Tuvalet insanın en mahrem alanlarından biri; yalnız icra ettiğiniz faaliyet alanı. Kimi zaman bazılarımız bağırsak faaliyetlerinin son eylemini gerçekleştirip hemen çıksak bile bazılarımız o süreyi uzatma yoluna gitmektedir. Fakat ortalama şekilde ele aldığımızda günde bir insan mesai saati diliminde (8 saat olarak düşünürsek) ortalama olarak 1 kez büyük tuvalete, su tüketimine ve sıcaklığa bağlı olarak 2-3 küçük abdeste çıkar. Yani mesai saatleri içinde 3 kez tuvalete çıkmak ortalamadır.

İşçi sınıfına iş yerlerinde kalan son “kendine ait oda”lardan biri de tuvaletlerdir. Belirli anların ve alanların kontrolü üzerinden düşündüğümüzde, işçinin aklen ve bedenen hem ihtiyacını giderdiği hem kendisiyle kalıp rahatladığı tuvaletler, ilk bakışta üretim organizasyonunun ve zaman çizelgesinin dışında kalan otonom alanlar gibi görülebilir. Ne var ki, sermayenin iş yerinde ölü zamanı ortadan kaldırma stratejilerinin ilk mekansal müdahaleleri yine tuvaletlerden başlamaktadır. 

Üretim tekniği ve teknolojik altyapı ne kadar ilerlerse ilerlesin, işçilerin tuvalet ihtiyaçlarına doğrudan müdahale eden bir aracın mümkün olmayışı, zamansal hileler ve zorlamalarla telafi edilmektedir.
Tuvalet ihtiyaçları ve molaları üzerinde sermayenin kendisinde gördüğü tasarruf “hakkı” birkaç biçimde somutlaşmaktadır. Bunları üç başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, doğrudan mekansal düzenlemeler yoluyla işçilerin konfor alanlarını bozarak onları tuvaletlerden uzak tutmak. İkincisi, doğrudan zamansal düzenlemelerle, kronometre veya sayaç gibi araçlarla tuvalet sürelerini sınırlandırmak. Üçüncüsü, sermayenin işçileri insanlıklarından çıkarma (dehümanizasyon) sürecinin bir aşaması olarak, tuvalet ihtiyaçlarını yasaklamak. Her üç şekilde de işçilerin üzerindeki bedensel denetim ve kontrolün azgınlık seviyesi ortaya çıkmaktadır.

Birinci düzenleme şekli tuvaletlerin tasarımını ve ergonomisini değiştirmek suretiyle gerçekleştirilmektedir. İngiltere Staffordshire’da bulunan Standard Toilet şirketinin ofislerde ve kamusal alanlarda kullanılmak üzere tasarladığı, standart klozetlere göre 13 derece eğilimli klozet modeli buna örnek gösterilebilir.

İngiltere’de çalışanların mola sürelerini uzatmasının 4 milyon sterlinlik ekonomik kayba yol açtığı verisinden hareket eden şirket, işçilerin tuvalette geçirdikleri zamanın verimliliği azaltması nedeniyle böyle bir tasarım gerçekleştirdiğini duyurdu.

Mekansal müdahalelerden bir diğeri de işçilerin suya erişimlerini güçleştirmek, çok fazla sıvı tüketmelerini önlemek, tuvalete daha az gitmelerini sağlamak. Bazı fabrika ve işletmelerde su sebilleri üretim bandına veya tezgaha uzak yerlere yerleştirilerek işçinin üretim alanının dışına çıkması engellenmeye çalışılıyor.

İkinci düzenleme şekli, işçileri zaman baskısı altına almak. Dünyada ve Türkiye’de en yaygın müdahale biçimi, tuvalet sürelerinin takip edilmesi. Pek çok fabrika ve işletmede zaman sayaçları aracılığıyla işçilerin tuvalette geçirdiği süreler kontrol ediliyor, üretimin veya hizmetin aksamaması için ihtiyaç molaları sınırlandırılıyor. Emek yoğun üretimin gerçekleştiği işletmelerde ve firmalarda yaygınlaşan zamansal müdahaleler, başta kadın işçiler olmak üzere işçi sağlığına zarar verici boyutlara ulaşıyor.

Sermayenin tuvaletler üzerindeki denetim araçları çeşitli cezalandırma biçimleriyle tamamlanıyor. Mesai süreleri içerisindeki tuvalet molaları hesaplanarak ücret kesintileri gerçekleştiriliyor, işçinin üretim veya hizmet başında harcamadığı zaman cezalandırılıyor.

Teknoloji yoğun ve beyaz yakalı sektörlerde de benzer müdahalelere rastlanıyor. Emek verimliliğini artırmak amacıyla işçinin masa başından kalkmasını önlemeye yönelik yaptırımlardan birisi, tuvalet sürelerini kısıtlamak. Fransa menşeli olan ve Trendyol, Getir, Akbank, Yapıkredi, Garanti Bankası, Vodafone, Hepsiburada gibi şirketlere hizmet veren Webhelp çağrı merkezinde çalışan işçiler, yemek molalarının 15-20 dakikayla sınırlı olduğunu, tuvalet için bile izin almak zorunda kaldıkları iddia ediliyor.

Tuvalet molaları ve buna bağlı düzenlemelerin temel gerekçesi, ölü zamanı yok etmektir. Bir sermayedar için, işçinin üretim süreciyle ilgili olmayan bireysel veya toplu tüm davranışları ve faaliyetleri, kendisinden “çalınmış” zamandır. Sungur Savran’ın belirttiği üzere ölü zamanın birincil kaynağı, “hattın dengelenmesi” olarak bilinen sorundur; fabrikanın bütünlüğü, kolektif işçinin bütün unsurları birbirlerinin temposuna bağımlıdır. Bir iş istasyonunda bitirilen parça, bir sonraki iş istasyonunun üretim faaliyetinin girdisidir. İkisi arasında uyumlu bir tempo ve ritim yaratılamazsa ya üretim sürecinde aksamalar olacak ya da istasyonların bazılarında kullanılmayan emek fazlası ortaya çıkacaktır.

Tuvalet yasağı, tuvalette geçirilen sürenin hesaplanması gibi uygulamalar konuyu kamuoyunda tartışılır kılsa da benzer uygulamalar birkaç istisna dışında iş yerlerinin büyük bölümünde vardır. Yani tuvalet kısıtlaması veya yasağı sistem meselesidir. Sermaye sınıfının egemenliğine dayanan kapitalist sistemde işçiler, makinenin, bandın bir parçası olarak görülür. Bu nedenle işverenler yönetim hakkını sürekli genişletmek isterler.

Patronların “yönetim hakkının” sınırları kendilerine bırakıldığında, iş yerinde işçinin kişilik haklarından söz etmek imkansız hale gelmektedir. Kişilik hakkı, insan hakları; iş yerleri, işçi-işveren ilişkileri söz konusu olduğunda bir anda unutulmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, iş yeri sınırları içerisinde veya iş yeri, patron söz konusu olduğunda sözü edilemeyen haklar olarak görülmesi yaygın bir anlayıştır. İşçinin sözü veya eylemi, hemen “doğruluk ve bağlılıkla aykırı davranış” olarak yaftalanır ve tazminatsız olarak işten atılma vesilesi yapılır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil tüm yerel ve uluslararası mahkemeler, düşünce ve ifade özgürlüğünü iş yerleri için “kısıtlı” bir hak olarak görmektedir. Örneğin işçiler, işverenlerinin kârına kâr katarken kendilerinin sefalete mahkum edildiğini alenen söyleyemez, yazamaz.
Tuvalete sayaç koyan, tuvalette geçen sürenin saat ücretini hesaplayan patronlar bu iklimin ürünüdür ve istisna değildir. Sayaç koymayanlar da hangi işçinin tuvalette ne kadar zaman geçirdiğini başka şekillerde ölçmekte ve kendince sınırı aşan işçiye yaptırım uygulamaktadır.

İş yerlerindeki tuvalet yasağı nedeniyle hak arayışları Yargıtay kararlarına da konu olmuştur. Ancak Yargıtay meseleyi çok geri bir noktadan ele almaktadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bir kararında, tuvalet yasağı nedeniyle iş akdini fesheden işçinin haklı olduğuna, kıdem tazminatına hak kazanacağına karar verilmiştir. Ancak gerekçesi hiç de doğru olmamıştır. Çünkü Yargıtay meseleyi esaslı değişiklik çerçevesinde ele almıştır. Yargıtaya göre işçi çalışmaya başladığında yasak olmayan ve kilitlenmeyen tuvaletlerin sonradan yasaklanması çalışma koşullarında esaslı değişiklik anlamına gelmektedir. Yargıtay, esaslı değişiklik için onayı alınmadığından davacı işçiyi haklı bulmuştur. Yani Yargıtaya göre, iş yerinde, mola saatlerinde dışında tuvalete gitmek en baştan yasak olsa işçiler haklı olmayacaktı.

Ancak Yargıtay ve iş mahkemelerinin mevcut yasaları dahi doğru yorumlamadığı açıktır.  Çünkü işverenin yönetim hakkı sınırsız bir hak değildir. İşçinin kişilik hakları, örgütlenme hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü işverenin yönetim hakkını sınırlayacak şekilde ele alınmalıdır.

Tuvalete gitmeleri bile çok görülen işçi kardeşlerimi Refik Durbaş’ın şiiriyle selamlıyor ve hakların ancak örgütlü güç işe birliktelikle mücadeleyle alınanını hatırlatıyorum:

“Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?”

Hoşça bakın zatınıza..

Son söz: Beni yordun kendin de yorgun gittin..

İroni: Yardımcılık sayısı tüm kurumlarda ve belediyelerde (küçük belediye bile 6 tane başkan yardımcılığı var) azaltılmalı, hiç yardımcısı olmayan muhtarlarlıklara ve kaymakamlıklara birer yardımcı atanmalıdır.

Tadımlık: Bir tabut düşün; içinde ben, içimde sen... 
Cahit Zarifoğlu

Hatırlatma: Son dönemde kredi derecelendirme kuruluşlarının notumuzu artırmasının en önemli nedeni, ödemeler dengesi krizi olasılığının önemli ölçüde azalmasıdır.

Not 1: İşte yürüyüşün eskidi, adımların tanıdık
 içinden nar geçen bir cümleyi çoğaltıyoruz
gök hakkında bir karar tutturamayışın yüzünden
 yıldızlar da bilmiyor isimlerini artık
senin deven kervanı yavaşlatıyor
 sözlerim bir kamçı olsun karanlığa 
eritsin buzlarını, dağıtsın saçlarını, çevirsin anahtarlarını
  birlikte dağı tırmanalım
 yol olsun altımızdaki 
inan bana, 
inan hep öyle olsun istedim (Aksak/Alper Gencer)

Not 2: Nerede bir ölçüsüzlük, görgüsüzlük varsa orada basma kalıp inançların keskinliği vardır, Haliyle ortada bir bereket olmadığı gibi hakikat de yoktur. Bu sebepledir ki dumanının düşmanına duyduğu muhabbet kendi olamamanın bir sonucudur. Kendi olamayanların dünyası ise karanlıktır. 

Not 3: “Delilik gençliğin dostu, akıllılık ise yaşlılığın süsüdür” derler. Bu sözler içerisinde doğru bir söz olarak yanı başımızda asılı durur. Gençliğin delişmenliğini, cesaretini ortaya koyduğu gibi yaşlılığın akıl ile, hikmet ile hareket eden o bilgeliğini ifade eder. Onun için her yaşın iş tutuşu işin hakkını verişi ayrı tutulmuştur. Onun için ilkindeki hatalar, savrulmalar az çok mazur görülebildiği gibi ikincisinde ise delişmenlik kınanmıştır çoğunlukla. Hattı zatında gençliğin akıl ve kemalat ile hareket etmesi ise takdir görmüştür.

Not 4: Türkiye'nin daha ulusal bir İMAR planı bile yok.

Belediyeden izni koparıp, istediğini dikiyorsun.

Halbuki, inşaat nereye yapılır; kaç şeritli yolun olduğu bölgeye, kaç kat sınırı gelir belli olması lazım.

En önemlisi de yoldur. Kat sınırını yol belirler aslında.

Not 5: TARIM ARAZİLERİNE; ev değil de, AĞAÇ dikilirse; SEL olmaz.

Konu bu kadar basittir aslında.

Bir kanun değişikliğine bakar.

Düz araziler daima tarıma uygundur. Zemin kaya değilse, tarım arazisidir. Bitti gitti.

Not 6: Tamamen BETONA teslim bölgelerde SEL olur.

Ama, mesela, Bahçelievler'de olmaz. Çünkü, bölgede halde toprağın açık olduğu yerler çok.

Düz alanlarda toprak açık olursa, suyu emer. Her yere beton dökersen, su nereye gidecek?

TOPRAKSIZ ŞEHİRLERİN sonucudur bu.

Not 7: ...Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım...

Nurullah Genç

Not 8: Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Abdurrahim Karakoç

Not 9: "Yıkılmak binaya mahsus bir şey değil ki, Züleyha. Bir insanın, bir cümleyle yıkıldığını gördüm ben." 
Cahit Zarifoğlu

Not 10: Herakleitos bir fikrin halkın anlaya­cağı gibi ifade edilmesi tavrına tahammül edemiyordu. Çünkü anlatış düzeyinin bilerek alçak tutulma­sı ancak anlatılan şeyin alçaltılmasıyla, eksiltilmesiyle, anlatma biçiminin çarpıtılmasıyla, yani hakkının yenilmesiyle mümkün olabilirdi.

Not 11: Ne kadar maharetli olursak olalım, anlamak istemeyene bir şey anlatma imkânımız yoktur. Geriye sadece yorgunluk ve pişmanlık kalır.

Not 12: Cenneti çok özlemişiz. Cennet, çelişkilerin, çatışmaların olmadığı yer… Cennetin en önemli özelliklerinden biri de kötü ve kötülüğün dışarıda tutulmasıdır. Cennet kötü’süz ve kötülüksüzdür. Cennet harmoninin en yüksek olduğu yerdir. İnsanların mekânla ve birbirleriyle harmoni içinde yaşadıkları yer. Öteki’nin öteki özelliklerinin olmadığı hal. Cennetvari çözümleri olan ve vaatte bulunan filmleri romanları seviyoruz…Ve cenneti andıran çağrıştıran anlatılar dikkat çekiyor. 

İnci Taneleri de bir yapay cennet sunuyor.Tarihte ve günümüzde gerilim ve çelişki alanları var: zengin/yoksul, kadın/erkek, köylü/taşralı/kentli, cahil/eğitimli, Türk/Kürt, Müslüman/gayrimüslim, Asil unsur/ Sığınmacılar gibi. Bu gruplar arasındaki gerilim tarih boyunca düşmanca kutuplaşmalardan ötürü toplumda paranoyak, kuşkucu eğilimleri yoğunlaştırdı. Bu durum aynı zamanda harmoniye özlemi de çoğaltıyor. YE bu dizide bu harmoniyi sunuyor. Bu gruplar arasındaki çatışma efsunlu sözlerle önleniyor.

Not 13: Hiçbir sanatçıdan muhalif olmasını bekleyemeyiz. Ama sanat iktidar olamaz. Olduğunda da sanat olamaz çünkü. Kendisiyle, toplumla, iktidarla derdi bitenler yaratıcılıkta zorlanırlar. Yani sanatçı derdi olan insandır. İsmet Özel’in şiirleriyle değil de sansasyonel saçmaladıklarıyla gündem olması bundan. Yavuz Bingöl’ü bitiren şey yalnızca dönekliği değil. (Dönekliği hakaret olarak değil de bir belirleme olarak kullanıyorum. Çıkar amaçlı insanın taraf değiştirmesi. Bazen bu çıkar parasal olmayabiliyor, narsistik çıkar içinde insanlar dönebiliyorlar.) Artık iktidar olması yani kendisiyle ve topluma savaşının bitmiş olması.

Not 14: Modern aşk anlayışımızda “normal” her kuşağın kendi kuşağındakine âşık olması, beğenmesi. Yani 20 yaşındaki bir insanın 18-23 yaş aralığına bakması. Halbuki birincil aşk, ilk aşk anne aşkıdır. Çocuk kendisinden çok yaşlı kadına/anneye aşıktır. Kız çocuklar daha sonra aşk objesini değiştirir, babaya da âşık olurlar. Yani bir kadının aşk diye bildiği aşk çoğu kez üçüncü aşkıdır. Aşk her ne kadar “en” (en güzel, en akıllı, en tatlı, en duygulu) yüksek duygu gibi ifade edilse de en’den de önce en’ler vardır. Belki de aşktaki güvensizlik en’in asla en olamamasındadır.Ve aşkta insanlar bu en’i sahi en yapmak çabasındadırlar. Ama zaman burada tersine işler. Çünkü zamanla insanlar hayatlarındaki en’leri relative eder, gerçeklikle karşılaşırlar.

Not 15: Eğlenmek hafiflik sayılıyor… Biraz hafif olmayı başarmak gerekli belki de…

Not 16: Kovboy filmlerinde stilize edilen bir kahraman vardır. Sorunların çatışmalara dönüştüğü bir kasabaya yabancı biri gelir. O kasabadaki yatay ve dikey iktidar ilişkilerinde gücü elinde tutanlar her zaman olduğu gibi düzenlerinin bozulabileceği tedirginliğinden ötürü yabancıyı sevmez, dışlarlar. Bu yabancı başkalarının önüne çıkan her sorunu çözer. Kader bu ya… Bu kahraman yabancının geçmişini öğrenmeyiz. Geçmişi olmayan hayatı sanki bu kasabaya gelince başlayan yalnız adam. Arada bir de geçiş sahnelerinde başkasına dair sorunlar çözmekte çok becerikli olan bu adamın geçmişindeki travmalardan parçalar anlatılır. Aslında bu kahraman çeşitli nedenlerle kendi sorununu çözememiş ve bu çözemediği sorun bir travmaya dönüşmüştür. Ustalığını da aslında travmayla baş edebilme çabasında edinmiştir.
Çoğu kez de böyle değil midir? Kahramanlar, kurucular aslında ağır travmalar yaşamış insanların kendi travmalarıyla baş edebilme yöntemleri ve bu sürede olgunlaşmalarla yeni düzenler kurmazlar mı? Musa, İsa, Muhammed… Hayatlarına baktığımızda çeşitli travmalara rastlamaz mıyız? Mustafa Kemal de böyle bir değil midir? Travmayla beş edebilmek ve yeni travmalardan kaçınmaların getirdiği dönüşümler…
Sanıyorum Pasolini’nin bir filmiydi. Öğrencilik yıllarımda izlemiştim. Aileye bir yabancı dahil oluyor. Sıkıcı, mutsuz sıradan zengin bir aile… Yabancı olmanın, yabancıdaki “öteki” ve öteki’ne projekte edilen arzular ve bunun yarattığı egzotizm. Ailenin her ferdi bu yabancıya yakınlık gösteriyordu… Sıradan, sıkıntılı, sıkıcı, geleceksiz, umutsuz bir hayata gelen yabancı değil mi çekici olan!

Not 17: Yüreğimde bir sancı keskin bir akasya kokusundan
Avuçlarımda bir yanma
Büyüyen bir ürpertiyim sanki, kayıp gidiyorum üstünde sabahın
Oldu olacak
Eğilip bir taş alıyorum yerden, fırlatıyorum denize
Ufacık bir gülüş geçiyor suyun üzerinden
Bir çocuğun gülüşü gibi
Aşkların, nice aşkların ayrılık günü gibi
Bir sokağın ucunda kaybolup solan
Daha çok solan, aşkların solgunluğu suyun üzerinde
Korularda yoğun bir erguvan sisi.
Edip Cansever

Not 18: Ben doğduğum günkü kadarım
Sense bir ölüm sonrası güzelliğinde
Basaraktan geçeceğiz yeniden
Yeniden yeniden yeniden
Daha öfkeli
Yenikken bıraktığımız ayak izlerimize.

Edip Cansever

Not 19: Restoran fiyatları coştu da, sebep restoranlar değil.

5 ayda TAVUK %200 zamlanmış.

Asgari Ücret 550$.

Kiralar Dolar bazında roket.

Bu ortamda uzun vadede restoran sayısı azalır. Sürdürülebilir bir durum değil bu.

Not 20: İki can bir olunca benlik aradan çıkarmış. Gönül sevgiliyi bulmuşsa kuru dal bile çiçek açarmış.

Not 21: Varlığı gölgelerden ve kokulardan izlemek hünerli avcıların işiydi, sizin hüneriniz ise bulmakta değil kaybolmaktaydı. Kaybolmakta usta olmanız bulunmayı ne kadar da keskin bir arzuyla istediğinizin deliliydi sadece. Kendini arayanların bazen en uzaklara gitmesi bundan olmalı. Kendi ruhunun uçurumlarından aşağı düşmekte olan kişi, bunu bir şölene çevirmişse eğer, hangi faninin eli ona uzanabilir? Istırabıyla sarhoş olmuş kişiyi, hangi el o esriklikten çekip çıkarabilir?

Not 22: Anadolu’dan bir örnek vermek istiyorum. Daha önce iki dönem belediye başkanlığı yapan bir aday adayı ön ödemeleri yapıp, kendisi gibi İmam-Hatip kökenli olan Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz ile görüşünce ümitlendi. Gelen raporlar da şanslı olduğunu gösteriyordu. Fakat alt kademelerden gelen rüşvet talebi onu frenledi. O da başka bir partiden aday oldu ve kazandı. 
Ondan önceki başkanın seçilemeyeceği anlaşılmıştı, Ak Parti genel merkez yöneticileri de bunu biliyordu. Ancak bu başkan parayı bastırınca yeniden aday oldu ve kaybetti. Yaklaşık 8 – 10 milyon rüşvet vermiş, bir o kadar da seçim kampanyası için harcamıştı. Küçük ilçelerde bu konular herkesin bildiği birer sır olarak dilden dile dolaşıyor. 
Bir başka konu da adı “yüzde 10”cuya çıkan belediye başkan adayları… O beldede ne iş yapılırsa yapılsın başkana yüzde 10 verilmesi adeta bir gelenek haline gelmiş. Belediye ile iş yapan herkes bunu biliyor. Bu başkanlar savaşta ganimetten pay alan Osmanlı paşaları gibiler. Avrupalıların alışkanlık haline getirdiği yöneticiye yüzde 20 pay olayını zaten kaçırmıyorlar. 

Not 23: Üç seçimi birden geride bıraktık. Bu seçimlerden alınan derslerle Ak Parti eski reformcu kimliğine geri dönmeli. Başta fonksiyonunu yitiren yüzde 50+1, muhtarlık ve seçim sistemi gibi birçok konuda kendisini ve sistemi yenilemelidir. Önce reform ve değişimle parti bir ahlak abidesine dönüştürülmelidir… Türkiye’nin kurtuluşu buradadır.