarak” isimli restoranda yemekleri denedim. Oldukça kaliteli ve fiyatı uygun bir yerdi. Bunun ya sıra “Frunze” ve “Buhara Assorti” isimli yerlerde de yemek yenilebilir. Tabi Kırgızistan’a gitmişken kımız içmeden dönmek olmaz. Kısrak sütünün fermente edilmesi ile elde edilen bu orijinal içeceğin tarifi zor bir tadı var. Ama kesinlikle ne kadar sağlıklı olduğu belirtilse de, damağımın çok zor alışacağı tatlardan.

Kalpak dedikleri şapkaları, çekik gözlü özellikle çocuklarının çok tatlı olduğu halkıyla, kupuz adlı çalgıları ve Manas Destanı, Cengiz Aytmatov gibi değerleriyle asla unutamayacağım bir ülke Kırgızistan. Özellikle uygun bir mevsimde gidildiği takdirde oldukça keyif alınacak yerlerden. Ayrıca burada kadar gelmişken yakınlarda bulunan Almatı’ya da rahatlıkla gidilebilir. Köklere dönüşü sonuna kadar yaşatan bu ülkeleri ihmal etmeyelim.