Sivri Dil

Sivri Dil

Çanlar orta sınıf için çalıyor...

"Sayıları ne çok olursa olsun, bu güçsüz ve korkak varlıkların ayakta duramayacağı; tam da bu özelliği yüzünden ortalarda dolaşan kurtlar karşısında bir kuzu sürüsü rolünden öteye geçemeyeceği açıktır. Kimin yaşam yoğunluğu böyle zayıf bir nitelik taşırsa, dünyanın hiçbir ilacı artık onu ayakta tutamaz."

Nereden bu sözler? Herman Hesse'nin Bozkırkurdu'ndan...

Orta sınıf için sarfediyor bu sözleri ve ekliyor: “İlahi olana sevdasını verip karşılığında vicdan rahatlığını alır; özgürlüğü verip konforu alır, yakıcı ateşi bırakır tatlı sıcaklığı alır. Bu yüzdendir ki, orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır; korkaktır; kendisini kaybedeceğinden o kadar korkar ki, başkaları tarafından kolayca yönetilmeyi tercih eder."

Yazının Devamı

Kurunun yanında yanan yaşların hak edilmiş çilesi...

Kurunun yanında yaş da yanar. Yaş da hak etmiştir aslında çorbada direkt tuzu olmasa da.

Niçin hak etmiştir peki? Her şey göz önünde olurken konforundan taviz vermeyip bana ne dediği için, kendi başına gelene kadar hiçbir kötülüğe karşı gelmediği için; kötü şeylerin hep başkalarının başına geleceğini zannettiği için. Yasak elmadan ya bir ufak da olsa bir ısırık almıştır ya da alma ihtimali olduğu için umursamaz olduğu için. Pireye kızıp yorgan yaktığı için, toplu hareket edemediği, ekip ruhu olmadığı için, sendikaları küçümsediği, bencil bireyci olduğu için toplu helak deryasında boğulmak kaderidir ve aynı zamanda helalidir.

Reel olan her şeye günah bulaşıyor. İnsanların duru güzellikleri açılan sandıklarda kayboluyor. Sıralanan her şey, biraz daha saf olanı tüketiyor. Sıra sıra sıralanarak bir kötülüğün ardına her şeyi normalleştirerek, bayağılaştırarak kayboluyorlar. Vicdan sahibi akıl sahibi diğerkam insan bilincine sahip olanlar bu kötü gidişata dur demediler bugüne kadar. Şimdi kötülük enselerinden yakalayınca feryadı figan ediyorlar. Her şey biz yaşarken oldu maalesef.

Yazının Devamı

Anlar

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,

İkincisinde, daha çok hata yapardım.

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Yazının Devamı

Portakal bahçelerindeki gülüşün hiç solmamış sanki...

Yine geçiyorum eski sevdaların kıyısından... Mazi dört köşe içimde en güzel haliyle, Portakal bahçelerindeki gülüşlerin hiç solmamış sanki; Ya gözlerin, düşündükçe bin kurşun yiyor yüreğim..

Uzaklardan Truva prensi Parisin günahkar ve utangaç sözleri yankılanıyor Feleğe sırt çevirmiş kulaklarımıza Gül solarken de güzeldir, diyor Getiriyor aklımıza, Helenin yıldızları baştan çıkaran güzelliğini.. Bir de hüznünü Ömrünün sonunda mutsuzluk adası Rodos’a sığınmış bahtsız güzelin İçimden hüzünlenmek bile gelmeyecek kadar yorgunken..

Yaşayan çağdaş şairlerimizden Mustafa Akgül’ün bize gönderdiği son şiirine yer açtık bu hafta köşemizde. Kalemine yüreğine sağlık.

Yazının Devamı

Adın geçiyordu izlediğim bir filmde...

Adın üç kere geçti netfliksde öylesine açıp izlediğim saçma sapan bir filmde yalnız olsam çok ağlardım ama kızım bakıyordu otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime kızım dedim, hadi çay koy da içelim... Varsa bir de biskrem koy tabağa Ağzımın tatlansın biraz Açlığımız yatışsın..

Son söz: Parasızlık tüm kötülüklerin anasıdır. Aşırı para da tüm şerefsizliklerin, bencilliklerin, sapkınlıkların ve ahlaksızlıkların babası.

Tadımlık: ‘Görülmemenin, fark edilmemenin, hep geride kalmanın acısıyla yaşadım’ diyor. Ona ‘bu yarış sana göre değil’ diyorum, ‘sadece yarışanlar mağlup olur. Bu yarıştan çekil’.

Yazının Devamı

Baş ol da istersen soğan başı ol!

Bu topraklarda iktidara verilen sınırsız önemi anlatan çok sararmış bir öğüttür bu. Askerde onbaşı atanan, kendini Napolyon sanır. İş ortamında “müdür” olmak neredeyse tapılacak bir mevkiye kavuşmaktır; o “müdürlük” ne kadar külüstür olursa olsun.

Hele “koca devlet içinde bir yerlere gelmek”, öyle kolay anlatılacak bir coşku değildir. Bir de kentlerin, devasa kurumların, “yüce” bakanlıkların, hükümetin başına yükseldiysen... Artık orada söz biter; bizim gibi sıradan ölümlülerin pek anlayamayacağı “tanrısal” bir ruh hali oluşur.

Bizim memlekette en çok iktidara, güce tapılır. Kim baştaysa ve en güçlüyse o sevilir ve sayılır; en sık o affedilir ve en çok ondan korkulur. En çok ona yağ çekilir.

Yazının Devamı

Aziz şehitlerimize ve onların sıvası dökülmüş evlerde ısıtıcısı olmayan çadırlarda yaşayan ailelerine vefa...

İşte isimleri:

Piyade Sözleşmeli Er Müslüm Özdemir, Piyade Sözleşmeli Er Emrullah Gülmez, Piyade Üsteğmen Gökhan Delen, Piyade Uzman Çavuş Serkan Sayin, Piyade Sözleşmeli Er Kemal Batur, Piyade Uzman Çavuş Hakan Gün, Piyade Uzman Çavuş Ahmet Köroğlu, İstihkâm Sözleşmeli Er Murat Atar, İstihkâm Sözleşmeli Er Muhammed Tunahan Evcin.

Şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit, şehit…

Yazının Devamı

Aman ne olursa olsun, kim gelirse gelsin...

İçinde yaşadığımız absürd süreç aklıma farklı şeyler getiriyor. Adalet, liyakat, eğitim ve refahın bitirilmesi, istenerek alınan büyük göç, üstüne yaratılmak istenen çatışma ortamı...

Sanki birileri halka, “aman ne olursa olsun, kim gelirse gelsin” dedirtme gayretinde. 12 Eylül öncesi sol-sağ çatışması vardı, şimdi sol kalmadı, başka şekillerde çatışma zorlanıyor. 85 milyonluk ülkenin bu hale düşürülmesini ve kötüye gidişte ısrarı acaba böyle mi yorumlamak lâzım? Yerine ne konacak da, ona rıza üretiliyor, ayrı konu.

Bir nevi öğrenilmiş çaresizliğe sürükleniyoruz. Öğrenilmiş çaresizlik, bireyin sürekli olarak olumsuz sonuçlarla karşılaşması durumunda, gelecekteki olumlu sonuçlara ulaşma yeteneğine olan inancını yitirmesi olarak tanımlanır. Bu psikolojik kavram, bireyin kendini bir durumu kontrol edemez, değiştiremez veya etkileyemez olarak algılaması sonucunda ortaya çıkar. Öğrenilmiş çaresizlik, anksiyete, depresyon ve motivasyon kaybı gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Yazının Devamı

Tutkunun bedeli ve enflasyon lobisi...

Tutkunun bedeli çok büyüktür. Sıradan tavuklara ve horozlara imrenirsiniz. Bizim neslimiz bir kızın bile elinden tutmadı gençliğimizde. Halkın içinde olmazsanız ruhunuz hastalanır. Sıradan insanların içinde olmak boyunuzun ölçüsünü almak zorundasınız.

Mağarada aydınlanma olmaz. Aydınlanacaksak toplum içinde olacağız. İnsan toplumsallığın dışında yeteneklerini kazanamaz. Steril ortamlarda büyümenin bedeli ağır olur.

Tutkusu olmayan insan insan mıdır diye sormak gerekir.. Hangi büyük iş coşkunluk olmadan gerçekleştirilebilir! Mesele tutkuyu halk içinde içselleştirip beceriye dönüştürebilmek, o dengeyi bulmak. Sıradan halkın vasatlığında sıra dışı olmak tüm mesele.

Yazının Devamı

Pornografik çağ ve utanma duygusu...

Pornografinin gerçekle veya hakikatle hiçbir bağı yoktur. Hakikat keşfedilmesi gereken sezilmesi gereken bir şeydir. Erotizmde estetik vardır çünkü üzerinde az da olsa örtü vardır yaşananların. Yaşam erotiktir, erotik olmalıdır grafik değildir. Yaşam tümüyle açıkta değildir, keşfedilmesi gerekir. Gönül çıplak değildir. Gönül her şeyi paylaşmaz.

Pornografide gösterilecek bir şey kalmamıştır, saklamaya değer bir şey yoktur, her şey göz önündedir ve estetikten mahrumdur. Dijital çağ sürekli görme ve görülme açlığını zirveye çıkarmıştır. Herkes her şeyi gösteriyor. İçinde bulunduğumuz çağ grafik çağdır. Saklanacak bir şey bırakılmamıştır.

Hakikatsiz tezahür duyarsızlaştırır. Hiçbir şey sizi heyecanlandırmaz. Göz alıştıkça şaşkınlık kalmaz. Savaş bile ruhunuzu hırpalamaz. Gazze’de ölen çocuklar umurunda olmaz insanlığın. Her şey grafik sunuma dönüştüğünde eninde sonunda skandalize olur. Kabe’den verilen fotoğraflar eninde sonunda rahatsız düzeye gelebilir gelecekte. Sadece güzel sahneler aktarılmayacaktır bir noktadan sonra. İyi olan şeyler izlenmez.

Yazının Devamı

Teknoloji elitleri...

“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.” George Santayana Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına yayıldığı ve artık dijital okuryazarlıktan dijital istismara dek farklı konuların gündeme yerleştiği bir dönemde, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’ın İktidar ve Teknoloji (Power and Progress) kitabı Cem Duran’ın çevirisiyle ve Doğan Kitap etiketiyle kısa süre önce yayımlandı. Teknolojinin 1.000 yılını mercek altına alan kitap, aslında bizi dijital gelişmelerin günümüzde yarattığı o masal dünyasından uzaklaştırıp kar soğuğu gibi sert bir gerçeklikle yüzleştirmeye çalışıyor: Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için neler yapmalı? Teknolojik ilerleme, toplumlarda eşitliği artırabilir, ancak doğru politikalar uygulanırsa… Yani, teknolojiye dair doğru tercihlerde bulunursanız yeni iş fırsatları yaratırsınız, gelirleri artırırsınız, eğitimden sağlığa dek farklı alanlarda iyileştirmeler başlatırsınız ve toplumların yaşam standartlarını yükseltirsiniz. Ama bunun için de örneğin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı toplulukları teknolojik gelişime ve ekonomik ilerlemeye dahil eden politikalar uygulamanız, teknoloji şirketlerinin davranışlarını denetlemeniz, işgücü piyasasını düzenlemeniz gerekiyor. Değirmenlerden Günümüze Bu konuda Orta Çağ’da yaygınlaşmaya başlayan değirmenlerden örnek veriyor Acemoğlu ve Johnson. Bu değirmenlerle birlikte tarım ürünlerinin işlenmesi, un üretimi gibi önemli iyileşmeler yaşandıysa da, köylülerin yaşam koşullarında çok büyük iyileşmeler olmadı. Zira değirmenler halen arazi sahiplerinin ve kiliselerin kontrolündeydi. Yani kazançları sadece dar bir elit çevre elde ediyor ve değirmenleri kimin kullanabileceğini belirleyerek rekabeti ortadan kaldırıyordu. Bir yandan da bu çevreler elde ettikleri gücü sergilemek için devasa katedraller ve kiliseler inşa ederek teknolojik ilerlemeden sağlanan ekonomik gücün neredeyse beşte birini bu inşa süreçlerine ayırıyorlardı. Ayrıca yeni tarım teknolojileriyle birlikte yeni makineler kullanılıyor, üretkenlik artıyor, ancak feodal lordlar daha fazla işçi istihdam etmek yerine mevcut köylüleri daha fazla sömürüyor, çalışma saatlerini uzatıyor, reel gelirlerini düşürüyordu. Benzer şekilde, çırçır makineleri icat edildiğinde ABD, dünyanın en büyük pamuk ihracatçısına dönüştü, ancak bir yandan da Güney Amerika’da kölelik sistemi daha da yaygınlaştı. Yani bir açıdan bu işçilere dendi ki: “Tüm bu teknolojik iyileştirmelerden sizin büyük büyük büyük torunlarınız faydalanacak, ama sizler biraz zor zamanlardan geçip açlıkla ve sömürüyle sınanacaksınız, daha uzun süreler daha zor koşullarda çalışacaksınız.” Tarım teknolojilerinin iyileşmesine rağmen emekçilerin yoksulluğunun artmasının sebebi ise, gerek aristokrasinin şiddet araçlarını kontrol etmesi, gerekse ruhban sınıfının bu kesim üzerinde ikna gücünü kullanması ve var olan hiyerarşinin meşruluğuna karşı itiraz etmelerini sağlamasıydı. Yani dini ve seküler elit bir araya gelerek yeni teknolojilerin sadece küçük bir zümrenin yaşam standartlarını artırmasını sağlamıştı. Acemoğlu ve Johnson, Orta Çağ Avrupası’nda köylüler sefil halde yaşarken elitlerin konforlu bir hayat sürmelerini, yani bu dengesiz sosyal güç dağılımını, teknolojinin sosyal sınıflar arasında taraf tutan doğasıyla ilişkilendiriyor ve “teknolojinin kullanılma biçimi, gücü elinde tutanların vizyon ve çıkarlarına göre şekillenir” diyorlar. Bilgisayar Devriminden Günümüze Dolayısıyla dijital teknoloji, gücü elinde bulunduran küçük bir zümrenin kontrolü altında, bu yüzden de teknoloji her zaman toplumun yararını gözetmiyor. Örneğin, bilgisayar devrimi sonucunda 1970’lerin ortalarından sonraki ekonomik büyüme işçilerin reel ücretlerine yansımadı; oysa işçilerin ortalama üretkenliği artmaya devam etti. Yani, ABD’de 1950’ler ve 1960’lardaki refah paylaşımı modeli sönümlendi, teknolojik gelişim emek-karşıtı bir yöne savrulurken iş yerleri yeniden yapılandırıldı, “yönetim danışmanlığı” gibi bir iş alanı ortaya çıktı ve basit, rutin, vasıf gerektirmeyen işler azaldı. Bunu öncelikle “çaycılık” gibi bir iş kolunun ortadan kalkarak yerini herkesin kendi çayını kendisinin aldığı bir modele geçilmesiyle gördük. Ama iş burada da kalmadı. Üniversite eğitimi olmayan işçiler, artık iyi ücretli işlere ulaşamaz hale geldi; düşük ve orta vasıflı ofis işlerinde ücretlerde düşüş yaşandı. 1980’lerde başlayan otomasyon eğilimi sonucu insan emeği “gereksizleşti”. Hep verilen bir örnek vardır: 1984 yılında doğan Amerikalı çocukların sadece yarısı ebeveynlerinden daha fazla para kazanırken, bu oran 1940 yılında doğanlarda yüzde 90 idi. Ayrıca birçok orta vasıf gerektiren mavi yakalı işin de ortadan kalkması, eşitsizliği artırdı. Yani bu iddiaya göre, küreselleşme ve otomasyon birbirini eşitsizlik lehine besledi. İşgücü maliyetleri düştükçe işçiler devreden çıktı. “Amerikan Rüyası”nın gerçeğe dönüşmesi peyderpey zorlaştı, gelir dağılımı dünyanın her yerinde en zengin kesim lehine dengesizleşti; işçi haklarını savunan güçlü sendikalar olmaması da işçilerin teknoloji karşısında söz haklarını yitirmelerine yol açtı. Kısaca, ABD’de teknolojinin yönünü büyük şirketler belirler oldu ve bu şirketler de insanların kusurlarına bağımlılıklarını azaltacak yazılımları tercih etti. Tesla da Aşırı Otomasyondan Vazgeçti Ancak son dönemde Elon Musk’ın elektrikli otomobil şirketi Tesla fabrikasında da fark ettiği bir durum ortaya çıktı ve başlangıçta tüm imalatı otomatikleştirme niyetine rağmen maliyetler artıp gecikmeler başlayınca kendisine “Aşırı otomasyon hataydı. Benim hatamdı. İnsanların önemini fazla küçümsedik” dedirten bir noktaya gelindi. Çünkü otomasyonun da bir limiti vardı ve insanların yaptığı birçok ince işi yapamıyorlardı. Öte yandan, örneğin kitapta da atıfta bulunulan Silikon Vadisi girişimcisi Paul Graham’ın buram buram elitizm kokan şu sözü oldukça sembolik: “Ekonomik eşitsizliği artırma konusunda uzman oldum. Geçtiğimiz on yılda bunu yapmak için çok sıkı çalıştım. Gelir eşitsizliğini engellemek için insanların zengin olmasını engellemeniz gerekir. İnsanların zengin olmasını engellemek için de yeni şirketler kurmalarını engellemeniz gerekir.” Yani, Acemoğlu ve Johnson’ın ifadeleriyle, “Çalışanların çoğunu ütopya değil distopya bekliyordu: İşlerini ve geçim kapılarını kaybettiler”. Ancak, aynı dijital devrim sürecinden geçen diğer Batılı ülkeler, daha farklı tercihler yaptı: Dengeleyici bir karşıt güç olarak sendikaları devre dışı bırakmadılar, işçi temsilcilerinin rolüne önem verdiler, ellerindeki eğitilmiş mavi yakalıların marjinal verimliliğini artıracak teknolojik ve organizasyonel düzenlemeler yaparak otomasyonun eşitsizlik üzerindeki etkisini azalttılar, gelişmiş makineler kullanırken bir yandan da işçileri eğittiler, esneklik ve inisiyatif alma gibi beceriler kazandırdılar. Bu noktada ilginç bir örnek de var kitapta: “Endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da endüstriyel otomasyon daha hızlı olduğu halde şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler ve onları teknik, denetleyici veya beyaz yakalı mesleklere kaydırabilmek için çaba sarf ettiler.” Bir diğer deyişle, dijital programları iyi eğitimli işçilerin kullanmasını sağlayarak, örneğin fabrikalarda tasarım ve denetime katkı sunmalarının önü açıldı. Benzer şekilde Japonya’da da hem otomasyon yaygınlaştı hem de çalışanlar için komplike ve iyi maaşlı yeni iş alanları yaratıldı. Teknolojik Devrim ve Pembe Gözlükler Doğru; teknolojik ilerlemeler sayesinde yaşamlarımız çok daha “zengin”, çok daha “konforlu”, çok daha fazla “çoktan seçmeli”. Doğru; teknoloji sayesinde ortalama insan ömrü uzadı, mesafeler kısaldı, yaşam standartlarımız iyileşti; bilgisayar devrimi yaşandı. Ama teknoloji konusunu toz pembe görmeksizin, iktidar ile teknoloji arasındaki geçişkenliğin yeniden ele alınması şart, çünkü ancak bu şekilde teknolojinin bir gözetim aracı olmaktan çıkıp demokratikleşmeye fayda sağlaması mümkün olur. Teknolojiyle birlikte üretkenlik artışının doğurduğu refahın toplumda genele yayılması için, yeni teknolojilerin işçilerin marjinal üretkenliğini artırması ve kazanımların da şirket ile çalışanlar arasında paylaşılması gerekiyor. Yani, bir otomasyona giderek işçi maliyetlerini azaltabilirsiniz, işçilerin topluca işten çıkarılmasına da yol açabilirsiniz, üretim sürecinde yeni görevler yaratarak işçileri daha verimli de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla teknoloji refah paylaşımını da sağlayabilir, eşitsizliği de artırabilir. Burada belirleyici olan, teknolojiyi, bilimi, inovasyonları nasıl bir vizyonla kullanacağımız. Bir diğer deyişle, nereye varmak istiyoruz? Bu hedefi izlerken hangi yollardan geçeceğiz? Önümüzde ne tür alternatifler var? Eylemlerimizin artı ve eksilerini nasıl hesaplayacağız? Arap Baharı’nda Facebook ve Twitter üzerinden koordine olan protestocuların bu dijital araçlar sayesinde özgürleşme hareketlerini başlamasından yana mı olacağız, yoksa belirli bir zümreyi güçlendirmek adına sosyal medyayı yanıltıcı bilgilerin aşırılık yanlıları tarafından pompalandığı alanlar haline mi getireceğiz? Yurttaşlarının internette neler görebileceklerini ve kimlerle iletişime geçeceklerini sınırlamak için başlatılan Çin Güvenlik Seddi’nden mi yana olacağız, yoksa daha cesur bir yeni dünya mı kurgulayacağız? Bunun için Acemoğlu ve Johnson tarihsel perspektiften ve 1.000 yıllık insani gelişim sürecinden çok çarpıcı örnekler veriyor ve şunu diyorlar: “Geçmişteki geniş tabanlı refah, otomatik veya garanti edilmiş teknolojik ilerlemenin sonucu değildi… Bugün dünya genelindeki çoğu insan, atalarımızdan daha iyi durumda çünkü daha önceki endüstri toplumlarında vatandaşlar ve işçiler, teknoloji ve iş koşullarıyla ilgili elit yönetim tarafından belirlenen seçeneklere karşı çıktılar, teknik gelişmelerden kaynaklanan kazançları daha adil bir şekilde paylaşma yollarını zorladılar.” “Batmak İçin Çok Büyük” Acemoğlu ve Johnson’ın vardığı bir başka nokta ise, teknolojik gelişimi ilerlemeyle eş tutanlar, aslında bu söylemi topluma dayatma gücü olanlar. Yani toplumu bu yönde ikna edebilen kişiler, örneğin Wall Street bankacılık krizinde bazı bankaların “batmak için çok büyük olduğu” söylemine de herkesi inandıran kesimlerin ta kendisi. Kitapta ayrıca yapay zekâ ve otomasyonun mutlaka iş kaybı ve eşitsizliğe yol açacağı iddiası da tartışmaya açılıyor ve insan-makine işbirliğinin faydalı yönlerine dikkat çekiliyor. “Makine yararlılığı” (machine usefulness) kavramı üzerinden, kâh yapay zekâ kâh makineler ve algoritmalar sayesinde insanların yeteneklerinin geliştirildiği, yeni istihdam alanlarının yaratıldığı, üretkenliğin arttığı ileri sürülüyor. Bu açıdan, örneğin bir mimarın bilgisayar destekli tasarım programına erişimiyle üretkenliği artıyor veya elinin altındaki makinenin tasarımını geliştirdiklerinde insan becerileri yükseliyor. Elbette, yapay zekâ konusunda büyük teknoloji şirketlerinin yaptığı mevcut harcamaların önemli bir kısmının maliyet düşürme odaklı olduğu ve kişileri gözetlemeye yöneldiği de kabul ediliyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde yapay zekâ ile birlikte yüksek vasıflı işçi talebinin artacağı ve bu ülkelerin bu açıdan dezavantajlı olacağı ileri sürülüyor. Dolayısıyla yazarlar saf bir teknoloji iyimserliğine de kapılmıyor. Sonuç itibarıyla bu 560 sayfalık kitabın manifestosu bize temel olarak şunu söylüyor: İlerleme iyidir, ama paylaşılan bir refaha hizmet ederse toplumun geneli açısından iyilik doğurur. Teknolojinin gidişatı kontrol altına alınabilir. Teknolojiye dair tüm büyük kararlar, kendi iktidarları ve prestijlerini sağlamlaştırmak isteyen bir avuç teknoloji liderinin eline bırakılmadığında, işçi örgütleri güçlendirildiğinde, teknoloji kararları karşısında emekçi “sesini duyurabildiğinde”, daha işçi dostu teknolojiler için piyasa teşvikleri getirildiğinde, çalışanlar için yeni işler yaratan teknolojiler geliştirildiğinde, teknoloji devrimi mevcut becerileri ve refahı artıran ve demokratikleştiren bir araca da dönüşebilir. Yani insanlık, öncülük ettiği teknoloji devriminde yeniden sürücü koltuğuna oturup denetimi eline almalı, teknoloji devlerinin topluma dayattığı “gelecek” ve “ilerleme” biçimi sorgulanmalı ve “anlatı”nın toplum yararına değişmesiyle birlikte ilerlemeden herkes faydalanır hale gelmeli. Yoksa tarih tekerrürden ibaret kalacak. 
Tüm bunlar biraz da Alman filozof Hegel’in 1807 yılında yayımladığı Tinin Fenomenolojisi kitabındaki o meşhur “Efendi-Köle diyalektiği”ni anımsatıyor. Bu eşitsiz güç ilişkisine göre; tamamen özgür olan Efendi, başkalarının emeğine hükmedip o emeğin meyvelerinden faydalanır. Hayatta kalmaya çalışan Köle ise, özgürlüğünden vazgeçerek Efendi’ye her daim itaat eder ve emekçiliğin getirdiği tüm zorluklara katlanır. Her biri varoluş nedenini ötekinin varoluşuna bağlar. Ama bir süre sonra Köle birçok beceri kazanır ve bu yabancılaşma haliyle başa çıkmak için başkalarıyla işbirliğine gider ve yaptığı işte mükemmeliyete varır. İşte o anda Efendi’nin aslında Köle’ye bağımlı olduğu anlaşılır, çünkü Köle’nin sahip olduğu becerilere Efendi sahip değildir. Bu bir diyalektiktir, ancak günümüzde insan-makine ilişkisi açısından ne şekle bürüneceğini öngörmek için erken. Ama tarihin akışını da bu diyalektiğin yeni dijital çağda ve yapay zekâ devriminde ne yöne evrileceği belirleyecek. Son olarak şunu söylemem gidilen noktayı ve teknolojinin nasıl servet ve gelir eşitsizliğine yol açtığını özetler:Elon Musk, 2023 yılında servetini 108,4 milyar dolar artırarak 254,9 milyar dolara yükseltti. Tehlike büyük. Devletleri idare edenler sermayedarlara halkın efendi olduğunu hatırlatmalı ve servet vergisini ivedi uygulamaya koymalıdırlar.

Güncele dair: Olağanüstü kötü yönetilen bir sürecin sorumluları bulunur, cezası verilir ve dersler alınır.

Açıkçası aklıma gelen ilk şey, "100. yılda, Ankara'da oynanması gereken bir kupanın Riyad'ta ne işi var?" sorusuydu. Gömlek baştan yanlış iliklenmişti.

Yazının Devamı

Bebeğim, Fas tatilin nasıl gidiyor?

"Bebeğim, FAS tatilin nasıl gidiyor? Hava sıcak mı? Neler yapıyorsun?"

"Aşkım şarjım bitmek üzere... Ben seni yarın ararım!"

Bir fenomenimiz kocası olmadan kankalarıyla Fas tatiline gidip bir de üstüne bunu savunununca linç yemiş. Yukarıdaki diyalog da Fas’a ait bir iletişim biçimi olarak yazıldı.

Yazının Devamı

Bir kızıl goncaya benzer dudağın...

RTÜK’ün de milli ve manevi değerlere hassasiyeti takdire şayan; yapıştırmış cezaları hemen. RTÜK Kızıl Goncalar dizisine “toplumun milli ve manevi değerlerine” aykırılıktan % 3 idari paracezası, iki kez de program durdurma cezası verdiğini duyurdu. Helal olsun. Şimdi tüm değerler kurtuldu, ve insanlarımız doğruluk timsali ve ahlak örneği olacak.

Kızıl Goncalar'ın ilk bölümünde hocanın, Kur'an okumayı aniden kesip pencereye koşan öğrencisini hiddetle yere savurduğu sahnedeki olay elbette hoş değil, belki gerçekten birisinin anısıdır belki kurgudur, ki birisinin anısı olsa bile muhtemelen bire on katılarak aktarılmıştır, bunların hepsi mümkün çünkü çocuk ve gençlerin eğitim süreçleri gerçekten zor süreçlerdir, ne yaparsanız yapın zaman zaman öğretmen ve öğrenciler arasında istenmeyen sorunlar yaşanabilir, üstelik bu eğitimin Kur'an eğitimi olması, fen, sanat, spor eğitimi olması da fark etmez, mesela başarılı doktorlar, sporcular, müzisyenler de yoğun çalışmalar, daha iyi olmaları için zorla/n/malar vb ile yetişiyor, oralardan anılar derlense de dizilik malzeme çıkabilir, zaten ikinci bölümde kara tahta önünde bir mantık problemi sahnelenmiş, yakın tarihin gerçek acılarından birine tabir yerindeyse hem nalına hem mıhına vurarak hem de sanatsallığı koruyarak değiniyor, tabi düşünmek ve anlamak amacıyla izleyenler için

Hasılı cehalet bir kara bataktır, din ile iman ile ilgisi yoktur cehaletin, dolayısıyla ister sosyal medya ister başka bir yer, hangi mecrada olursa olsun, sonuçta kurgusal bir senaryo metnine dayalı olan dizi/ler üzerinden ne toplumsal farklılıklar kaşınmalı ne de izleyiciler, izlediklerini "vay be, gördün mü değerlerimize nasıl da hakaret ediyor" diye anlamalıdır.

Yazının Devamı

Zaman yontuyor evreni...

Zaman yontuyor evreni Yine bir yaprak bıraktı kendini dalından Bizde öyle değil miyiz Mazlum bir ağaç gibi eğilip bakıyoruz dallarımızdan dökülenlere Nereden bilebilirdim ki ömrümün sonuna doğru giderken Aşkı bulmanın evrenin sonunu bulmak kadar zor olduğunu..

Son söz: Yaşım 45 oldu; kendimi inanılmaz derecede yorgun ve bıkkın hissediyorum. imkanım olsa gidip köyde tavuk besleyeceğim. Adam 86 yaşında hâlâ belediye başkanlığı için yarışıyor. bu adamlara bu hayatı bu kadar sevdiren, bu adamları dünyaya bu kadar bağlayan şey nedir? Merak ediyorum.

Aforizma: Kurt köpekler arasında büyüse de kurt kalır. (Etrafımızdaki bu kadar köpeğin arasından köpekleşmeden çıktığımıza göre biz de kurtuz demekki..)

Yazının Devamı

Dövülen öğretmenler, sosyal şizofreni geçiren güzel ve yalnız ülkemin politika faizi...

Gün geçmiyor ki bir şiddet haberi düşmesin medyaya. En son bir hamile öğretmeni tekmeleme haberi düştü. Zopun, kalasın biri, veli bozuntusu zorla okula ardından sınıfa girerek hastanelik etmiş kadın öğretmeni, üstelik hamile birini. Hayvandan daha aşağı insanımsı hayvan türü olmalı bu kabadayı müsveddesi.

Tabii önü arkası kesilmiyor şiddet haberlerinin. Sahaya inip hakem dövenleri mi dersiniz, trafikte en ufak bir sıkıntıda magandalığa başvuran mağara tiplemelerini mi dersiniz. Nereden baksan bir sıkıntı olduğu açık.

Dün metroda çocuklar uyuşturucu çekiyordu. Metrodan çıktım. Yollarda kavga şiddet son sürat devam ediyor. Tek şerit yolda kavga ettiler kadınlar geldi adam onlara laf anlatayım derken adam arabadan silahı getirdi sıktı.

Yazının Devamı

İnsan kendi köyünden peygamber çıkmaz...

Bir kemancı New York metrosunda 45 dakika boyunca çaldı. Bir avuç insan durdu, birkaçı alkışladı ve kemancı yaklaşık 30 dolar bahşiş topladı. Kimse bunu bilmiyordu ama kemancı dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olan Joshua Bell idi. Joshua o metroda, 3,5 milyon dolar değerindeki kemanıyla şimdiye kadar yazılmış en karmaşık parçalardan birini çaldı. * Joshua Bell metroda çalmadan iki gün önce Boston'daki bir tiyatronun biletleri tükenmişti ve koltukların ortalaması 100 dolar civarındaydı. * Bu deney, sıradan bir ortamda olağanüstü olanın parlamadığını ve çoğu zaman gözden kaçtığını ve değerinin bilinmediğini kanıtladı. * Her yerde hak ettikleri takdiri ve ödülü alamayan parlak yetenekli insanlar var. Ancak kendilerini değer ve güvenle donattıklarında ve kendilerine hizmet etmeyen bir ortamdan uzaklaştıklarında, gelişir ve büyürler.

Kişinin değeri, doğup büyüdüğü yerde gereği gibi bilinmez. Daha önce ad kazanmış kimseler vardır. Aile rekabetleri vardır. Küçüklüğünde yaptığı çocukça davranışları bilenler vardır. Bütün bunlar, onun yüksek bir kişi olarak kabul edilmesini engeller. * İçgüdüleriniz size bir şeyler söylüyor. Eğer bulunduğunuz yerin yeterli olmadığını söylüyorsa onu dinleyin! * Takdir edildiğiniz ve değer gördüğünüz yere gidin. Değerinizi bilin.

Son söz: Bedava sirke baldan tatlıdır ama sonunda ağzın yanar..

Yazının Devamı

Türk Merkez Bankası Başkanı Gaye hanım ne yapmak nereye varmak istemektedir...

Türk Merkez Bankası Başkanı Gaye hanım ne yapmak nereye varmak istemektedir..

Sadık abisiyle soğan fiyatı üzerinden enflasyon muhabbeti ve anasının evinde kalmasıyla ilgili verdiği röportajla dikkatleri üzerine çekti merkez bankası başkanı.

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan'ın siyasi literatürümüze armağanı, Sadık Abi'yi o soktu gündemimize.

Yazının Devamı

Güven ruh gibidir; terk ettiği bedene kolay kolay geri dönmez der bir Kızılderili

Ey Merkez Bankası, güçlü söylemler; güçlü belagatler altı doldurulursa bir anlam ifade eder, karşılık bulur. Söz ile eylem ayrılırsa eylem sözü belirlemeye başlar. Ki bize gereken eylem olmalıdır.

Merkez Bankasının eylemi de parasal sıkılaşma eşliğinde gelecek aylarda politika faizini % 50 lere çıkartmaktır. Aksi halde enflasyon düşmez daha da yukarı ivmelenir.

Zira enflasyon, çıkarken asansör kullanır da inerken merdivenleri tercih eder. Yavaş yavaş, ağır ağır… Hele ki gözü yeniden popülizm asansörüne ilişmeye görsün, indiği basamakları yeniden çıkmaktan asla çekinmez. Yarıda bırakılacak bir anti enflasyonist süreç, kazandırdığından fazla zarara yol açabilir.

Yazının Devamı

Şarkılar söylesin artık maziyi..

Futurist yatırım uzmanı Mert Başaran uzun süreden beri borsa, arsa tavsiyesi veriyor. Dolar tutmanın kimseye bir şey kazandırmadığını rakamlarla izah ediyor.

Başarana göre 2002-2023 yıllarında dolar 20 kat kazandırırken, borsa 80 kat, altın 130 kat, ev fiyatları 100 kat, asgari ücret 90 kat artmış.

Su akar yatağını bulur. Demekki altın, ev ve borsa uzun süre (en az 5 yıl) eskisi gibi olmayacak. Bu arada tabii dolar faizlerini es geçmemek lazım. Dolar faizleri 2020 lere kadar bizde % 5 lerdeydi. Bileşik olarak düşünürsek %120 olur en az. 45 kat olur o zaman. Bir de dolarları 2015 sonrası alanlar 2003 göre çok karlılar. Çünkü 2002-2013 arası dolar hiç kımıldamadı. 1.5 tl civarı sabitleşmişti adeta sıcak paradan dolayı. Altın olayı istisna idi. Konut ise son 3 yılda fırladı. Hepsi ABD merkez bankası ve diğer merkez bankalarının 2008 kriziyle birlikte ve korona vesilesiyle karşılıksız para basımıyla ilgili. Şimdi o çağda kapandı. Her şeyin zamanı var.

Yazının Devamı

Universe yirmi beş ve erken emeklilik.

Son 20 yılın asıl kaybedeni emekliler olmuş. 2002'de ortalama (emekli sandığı) emekli aylığı asgari ücretin 2,7 katıyken 2023 yılında 0,89 katına düşmüş, demiş Hakan Kara Üstad.

40 yaşında emekli olup nasıl başka sonuç bekleniyor anlamıyorum. Ne olmasını bekliyorlardı ki? Ortalama ömrün 74 olduğu Türkiye’de 40 yaşında emeklilik iktidarıyla muhalefetiyle (muhalefetin ve geçmişte Demirel lanetlisinin büyük katkıları var) ülkenin geleceğini dinamitlemektir. Maalesef dinamitlediler. Diğer sözüm de leşten ne koparırsak modunda yurdum insanına: 40 yaşında emekli olup hala maaş alabiliyorsanız şükredin. Erken emeklilik isteyen ve erken emekli olan (malüliyet tarzı zorunlu haller hariç) gelecek nesillerin ekmeğini yiyen haramzadedir.

Sizin anlayacağınız emeklinin bugünler iyi günleri. Muhtemelen yaşlanan nüfusla gelecekte bu maaşları da mumla arar hale gelecek biz dahil muhtemel emekliler. Her şey biz yaşarken oldu. Ve bizim makul çoğunluğun ya da salt çoğunluğun rızasıyla oldu. En azından kimse ses çıkarmadı.

Yazının Devamı

Gençlere tavsiyeler..

Çocuksu gülüşler yaş on iki on üçü geçince kalmaz. Bir an önce yıllar geçsin hayatın ortasından geçeyim diye düşünür insan evladı. Sonra bir bakmış yaş otuzu bulmuş.

Kırkına doğru yol almaya başlayınca içinde hafif burukluk oluşur ama yaşam enerjisi hala zirveye yakındır. İdealleri ve hayalleri vardır. Dirençlidir. Her türlü zorluğa göğüs gerer.

Kırkına gelene kadar bir çoğumuz tavsiyelere ve tecrübelere kulak tıkarız. Tecrübe aktarımı gerçekten de zordur. İnsanoğlu hayat yolunda kazığı bizzat yemeden ders çıkarmaz.

Yazının Devamı

Uzak bir fırtına geliyor kavak yellerinden..

Kalp yorgunluğuna beden yorgunluğu ekleniyor yaşlanıyor insan, Herşey birikiyor yoruyor bedeni ve ruhu herşey Kavak yellerinden uzak bir fırtına geliyor kazıyıp götürüyor bütün güzellikleri ve karşı koyacak gücün kalmiyor..

Yalnızlığımıza eşlik eden bir tarhana gicirtisi var ağzımızda Çayımız demli odamız sıcak Yüreğimiz soğuk sadece Bakıyoruz göklere öylece Uzun karanlık gecelerde Kalbimiz kir pas tutmasın diye..

Beş yıldır ayrıyız ama boşanamıyoruz sesleri semaya televizyon ekranlarından Mahkeme salonları işlevsizce uzanmışken derin kuyularına umutsuzluğun Bırakın nasıl kolay evlendilerse Boşansınlar aynı kolaylıkla

Yazının Devamı

Ölmek için değil yeniden doğmak için!

Zahide Yetiş ile yeniden başlasak adlı programı izliyorum. Makro meselelerden mikro meselelere gelmek lazım sık sık. Ormanın bütününü görelim derken ne ormanı görebiliriz üstüne ağaçları da kaybederiz.

Gülden adlı şiddet gören bir kadın var. Gönül hırçın olunca insan çirkinleşiyor. Severek evlendiği Oktay Sarıtop tarafından şiddet gördüğünü iddia ediyor. Aslında iddia dememek lazım. Gördüğü şiddetin resimleri ekranda görününce şok olmamak elde değil. Evire çevire dövmüş kadını. Hastanede merdivenlerden düştüm demiş Gülden hanım, eve geldiğinde de şiddet devam edince polisi aramış ve devlet gerekeni yapmış, uzaklaştırma kararı çıkartmış.

Gülden hanım 2 çocuk doğurmuş, ikisi ölmüş ilk 3 ay sonra, daha sonra bir çocuğunu şiddet gördüğü esnasında düşük yapmış. Boşanma aşamasındalar şu an. Değişik zamanlarda da aldattığını söyledi Gülden hanım. Önemli büyük firmanın insan kaynakları yöneticisi olan kocasının tek kadınla idare etmesi de düşünülemez zaten.

Yazının Devamı

Sokaklar ve Maraştaki güzellik merkezleri

Sokağın dili bir şey vardır. Sanal medya ve sosyal medya mecralarından sonra ihmal edildi. Ara ara seçimlerden sonra sokakların dilini anlamak şart, diye söylenir durur. Nedeni dijital ortamlardaki kanaatle sandık sonuçlarının beklenen oranda örtüşmemesi.

Peki şu an sokakların dili nedir? Biraz avarelik yapıp üç harfli marketlerde zaman geçirince, berberde bir traş olunca, kahvede iki çay içince, ara sokaklarda bir kaç yürüyüş yapıp insanlara kulak kabartınca geniş halk kitlelerinin diline az çok vakıf oluveriyorsunuz.

Halk derken yoksulluğa mahkum edilmiş karnını zor doyurabilen, evine et girdiğinde bayram sevinci yaşayan fakirleştirişmiş, ev ve araba alma hayalleri yerle bir olmuş ümitsiz yığınları kastediyorum.

Yazının Devamı